Bölüm 11: Aşil Topuğu
Altı ayrı dilde küfredebildiğimi fark ettim. Ezberlemek için özel gayret gösterdiğimden değil, hafıza kusuru işte; duyduğumu unutamıyorum. Xebat’tan rica etsem bir iki tane de Kürtçe eklerdim ama öğretir miydi bana şöyle sunturlularından emin değilim. Yok. Gayet eminim, söylemez, kibar çocuk. O da bu katta kalıyor.
Akşam üstü oturduk bahçede biraz. İşkembeci seferinden dönmüştüm, tıknefes durumdaydım. Oraya utandıkları için paçacı diyorlar bence, yoksa işkembeci daha iyi karşılıyor yaşanan dehşeti. Ruh tıkama mutfağı. Biz de tıkandık herhalde. Xebat’la diyorum. Havadan sudan konuştuk. Gitmedi de oturmadı da doğru düzgün, ben kalktım sonunda. “Can çekişerek ilerleyen sohbet artık ölü gibi aramızda yatıyordu…” der Pessoa. “Between us”: Aramızda. İyi de neden Portekizce değil derseniz, bunu bir kere de İngilizce yazmış bizzat. Ben oradan okudum. Aramız. Orada gibi tıkanıklık. Öyle olsun bakalım. Niye giderayak heves ettiysem zaten? Bıraktım aslında birkaç yıl önce ben bu işleri, antrenmanım eksik. Hoş çocuk normalde. Kes İnayet.
Duruşmanın bu celse serisinin bitmesine iki tam iş günü var. Hafta sonunu, ailelerle planlanan toplantıyı falan da sayarsan beş gün sonra, mahkemenin duruşmayı iki haftalığına erteleyeceği düşünülüyor. Keşif hazırlığı var. Böylece, onlar neredeyse bir aylık yoğun dönemi tamamlayıp evlerine dönecekler; benim de uzatmalı destek ziyaretimin sonu işte. Bulamadım hiçbir şey.
Ona küfrediyorum her dilde. Olmadı. Belki Bıyık yanlış okudu; kalplerimiz aynı yüksek imtiyazdan muzdarip değildi, belki de yoktu zaten bulunabilecek bir sebep. Asmış gidip yani kendini, vardır sebebi muhakkak da ben anlamlı bir şey bulamadım diyeyim bari.
Müntehir hala gayet neşeli ve iddialı: “Kolay ispatlarız” havası dağılmadı. Tam bir özgüvenle “Masumuz biz” diyor. Bıyık ikna olmaz tabii ki. Onun da güçlü intikam hisleri azalır herhalde zaman geçtikçe. “Alınmayan intikam, kullanılmayan gayrimenkullerin üzerindeki haklar gibi zaman aşımına uğrar” diyor Vasquez. Bogota’da öyleyse Akhisar’da da öyledir herhalde. Hem belki sadece meraktı onunki.
“Madenlerde Metan Varlığına Bağlı Sorunlar” bölümünün başında koğuş değişikliği yaptı Müntehir. Sebebi yok. “Koğuş değiştirdim” yazmış sadece. İçi dolu ünlem yok, soru işareti yok. Alıştığım iki kısa alt çizgiyi bile hak etmemiş olay. “Değiştirdim” dediğine göre kendi istemiş, sorun görünmüyor. Hapishane işlerinden pek anlamadığım için not aldım, Bıyık baksın diye. Hapishane kuşu olan o sonuçta. En geç Pazar akşamı kitabı iade edip raporumu teslim etmeliyim. Pazartesi sabahı onlar son celseye girerken ben İzmir havaalanından uçuyor olacağım. Cuma akşamı İstanbul-Boston, sonra da Boston-Montreal. O nasıl güzergâhmış diyecekler için; iddialaşmayın, bilirim ben bu işlerin mevsime göre hızlı ve ucuzunu diyeyim sadece. Uçak, benim uzmanlığım. Normalde çatı katını bu kadar sürede kapatmak kolay değildi ama Roza “Boşaltma ben kullanırım” dedi. Her anlama gelebilir, o çılgın söz konusu olduğunda. Eski evde birkaç küçük pansuman işi var. Kabuk bağlamamış yaralar gibi. Acır ama yapılacak çaresiz. Uzun bir evsizlik dönemi için kısa ve acılı bir hazırlık.
