İnayet

  • Bölüm 14: ANNA KARENİNA’YA MEKTUP

    Yoğun vişne, çiçek ve Latakia kokusuyla uyandım. “Vişne yok” dedim, gözümü açmadan; Lazkiye tütününü yumuşatmak için çiçek aroması karıştırıyor. Çim sulama fıskiyesi fırıldağının pırpırını duyuyorum. Yuvarlak teneke tütün kutusunun üzerindeki Suriye haritasına bakıp “Burası mı Latakia?” demiştim dedeme. “Evet, biz Lazkiye diyoruz ama…” dedi. Çok yoğun özlem içindeyim bu sabah. Sigara kokusu çıksın diye pencere açık yattım; serin o yüzden. Yatakta dizlerimin üzerinde doğrulup bakıyorum bahçeye. Yaz bitmiş. Bıyık, pipo içiyor ıhlamurun altında. Yalnızken hep aynı sandalyeye oturuyor. Kimse yok. Çok erken olması lazım; gece gitti zaten herkes. Bugün belki Alihan buradadır. İsviçre’ye uçacak yarın. Üzerinde konuşmak istediğim bir konu…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 13: Gül Bir Güldür, Bir Güldür Bir Güldür

    İstasyonun önündeki çardaklı kahveyle taksi durağı kulübesinin girişindeki ahşap iki sıra dolu tamamen. Pazar olmasına rağmen en az yirmi kişi var seçebildiğim kadarıyla sabahın bu saatinde. Sandalyeler hafifçe kaldırıma doğru çevrilmiş seyrediyorlar. Kaldırımın kenarına park etmiş arabaya yoğunlaşmış; sessiz, ilgili ve orta yaşlı bir dikkat yumağı. Park lambaları yanıp sönüyor arabanın. En az on dakikadır sürüyordur bu; o kadar oldu çünkü “istasyonun önündeyim” diye arayalı. Gördüğüm anda adımlarımı hızlandırmakla birlikte beni bile rahatsız etmeyen bu sempatik hayran kitlesinin onu hiç yormayacağının gayet farkındayım. İzmir havaalanından kiralanmış görünen koca siyah sedan otomobilin kaputuna yaslanmış, mor camlı güneş gözlüklerinin arkasından etrafa bakarken…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 13: Bisiklet

    Uyandım. Umarım yani. Uyanmak için önce uyumak, her ikisi için de yaşıyor olmak gerekmiyorsa uyandım denebilir. “Je vais au je vas mourir. L’un et lautre sedit au se disent” der sevgili Domenique Bauhars: “Ölüyorum veya ölmekteyim; her iki şekilde söylenmesi caizdir.” Son sözü aslında, 27 Mayıs 1702’de ölmeden hemen önce söylemiş. Fransızca gramer öğreterek geçmiş uzun bir ömre yakışan son. Boşa geçirilmiş kısa bir ömür için uygun olmayabilir; kalk o yüzden. Asalet bunu gerektirir. Hafızamın kapakları kontrolsüz metin sızdırıyor. Sabah ilk iş Nergiz’e kitabı vermek istedim, almadı. “Beni karıştırmayın İnayetim, sen de büyütme bana sorarsan; konuş gitmeden, kendin verirsin” dedi.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 12: Çizmemi Çıkardım

    “Kürtler, anne tarafından kendilerinden büyük bütün erkeklere dayı der. Endişelendiğin kadar yakın akrabaları olmayabilir.” dedi Alihan. Kötü niyetli görünmüyor ama hem geç hem de sol tarafımdan kalktım. Akşamki hırpani halini düşününce, Xebat’ın arkasından konuşuluyormuş havasından da hoşlanmıyorum. Sabah Cohen yerine dedemin hicaz Avni Anıl kırkbeşliğiyle uyandım zaten: “Sevmiyorum seni artık, gözlerimi geri ver.” Gece İzmir’e gidip gelmiş olmasına rağmen gayet uykusunu almış göründüğü, özellikle tam karşımda iki dirhem bir çekirdek çay içtiği için de olabilir. Toparlanamadım ben daha. İlk yudumdan önce bardak lekeli mi diye ışığa tuttu adam. “Çok Kürt tanıyor musun?” dedim, sırf tatsızlık çıkarmak için. “Dersimliyim ben” dedi.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 11: Aşil Topuğu

    Altı ayrı dilde küfredebildiğimi fark ettim. Ezberlemek için özel gayret gösterdiğimden değil, hafıza kusuru işte; duyduğumu unutamıyorum. Xebat’tan rica etsem bir iki tane de Kürtçe eklerdim ama öğretir miydi bana şöyle sunturlularından emin değilim. Yok. Gayet eminim, söylemez, kibar çocuk. O da bu katta kalıyor. Akşam üstü oturduk bahçede biraz. İşkembeci seferinden dönmüştüm, tıknefes durumdaydım. Oraya utandıkları için paçacı diyorlar bence, yoksa işkembeci daha iyi karşılıyor yaşanan dehşeti. Ruh tıkama mutfağı. Biz de tıkandık herhalde. Xebat’la diyorum. Havadan sudan konuştuk. Gitmedi de oturmadı da doğru düzgün, ben kalktım sonunda. “Can çekişerek ilerleyen sohbet artık ölü gibi aramızda yatıyordu…” der Pessoa.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 10: Hazreti Ömer ve Üç Silahşörler

