İnayet

  • BÖLÜM 18: BALA BULANMIŞ AĞIZ TIKACI

    Sinek uçsa duyarız salonda.   Nefes bile almıyor kimse diyebilirim. Tanık dinliyoruz. Öyle böyle tanık değil ama Mucize Adam!   İki yüz altmış beş ölünün arasından çıkıp geldi. S panosu sabah vardiyasından -neredeyse- tek sağ çıkan bu adam ocaktan. Rashomon’u düşünüyorum.   Konuşma sırası ölüde şimdi. Ağır tanık. Ölmedi ama o korkunç günden sonra hala aynı adam mıdır bilemiyoruz tabii. Belki de şaman olmuştur, bize o adamın yaşadıklarını anlatacaktır.   Derviş’le bıraktığımız yerden “yalancı” tanıklık üzerine düşünmeye devam ettim. Kitap kaldı bende.   Kuzucuğu ayaküstü görebildim çünkü biz kaldıkları yere giderken çarşıda karşılaştık. Alışveriş yapıyorlar. Öğretmen bir kadın var yanlarında;…

    Devamını Oku »
  • BÖLÜM 17: FEN BİLGİSİ

    Şirket fenni yenilikleri işçinin can emniyetini sağlamak için değil, daha çok kömür üretilmesini sağlamak için kullandı. Bu yüzden ölümler, yaralanmalar patladı…” Şirket dediği “Ereğli Şirket-i Osmaniyesi”, adı öyle sadece, Fransız şirketi aslında. Fransızlar uzun yıllar madencilik yapmış buralarda. Batı Karadeniz ve Kuzey Ege’deki kömür rezervlerinin farkında herkes 1800’lerin ortalarından bu yana. Bıyık, Balıkesir Barosu’nun salonunda Ho-Chi Minh’den baroya gelmiş bir mektup gördüğünü anlattı. Çerçeveletip “Ho Amca”nın -öyle diyor adama- fotoğrafının altına asmışlar. Balya’da bir başka Fransız maden şirketine karşı grev yapan işçilere verdikleri destekten ötürü avukatlara teşekkür ediyormuş. Fransız sömürgeciliğine karşı inanılmaz bir küresel fikri takip; “Bác” Ho’nun Balıkesir mektubu!…

    Devamını Oku »
  • OCAĞIN ARABI

    Havaalanı servisi sahil yolundaki sıkışıklığa takıldı. Reklam panolarına bakıyorum hayretle; hepsi değişmiş! Gerçi “pano” bile aynı anlamı taşımıyorken artık benim için neye şaşırıyorum? İstanbul’a döndüm. Sadece on altı gün sonra kentin benden bu kadar uzaklaşmış olması zoruma gitti hafiften. Yabancılık çekiyorum. Reklam panoları önemlidir. Beatriz Viterbo’nun ölümünü izleyen ilk anlarda, meydanda değişmiş gördüğü panoya bakarak hüzünlenen adamı anlatır Borges; “… çünkü bu küçük değişikliğin sonsuz değişimler dizisinin ilki olduğunu sezmiştim, ucu bucağı olmayan duraksız evren Beatriz’den uzaklaşmaya başlamıştı bile…” Alef böyle başlar. Uçak, eğer inmek yerine düşmeyi tercih etseydi yoktu bu panolar benim için. Hiç olmayacaktı yani İstanbul’un bu hali;…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 14: ANNA KARENİNA’YA MEKTUP

    Yoğun vişne, çiçek ve Latakia kokusuyla uyandım. “Vişne yok” dedim, gözümü açmadan; Lazkiye tütününü yumuşatmak için çiçek aroması karıştırıyor. Çim sulama fıskiyesi fırıldağının pırpırını duyuyorum. Yuvarlak teneke tütün kutusunun üzerindeki Suriye haritasına bakıp “Burası mı Latakia?” demiştim dedeme. “Evet, biz Lazkiye diyoruz ama…” dedi. Çok yoğun özlem içindeyim bu sabah. Sigara kokusu çıksın diye pencere açık yattım; serin o yüzden. Yatakta dizlerimin üzerinde doğrulup bakıyorum bahçeye. Yaz bitmiş. Bıyık, pipo içiyor ıhlamurun altında. Yalnızken hep aynı sandalyeye oturuyor. Kimse yok. Çok erken olması lazım; gece gitti zaten herkes. Bugün belki Alihan buradadır. İsviçre’ye uçacak yarın. Üzerinde konuşmak istediğim bir konu…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 13: Gül Bir Güldür, Bir Güldür Bir Güldür

    İstasyonun önündeki çardaklı kahveyle taksi durağı kulübesinin girişindeki ahşap iki sıra dolu tamamen. Pazar olmasına rağmen en az yirmi kişi var seçebildiğim kadarıyla sabahın bu saatinde. Sandalyeler hafifçe kaldırıma doğru çevrilmiş seyrediyorlar. Kaldırımın kenarına park etmiş arabaya yoğunlaşmış; sessiz, ilgili ve orta yaşlı bir dikkat yumağı. Park lambaları yanıp sönüyor arabanın. En az on dakikadır sürüyordur bu; o kadar oldu çünkü “istasyonun önündeyim” diye arayalı. Gördüğüm anda adımlarımı hızlandırmakla birlikte beni bile rahatsız etmeyen bu sempatik hayran kitlesinin onu hiç yormayacağının gayet farkındayım. İzmir havaalanından kiralanmış görünen koca siyah sedan otomobilin kaputuna yaslanmış, mor camlı güneş gözlüklerinin arkasından etrafa bakarken…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 13: Bisiklet