Bu adam niye intihar etti? Holmes olsaydı “İp çok ama ben uçlarını bulamadım.” diyebilirdi. Kuş bakışı gözden geçirince şirketin gayet verimli çalıştığını, mühendislerin işlerini iyi yaptığını, gizli bir Topuk Yangını olmadığını düşündüğünü anlıyoruz. Ne oldu o zaman? Kim, ne yaptı? Bilmiyoruz.
Artık aklıma gelen, sevgilisi tarafından terk edilmiş olabileceği. Belki kadın -varsa yani öyle biri- duruşmaya gelip Bıyık’ın ağzını doldura doldura:
“Bunlar teknik hukuksal terimler; katl öldürme, katliam toplu öldürme, katil öldüren demek. Hakaret etmek için söylemiyorum, iddia makamında olduğum için ileri sürüyorum: Katilsiniz!” dediğini duyup “Evlenmem ben katille falan ayrılıyorum senden” demiştir. Of İnayet. Keser misin lütfen. Bulamadın işte adamın niye intihar ettiğini.
Sanık avukatları her kullanıldığında itiraz ediyorlar terime. Mahkeme başkanı da önce rica etmiş, sonra uyarmış bir iki kez, vazgeçiremeyince boş vermiş. Hala katil demeye devam ediyor sanıklara. Normalde “iddia makamı” tabiri savcılık için kullanılır. Bıyık’a göre, bir kamusal bir de şahsi iddia makamı olurmuş; kendisi suçtan zarar görenleri temsil eden müdahil vekil sıfatıyla şahsi iddia makamıymış. Başkan müdahil yerine katılan demeyi tercih ediyor tutanak yazdırırken.
Şahsi iddia makamı! Belki meseleyi kişiselleştirmesi bununla ilgilidir. Şu kusursuz sorumluluk içindeki genişletici yorumuna benziyor biraz akıl yürütmesi ama günahını almayayım, bildiğim bir mevzu değil. Ayrıca gayet günahkâr bir tip izlenimi verdiğinden olur olmaz üstlenmekten kaçınmak gerekir kanaatindeyim; günahını almak deyimini doğru yorumluyorsam. Sonuçta tanıdığımız Bıyık işte. İşin esasını anlatmak yerine kırk beş dakika usul tartışmasına ayırabilir yahut dini masallar anlatabilir mahkemede.
Yalnız, öyle deyince şimdi, ben aslında bu insanların hiçbirini tanımadığımı fark ediyorum. Alıştığımız anlamda tanıdık değiller yani, kim bunlar? Solcular tamam. Saç kurutma makinesini götürme İstanbul’a İnayet, kızlara bırak. Avukatlar; avukatlık yeterli değil tanış saymaya, her çeşidinden var burada. Yani diyorum ki artık iki haftalığına dönecekleri evlerinde de böyle mi giyinirler, konuşurlar? Bilmiyoruz. Çocukları var mı? Bıyık’ta yok, biliyoruz. Gerçek evlerini kast ediyorum, bir türlü kendimizi davet ettiremediğimiz Şato’yu değil. Ne müzik dinlerler? Borçları var mı? Karılarını aldatıyorlar mı? Ne okurlar? Bu değil mi tanımak? Yok işte bende bunların neredeyse hiçbiri. Sabah kahvaltıda başlayıp toplantıda duruşmada -ha tabii işkembecide- biraz sohbet; hepsi bu tanışıklığımızın. Vaktimiz oldu da denemez. İster miydim vakit olsa? Bilmiyorum; itici insanlar sayılmazlar, belki biraz alışılmadık. Aslında bir daha görür müyüm içlerinden birini o bile belli değil. İki seneden önce çıkıp gelmek zor Kanada’dan. Dönebilirsem, belki ananem için. Neyi nasıl bulacağız? Neye, nereye dönmek? Müşkül işler.
Odada yalnız kalıyorum. Alihan da bu katta ama onlar iki kişi galiba. Şato ahalisi sabit zaten. Orayı biz göremiyoruz; bazen kirli çamaşırlarımız onurlandırılıyor. Sızlandığıma bakmayın, dün güzel bir gündü aslında. “Gölgesini Kaybetmiş Gerçekler”i anlattı Bıyık dönüş yolunda. Dava hakkında konuşuyor gibiydi ama hiçbir zaman emin olamazsınız bu adamın niyetinden.