    Kısa konuştu Bıyık. Harita asılmış. Üst düzey bir teknik sunum bekleniyordu doğru tahmin ettiysem; yapmadı ama Allah’ı var harita çok güzel olmuş. Omzum yetişmediyse bile elim değdiğinden güzelleşmiştir. Sabah erken gelenlere bakarsan çocuk gibi sevinmiş Mahkeme Başkanı. Dosyayla yatıp kalkıyor adam. Sıcakkanlı mübaşirimizi gönderip “Laser Pointer” aldırmış iki üç tane ki “Işın Kılıcı” diye çevrilmesini garip karşılamam. Gerçekten galaksi haritası gibi arkamızda dalgalanıyor çünkü koca PVC ocak galeri planı. Muşamba denmez, ayıp dediler. Mahkeme heyetinin oturduğu yerle bizim arkamızda asılı harita arasında rahat on metre mesafe var. Sahneye yerleştiklerinden yaklaşık bir buçuk metre yüksekteler bizden. Konuşmak için kalkanların eline lazeri…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 9: Üçte Üç!

    “Başardım!” dendiğinde, Madam Laetitia Bonaparte: “Pourvu que cela dure…” dermiş. “Yeter ki uzun süreli olsun…” Napolyon kendisinin ikinci oğlu. On sekiz yaşında doğurmuş. Adı zaferle anılsa da istikrar açısından annesini tedirgin eden bir yaşam sürdüğünü biliyoruz tabii. O manâda söylenmiş olabilir. Sayı değilmiş, servis geçmiş. Bıyık karşısında pazartesi kazandığım teolojik zafer diyorum, kısa sürdü, anlatacağım onu ama başka önemli gelişmeler var. Standart sosyal prosedürün çalışmadığından emin oldum. Ailelerden, avukatlardan ve Bıyık’tan mutlak olarak uzak durmak mümkün görünmüyor. Tamam ilkemiz “Sola Scriptura” ama kitabı bile dosyadaki tutanaklardan yardım almadan okuyamıyoruz. El yazmalarıyla uğraşmadığım saatlerde halkın arasına karışmaya karar veriyorum bu durumda.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm:8 Günahlar

    “Halimize bak! Günah değil mi bu çocuklara?” dedi kadın. Başladı duruşmalar, toplandık Tiyatro Salonu’nun önünde ama aradayız şimdi. Günah böyle kullanıldığında ne kadar belirsiz bir kavrama dönüşüyor; faille mağdur iç içe geçmiş. Günahın doğasındandır belki, günahkâr faili olduğu kadar mağdurudur da günahın. Ele geçirilmiştir. Zamanın başlangıcındaki ilk hadiseden beri -elmalı olanı diyorum- fırsat kollayan günah ele geçirmiştir faili. Keyfi tartışılır ama ceza günahkârındır. Çocuklar günah mı işledi? Çocuklara yapılan mı günahtı? Belki de kadının kocaman büzgülü pazen eteğine gömülmüş saklambaç oynayan çocukların, şu korkutucu dünyanın belediye tiyatrosundan bozma adliyesinin bahçesinde babaanneleriyle bir başlarına kalmalarıdır günah. Çocuk yapmak bile günah bana…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 7: Diyafram Ayarı

    Gece uyumadım. Uyuyamadım diyemem çünkü denemedim. İhtiyaç duymadım. Olur bazen bende, evde sadece, farkındayım evde olmadığımın. Hatta artık evim bile olmadığının belli belirsiz farkındaysam da bilincime çıkarmamaya gayret ediyorum. Geceyi dosya okuyarak ve Kanada’yı düşünmeye çalışarak sandalyenin tepesinde geçirdim. Terslik çok belirgin. Evde olmayışım değil; okumaya çalışıp başaramamam ve Kanada’yı düşünmem normaldi, tersi oldu. Gayet rahat okudum gece boyu ama gözümün önüne getiremedim Kanada filan. Oysa bir senedir başka bir şey düşündüğüm yok. En son Roza’yla gitmiştik, dört yıl olmuştur. Hatırlamayı sevdiğim yerleri düşünmeye çalıştım. Geyik parkını, sandalye yerine sıraları olan küçük kütüphaneyi, çam dallarındaki karı. Yok hiçbiri. Müzelerle pansiyonun…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 6: Mühendisin Kitabı

    İkinci bir defter açtım, sözlük yapıyorum kendime. Ne arıyoruz? Emin değilim. Ne bulunacaksa dille bulunacak sonuçta. Biraz bilinçsizce başladığımı kabul ediyorum, çok yeniyim bu işte henüz. Peter Laugesen’in yavru sinekleri tadındayım: “Yeni doğmuş sinekler bilinçsizdirler. sineklik, püskürteç ve yapışkan kâğıt üzerine bilgileri yoktur. bilmezler bok ve şeker aradıklarını bile.”   Onlar da dilleriyle arar ama gerçek dil, organ olan. Çirkin olabilir, realist bence; seviyorum İskandinav şiirini. Polisiyesini ve soğuğunu da severim. “Yavru” meselesine sürekli takılmaktan hoşnut değilim sadece. Kitap önümde. Yeni bölüm: “Madenlerde Havalandırma Düzeni”. Elle “Aptal Bunlar!” yazmış en üste -ünlemi ben ekledim-. Çok teşekkür ederim. Genç yaşta göçüp…

    Devamını Oku »