    Uyandım. Umarım yani. Uyanmak için önce uyumak, her ikisi için de yaşıyor olmak gerekmiyorsa uyandım denebilir. “Je vais au je vas mourir. L’un et lautre sedit au se disent” der sevgili Domenique Bauhars: “Ölüyorum veya ölmekteyim; her iki şekilde söylenmesi caizdir.” Son sözü aslında, 27 Mayıs 1702’de ölmeden hemen önce söylemiş. Fransızca gramer öğreterek geçmiş uzun bir ömre yakışan son. Boşa geçirilmiş kısa bir ömür için uygun olmayabilir; kalk o yüzden. Asalet bunu gerektirir. Hafızamın kapakları kontrolsüz metin sızdırıyor. Sabah ilk iş Nergiz’e kitabı vermek istedim, almadı. “Beni karıştırmayın İnayetim, sen de büyütme bana sorarsan; konuş gitmeden, kendin verirsin” dedi.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 12: Çizmemi Çıkardım

    “Kürtler, anne tarafından kendilerinden büyük bütün erkeklere dayı der. Endişelendiğin kadar yakın akrabaları olmayabilir.” dedi Alihan. Kötü niyetli görünmüyor ama hem geç hem de sol tarafımdan kalktım. Akşamki hırpani halini düşününce, Xebat’ın arkasından konuşuluyormuş havasından da hoşlanmıyorum. Sabah Cohen yerine dedemin hicaz Avni Anıl kırkbeşliğiyle uyandım zaten: “Sevmiyorum seni artık, gözlerimi geri ver.” Gece İzmir’e gidip gelmiş olmasına rağmen gayet uykusunu almış göründüğü, özellikle tam karşımda iki dirhem bir çekirdek çay içtiği için de olabilir. Toparlanamadım ben daha. İlk yudumdan önce bardak lekeli mi diye ışığa tuttu adam. “Çok Kürt tanıyor musun?” dedim, sırf tatsızlık çıkarmak için. “Dersimliyim ben” dedi.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 11: Aşil Topuğu

    Altı ayrı dilde küfredebildiğimi fark ettim. Ezberlemek için özel gayret gösterdiğimden değil, hafıza kusuru işte; duyduğumu unutamıyorum. Xebat’tan rica etsem bir iki tane de Kürtçe eklerdim ama öğretir miydi bana şöyle sunturlularından emin değilim. Yok. Gayet eminim, söylemez, kibar çocuk. O da bu katta kalıyor. Akşam üstü oturduk bahçede biraz. İşkembeci seferinden dönmüştüm, tıknefes durumdaydım. Oraya utandıkları için paçacı diyorlar bence, yoksa işkembeci daha iyi karşılıyor yaşanan dehşeti. Ruh tıkama mutfağı. Biz de tıkandık herhalde. Xebat’la diyorum. Havadan sudan konuştuk. Gitmedi de oturmadı da doğru düzgün, ben kalktım sonunda. “Can çekişerek ilerleyen sohbet artık ölü gibi aramızda yatıyordu…” der Pessoa.…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 10: Hazreti Ömer ve Üç Silahşörler

    Kısa konuştu Bıyık. Harita asılmış. Üst düzey bir teknik sunum bekleniyordu doğru tahmin ettiysem; yapmadı ama Allah’ı var harita çok güzel olmuş. Omzum yetişmediyse bile elim değdiğinden güzelleşmiştir. Sabah erken gelenlere bakarsan çocuk gibi sevinmiş Mahkeme Başkanı. Dosyayla yatıp kalkıyor adam. Sıcakkanlı mübaşirimizi gönderip “Laser Pointer” aldırmış iki üç tane ki “Işın Kılıcı” diye çevrilmesini garip karşılamam. Gerçekten galaksi haritası gibi arkamızda dalgalanıyor çünkü koca PVC ocak galeri planı. Muşamba denmez, ayıp dediler. Mahkeme heyetinin oturduğu yerle bizim arkamızda asılı harita arasında rahat on metre mesafe var. Sahneye yerleştiklerinden yaklaşık bir buçuk metre yüksekteler bizden. Konuşmak için kalkanların eline lazeri…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 9: Üçte Üç!

    “Başardım!” dendiğinde, Madam Laetitia Bonaparte: “Pourvu que cela dure…” dermiş. “Yeter ki uzun süreli olsun…” Napolyon kendisinin ikinci oğlu. On sekiz yaşında doğurmuş. Adı zaferle anılsa da istikrar açısından annesini tedirgin eden bir yaşam sürdüğünü biliyoruz tabii. O manâda söylenmiş olabilir. Sayı değilmiş, servis geçmiş. Bıyık karşısında pazartesi kazandığım teolojik zafer diyorum, kısa sürdü, anlatacağım onu ama başka önemli gelişmeler var. Standart sosyal prosedürün çalışmadığından emin oldum. Ailelerden, avukatlardan ve Bıyık’tan mutlak olarak uzak durmak mümkün görünmüyor. Tamam ilkemiz “Sola Scriptura” ama kitabı bile dosyadaki tutanaklardan yardım almadan okuyamıyoruz. El yazmalarıyla uğraşmadığım saatlerde halkın arasına karışmaya karar veriyorum bu durumda.…

    Devamını Oku »