“Gerçek” diyor; “Çok kişi tarafından, farklı niyetlerle, haddinden fazla tekrar edilirse, her yönden ışık tutulmuş nesneler gibi olur…” Gölgesi olmazmış yani. Perspektifle mi ilgili konuşuyor acaba? Figüratif resim seviyorum ben. Neşe Erdok severim mesela. Soyutla sürrealle işim olmaz. Belki kübistik de hoş ama onun da figüratif olanı. Picasso’nun Avignonlu Kızlar’ı müthiştir. Yalnız bu estetik değil siyasal bir şey söyledi sanki; “Konsensüs hiçtir o yüzden” dedi çünkü. Bulaşmamaya karar verdim şimdilik. Herkesin aynı gerçek üzerinde anlaşmasının nesini beğenmedik çözemedim. Bulaşmasam da susmuyor zaten;
“Gölgesi olmayan gerçekler tehlikelidir…”; Topuk Yangını öyleymiş mesela. Özünde çatışmalı çıkarlara sahip olmaları gereken işçiler, savcılar, aileler, mühendis odaları, basın, bilirkişiler, herkes işte; “Yangın vardı madende” diyor bir buçuk yıldır. Vardıysa bile böyle bir yangın hiç işimize yaramazmış davada.
Ee, yanıyorsa tespit etmeyecek miyiz hep beraber; dava bunun için değil mi? Herkes değil ayrıca; “Sanıklar yanmadığını söylüyor başından beri” diye hatırlattım. Oydaşma sayılmaz. Diğer yandan, fikir değil olay bu yani, vardır veya yoktur; bize fikrimizi mi soruyor topuk “Ben yanıyor muyum” diye! Söz sanıklardan açılınca; “Aferin onlara, bir şey bildiklerinden değil, bilgi veya zekadan çok bilinç onlarınki, sınıf bilinci. Ait oldukları yerde tutunmaya çalışıyorlar. Bilgi netleşinceye kadar bilinçle idare edilebilir, hiç yoktan iyi…” dedi.
Annelerle fareleri anlattım ben de; hissedilen sıcaklıkla ölçülen meselesini. “Haklısın, iyi yakalamışsın, yüzlerce ifade var benzer..” Evvelki yıldan daha mı sıcaktı maden geçen yıl?
“Bilemezsin çünkü gölgesi yok bu gerçeğin de.” diyor. “Nesneye kendi durduğun yerden ışık tutacaksın, gölgesi arkaya düşecek. Ne söylersen söyle, sen sadece baktığın açıdan gördüğünü bilip arkasındaki karanlığı hissedeceksin…”
“Bilim değil bu ama… Fazla göreli.”
“Bilim değil zaten taraf olmak bu” dedi. Bak onu biliyorum işte, gidip sarılıyorsun ağlayana. Eğer doğru anladıysam “Topuk yanıyordu, fark etmediniz!” diye otuzar yıl yedirebilse bu sanıklara, topuğun gerçekte yanıp yanmadığı umrunda bile değil. İlginç.
“Yanıyor mu peki?” diye tekrar sordum açıkça.
“Kim soruyor?” dedi gülerek.
Sürekli bilmediğim bir şey biliyormuş gibi yapabilmesine deli oluyorum. Kim soruyormuş! Kimin sorduğuna göre değişecek mi bilgi yani şimdi? Aslında çıkıp şuraya gelmeden önce bıkıp bıraktığın yerdesin İnayet, kalk git artık Kanada’ya. İşin en başında ceza davalarından farklı beklentilerim vardı; birisinden en azından. Gerçeği bilmek istiyordum. Bir şeyi yanlış yaptığınız için böyle oldu, neyi?
“Karışmıyorum işine ama edebiyatı seviyorsun, nereden çıktı şimdi hukuk?” dediğinde; “Ceza davasını doğru dürüst yürütüp yürütmediklerini bilmek istiyorum, hukuk öğreneceğim” demiştim dedeme. O da tam Bıyık’ınki gibi geniş bir gülümsemeyle; “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!” demişti. Hadismiş. Faydasız demek ayıpsa bile dördüncü sınıfa geldiğimde benim derdime bir faydası olmayacağını tespit edip aklımı çoktan çevirmiştim edebiyata yeniden. O göremedi, bitirdim yine de stajı. Ortak ilgimizi hak eden tek dava biteli on yıl olmuştu.
Madenin yanıp yanmadığı bilgisini umursamayan adam, Müntehir’in gidip kendisini asmasının sebebini neden umursasın? Umursuyor işte. Gerçi haksızlık etmeyelim, onu kastetmiyor; kendini bilirkişi raporu ile bağlamaktan kaçınıyor topuk konusunda sadece şimdilik. Belki de biliyor, bana söylemiyor. Avukat grupları arasında aynı konuda hafif bir gerginlik hissediliyor son birkaç gündür.
Keşif yapılacağı anlaşıldığından bu yana, davanın açılmasını sağlayan savcılık bilirkişi raporunun çürütülmesinden korkanlar var. “Ya gerçekten yanmıyorsa o topuk!?” endişesi iyice elle tutulur hale geldi. Sanıkların tahliye edilmesi ve davanın temelinin çökmesi mümkün bu durumda. Davanın Aşil Topuğu haline gelebilir yani Topuk Yangını. Aslında topuğundan kavranıp ölümsüzlük suyuna daldırılan çıplak bebek Akhilleus’un annesinin eliyle tuttuğu yerden kuru ve korunmasız kalması fikri, fazlaca anaç benim için. Öldürdüğü ejderhanın ölümsüzlük veren kanında yüzen çıplak Sigfried daha erotik görünüyor. İskandinavların bu işi Greklerden iyi bildiği ortada. Onun da omzuna düşen -fark etmediği- yaprağın altı kuru ve korunmasız kalır elbette. Bir sebep olacak ölmek için; ölümsüzlük lüks insana. Hiç değilse manzaranın -orman, göl, çıplak adam falan diyorum- bacağından tutulup küvete basılan tombul oğlan çocuğundan daha heyecan verici olduğunu kabul etmelisiniz. Vur yani hamam tasıyla kafasına bir de! Mitolojiye bak. Trajik bile sayılmaz, melodram bildiğin. Huylanıyorum galiba ben çocuklardan. Neyse.
Sanık avukatları, Topuk Yangını konusundaki savcılık bilirkişisi raporuna çok yüklenince, Bıyık duruşmada; “Beni hiçbir bilirkişi raporu bağlamaz. Yanlışsa yanlıştır. Paspastan mı perdeden mi tutuşturduğunuzla ilgilenmiyorum; evimizde çıkardığınız yangın dumanından ailemiz öldü, bunun hesabını vereceksiniz…” dedi. Neredeyse iki yıldır oturduğum çatı katına bile hiç “Ev” demedim şimdiye kadar. Ne kadar kolay “evimiz” diyor adam. Melike “Sen ver çamaşırları evde yıkarım” diyor, Alihan “Gel evde bir çay içelim” diyor; tek evsiz ben kaldım herhalde dünya üstünde. Vardı benim de eskiden. Neyse. Birçok avukat rahatsız oldu Bıyık’ın çıkışından. “Strateji değiştirmek için çok geç” diyor herkes. Savcılık bilirkişi raporuna sahip çıkılmasını istiyorlar anladığım kadarıyla. Topuk Yangını gibi yapısal bir sorun yoksa, gerçek anlamda kazaya dönüşebilir katliam; haklı olabilirler o açıdan. Şato’da ne konuşmuşlardır bilemem ama bizimkilerin bile hemfikir olmama ihtimali var Bıyık’la. Alihan mesela, biraz fazla rahat buluyor bu akıl yürütmeleri; “O raporla geldik bugüne kadar, erken zayıflatmayalım” dedi. Her fırsatta, her yerde toplantı yapılıyor. Çorbacının önündeki esprisinden yola çıkarak, Bıyık’ın henüz Derviş’i bile tam ikna edemediğini düşünüyorum. Belki de yanlış algılıyorumdur; bıraktıramadık çünkü yolda sırt çantasının askılarını. Her bakıldığında gülümseyerek -veya dil çıkararak, bilemezsin- kafasını salladı sadece.
Esasen Bıyık’ın “Yaptıkları şeyle ilgilenmiyorum, yarattıkları sonuçla ilgiliyim” deme biçimi herhalde. Beni ilgilendirmeli miydi? Sanmam. Yaptıkları şeyi bulabilirsek belki intiharın sebebine de ulaşırdık ama her ne yaptılarsa Müntehir’in yapılanı suç kabul etmediği açık.
Sözü edilen topuğun yerini elle çizmiş kitaba. Teknik resimden anlıyor bence; öğretmişlerdir zaten okulda. Bunun okulu için “Maden mühendislikleri arasında en iyisidir” diyorlar. Neden olmasın? “Benim okulum en iyisidir” denmez, ayıp ama şu okul iyidir denebilir. Edebiyat’ı Boğaziçi’nde, Hukuk’u Galatasaray’da okudum ben. İyi, iyidir işte; fark edersiniz. “Tiki okulu” diye burun kıvıranlar olduğuna bakmayın, sağlamdır benim hukuk bilgim. Avukatlığım zayıf sadece.
Topuk yanmıyorsa ne oldu burada o vakit? Yani, olay günü dördüncü bant boyunda parlayan yangını ne başlattı? Müntehir hiç girmiyor topuk pasına -kurtul İnayet şu futbol benzetmelerinden- “Sebebi bulmak zorundayız!” dışında tespit yok El Yazmaları’nda. Bu sefer kendisi ünlem koymuş.
Öteki sanıkların toplu sayılabilecek bir ortak iddiası var: Bant Yangını. Üçüncü bant başıyla dördüncü bant kuyruğunun kesişme noktasında meydana… Yalnız başını, kuyruğunu bir tarif etmem lâzım önce. +340 kotundaki ocak girişinde birbirlerine yakın sayılabilecek iki ağız var. Maden açısından birisine giriş, diğerine çıkış denebilir. Girişten başlayarak aşağı doğru eğimle kazılmış her düz tünel galeri -döneceği yere kadar- bir “bant boyu” sayılıyor. Yön değişince, yine aşağı doğru eğimli yeni bir düz galeriye geçiyoruz: İkinci Bant Boyu. Böylece, sağa-sola yön değiştirerek +40 kotuna kadar üç yüz metre yüksekliği yaklaşık sekiz kilometre boyunca önce inip sonra çıkan yedi bant boyu, yani yedi ana galeri var. Kesinti yok bantta ama viraj da olmuyor anlayacağınız. Bu durumda en derinden yani +40’daki H panosundan çıkan kömür, yukarı doğru çıkarken, her bant boyunun sonunda -ona kuyruk deniyor işte- hafifçe yerden yükselip kendisini dik kesen diğer bandın baş tarafına döküyor kömürü. Yön değiştirip virajı almış oluyoruz böylece. Madenin her iki ağzına kadar sürüyor bu aktarmalı seyahat. Kömürün gözünden bakıldığında iki ağız da çıkış sayılır elbette.
Şimdi tamamsa, iddia şöyle; aşağıdan gelen dördüncü bandın kuyruğundan üçüncü bandın başına kömürün döküldüğü yerde bir “şalterci” görevli. Sadece orada değil, her bant boyunun kendi şaltercisi var. Bu işçilerin görevi, bantlarda yaşanan sorunları takip etmek ve otomatik durup çalışan bantları gerektiğinde manuel olarak durdurup çalıştırmak. Manuel dediğim, elle bir butona basılıyor yani. Şalterci dışında, bant bakımcıları, ustaları, temizlikçileri falan da var. İşte olay günü, tam bu noktada; güvenlik nedeniyle otomatik olarak durmuş dördüncü bandı, elle çalıştırmayı zorlayarak bant motorunun ısınmasına ve bir bant yangınının çıkmasına neden olan bir grup işçiden söz ediyor sanıklar. İki ilginç noktanın daha altını çizersek ortak sanık savunmasının stratejisini kavrıyoruz. İlk mesele, şaltercinin durduğu noktanın, hem ocağın en eski ve yıpranmış kavşaklarından birisi olması hem de kötü şöhretli Üçgen Topuk’un tam üstünde bulunmamız. Üzerindeki kavşağın biçimi nedeniyle böyle deniyor zaten topuğa. Diğer stratejik verimiz, şalterci dâhil bu bölgede çalışan herkesin sağ olması. İlginç. Yani adamcağızların yaşıyor olmaları değil bu sayede suçlanabilir olmaları ilginç diyorum.
Kısaca yangın, usulsüz zorlanan gevşek banttan çıkmış, onu da elimizin altındaki canlı kanlı işçiler çıkarmış oluyor. Eh, dava çöker dediğimiz bu işte. Bıyık, garip bir biçimde seviyor bu iddiayı:
“Çok şık, gölgesi var en azından” dedi.
Işık, bir grup bant işçisinin üzerine tutulduğunda, patronla üst düzey yönetici mühendislerin, hatta işletmeyle beraber devasa maden sermayesinin sorumluluğunun gölgede kalmasını kastediyor.
“Ben karşı tarafta olsam, büyük ihtimalle ispatlardım bunu” dedi sonra.
“Gerçekten olayın böyle olduğuna mı inanıyorsunuz?” diyebildim hayretle!
“Hayır canım, ne alâkası var! Söyledim ya çok şık, estetik bir sorun tamamen, lâkin yok bunlarda o yetenek.”
Lâkin’e alışıyor gibiyim, fazla garipsemedim bu sefer. İnanması zor ama her iki tarafın avukatı olarak da hayal edebiliyor kendisini. Profesyonellik diyeceğim ancak cümlenin gelişinden megalomani gibi duruyor daha çok. Kibir günahının uzantısı olabilir. Hukuk stratejisi konuşurken “şık” ne demek? Bilemiyoruz.
Bu arada -strateji demişken- patron takımıyla küçük mühendisleri birbirine düşürme projesini de anladım sayılır. Önemli kararlarda pek inisiyatifleri varmış gibi durmamasına rağmen omuzlarında eğreti amir apoletleri biriktirmiş bu garibanları tehdit ediyor özünde; “susarsanız, bunlar sıyrılır, iş üzerinize kalır” diyerek. Bugüne kadar “neme lâzım” sinikliğini kırabilmiş görünmüyor ama umudunu kaybetmemiş; “siz kimsiniz ki üç yüz bir ölümün sorumluluğunu üstlenesiniz, taşeron çavuşları bile sizden çok kazanıyor” aşağılamasının bu genç mühendislerin dilini çözüp çözmeyeceğini zaman gösterecek.
O da ben de yok. Zaman diyorum. Kitap yarıyı geçti artık. Hızlanmalıyım. Beklentiden çok, işi bitirme gayreti artık.
Mesela, yüzeye en yakın üretimin yapıldığı “S” panolarının “paralel” havalandırıldığıyla ilgili bir suçlama var. Yüzeye en yakın deyince, yine yüz metre aşağıda tabii. Çok eski değil bu galeriler, yaklaşık bir yıllık. Klasik ve yarı mekanize ayaklar var, yani kömür damarı bu derinlikte tam mekanize çalışılamayacak kadar eğimli. Yanlış anlamadıysam, doğrudan ocak çıkış ağzına gidiyor burada üretilen kömür. O tarafa daha yakın ve yol üzerinde denebilir. Öncekilerden bağımsız bir konveyör olmalı; belki altı ve yedi numaralardır. Çünkü en alttan başlayınca beş, dört, üç, iki, bir diye giden ana hat ocağın diğer -giriş dediğim- ağzına uzanıyor. İki hattın ayrıldığı yer tanıdık; meşum Üçgen Topuk’un üzerindeki U3 trafosu. Yangın mahalli. Şeytan Üçgeni. Her neyse, bütün bantlar aşağıdan yukarı kömür çıkarıyor ve bazen de insan. Ölü veya diri.
Bölümün adı “Madenlerde Paralel ve Seri Havalandırma”, el yazması az. Kitap zaten gayet açık anlatmış; ihtiyaca göre her iki yöntem de kullanılabiliyor. Ne o yöntemler? Paralel veya seri. Nasıl yapılıyor? Bilmiyoruz. Suçlamayı bile anlamadım ama var bir sorun. Bakıyoruz; hava karışım oranları, hava hareket yönleri, fan kapasiteleri vesaire vesaire… Grafik, tablo ve çizimleri saymazsak sadece üç bölümlük el yazması kaldı; biter dört güne.
Elbette göründüğümden daha uyanığım ve kitabı elime aldığım ikinci akşam, hem genel olarak taradım hem de şu cümleyi arayarak bütün El Yazmaları’nı gözden geçirdim tek tek: “Madem öyle, o zaman ben intihar ediyorum, elveda!” Yok tabii ki. Olsa zaten Bıyık niye versin bunu elime, o da ayrı ama geliyor işte insanın aklına. Düşme eğilimi bile yok moralde görebildiğim: “Aptallık, skandal, saçma, cehalet, bilmiyorlar, utanç verici…”. İyi okulun da dezavantajı bu herhalde; herkes cahil, bir tek sen biliyorsun. İşin kötüsü, şimdiye kadar değerlendirdiklerinin çoğunda haklı görünüyor.
Söylemiştim ilk gün Bıyık’a; dosyadaki belgeleri bilen birisinin yapması gerekir bu işi diye, dinlemedi. Olup bitenin yarısını bile anlamamış olabilirim. Sonuç ortada. Dün yürürken tekrar sızlanacak gibi oldum: “dosyayı bilmiyorum” minvalinde
“Kanzleipapier onlar, senin elini kolunu bağlardı sadece” dedi. Peş peşe iki tahminim doğrulanmış olabilir. İlki kesin; eğer hocası, tarım işçiliği nedeniyle gittiği Bavyera’daki kaçak göçmenliği sırasında hızla dil öğrenmiş bir Polonyalı değilse aksanından anladığım, Almanca bilmiyor.
İkinci tahminim, kelimenin kendisiyle ilgili yakalanma duygusundan kaynaklandı. Şatoya çağrılmama kompleksim nedeniyle kendimi Kadastrocu olarak hissettiğimi mi yakaladı acaba halimden bu adam? Kafka çok sever bu kelimeyi. Devam edince, en azından, onun da aklından Kafka geçtiği anlaşıldı. Büro demek Kanzlei. Değersiz, önemsiz, bürokratik kâğıt yerine Kanzleipapier denir. Ama geniş anlamda bütün resmi evrakı, iddianameleri, polis fişlerini, mahkeme kararlarını anlayabilirsiniz. Yahut şimdi onun kullandığı gibi dava dosyasını.
Kafka; “İşkence çeken insanlığın zincirleri büro kağıtlarındandır” der hatta. Güldüm.
“Sizin elinizi kolunuzu bağlamadı mı Kanzleipapier?”
Burada hassas davranılması gereken iki konu var. Öncelikle, karşınızdaki anadilini konuşurken araya soktuğu tek bir yabancı kelimeyi kusurlu telaffuz etmişse cevap verirken üzerine basa basa doğrusu söylenmez. Ayıp olur yani. Hafifçe onu yankılayacaksınız, öyle yaptım.
İkincisi daha önemli; söyledim daha önce galiba ama bu adamda belli belirsiz bir intihal alışkanlığı var. Hiçbir atıf yapmadan, canının istediği gibi başka birisinin cümlesini kullanabiliyor. Yani, “ben buldum bunu, benim lafım” gibi bir vurguyla değil de anonim gibi işte. “Pereant qui ante nos nostra dixerunt!” derler. Bizim söylediklerimizi bizden önce söyleyenler kahrolsun! İntihalcinin El Kitabı’ndan. Olsaydı yani böyle bir kitap. Kahretme de kaynak göster. Şimdi yüzüne çat diye “Kafka mı okuyorsun sen?” diye sorsanız o da ayıp olur benim kanaatime göre. Kibarca “anladım ben Kafka atıfınızı anlamına gelecek bir cevap bulmak gerekir; zor zanaat.
Geldim sanıyorum üstesinden.
“Kâğıttan zincir kolay yırtılır İnayet, iş ki niyetin olsun” diyor. Yerini bile tutturmuşum alıntının. Neredeyse iki yıldır üzerinde çalıştığı dava dosyası için diyor bunu. Merak ediyorum, itibar edip saygı gösterdiği bir kurum, ciddiye aldığı prosedür var mı dünyada bu adamın? Kendi mesleği de dâhil hatta.
“Dava dosyası senin işin değil, uğraşıyoruz bin kişi zaten, boş ver..” dedikten sonra dökülüyor yalnız esas inci: “Sen ışığın söndüğü yeri arıyorsun; gölgesi olmaz orda bizim aradığımız gerçeğin…” İyi laf. Avutmuyor beni yine de. Gönlümü almak için;
“Bulamıyorsan yoktur bir şey, takma kafana” dedi ayrılırken. Takmam herhalde. Önümde iki yıla yetecek kadar dert var Kanada uçağına bindiğim andan itibaren. Denedik. Bu da böyle olmuş olsun.
Işığın söndüğü yer.
“Bazen en güzel lambalar
Işığı görmek için değil
Gölgeyi görmek için yaktıklarımızdır”
diyor Adonis. Hayat ve Ölüm Oyunu. Aslında bazen değil; ışıkta her zaman gölgeyi istediğimiz için lambayı yakarız. Güneşe, lambaya çıplak gözle bakılmaz. Işığın üzerine düşüp varlığı gölgeyle görünür hale getirmesini isteriz sadece. Fener’e bakan değil feneri tutan görür. Yok benim elimde artık ama kelimenin hayatımdan çıkması gerekmiyor.
“Perşembe akşamı Fener’de yer ayırttım, vedalaşacağız!” diye mesaj atmış Roza. Çok uğraştı Montreal’de kalacak düzgün bir yer bulabilmek için bana; çözdü sonunda. Yüksek biraz kira ama tek başıma kalabileceğim hiç değilse. Bir sürü mesajlaştık. Dönemleri vardır onun, atağa kalktıysa susturamazsın. Gezi zamanı O Kanada’da, ben İstanbul’daydım; şimdi tersi olacak. Gece yarıları, sloganla karışık Bob Dylan şarkıları gönderiyordu sürekli Montreal’den.
“Leonard Cohen seviyorduk biz, ne oldu şimdi?” dedim sonunda.
“İnna, bırak şimdi o zengin Yahudi’yi, İstanbul ayaklandı, hepimiz direniş şarkıları dinliyoruz burada!”
“Dostum öbürü de Musevi yalnız; parası da var bildiğim kadarıyla, tarz o kılıksızlık…” diyorum. İstanbul’da yalıda büyüdü bu kız. Yoksul solcusu da Dylan!
“Saçma sapan konuşma! Park’ta değil misin sen?”
“Hayır hastanedeyim, dedemin yanında…”
“Hâlâ mı!?” diyor, hayret ve endişeyle. Doktora güvenmediğim için yirmi dört saat başındayım iki aydır. Ne Gezi gördüm, ne direniş.
Güvenmiyorum dediğim adam profesör, çocukluk arkadaşı dedemin. Hastane de Türkiye’nin en iyisidir herhalde. En pahalı oteli olduğu kesin. Adam günde beş kez uğruyor. Güvenimi sarsan şey, odaya sigara içmek için geldiğinden şüphelenmem. Yasak tabii normalde, ben sekiz kat iniyorum sigara içmeye, adam odaya girdiği anda yakıyor. Benimkisinin piposu hep dolu zaten, alınamadı elinden. Akciğer kanseri hastayla onkolog doktor tüttürüyor diz dize. Sürekli anlamayacağım kadar kısık sesle konuşup kıkırdıyorlar, ara sıra birisinden kahkaha patlıyor. İlkinde şoktan konuşamadım ama ikincisinde elimi yüzümü toplayıp “uygun mu acaba şimdi burada tütün içmeniz!?” dedim ortaya.
Dedem biraz kıkırdadıktan sonra gazel okuyor:
“Kâkülü sarkıp tütün doğrarken ol taze niğâr
Tahm-ı sümbül ekti son bağ-ı vefaya zülf-i yâr…”
Onkolog tamamlıyor:
“Halka halka lüleden çıktıkça yüz bin naz ile
Ol tütün âdâlara olsun ilahi zehr-i mår”
Tezkireci Mirza-Zade Salim’miş. Bunu dedemden öğreniyoruz. Hiç yoktur intihalciliği. Bana okuduğu son şiirde bile kaynak göstermeyi ihmal etmedi.
Doktorun bilgilendirmesi biraz daha acımasız ve kapı önünde yalnız kalınca yapılıyor: “İnayet, dedeni yetmiş yıldır tanırım, çok severim ama şimdi vedalaşmaya çalışıyoruz. İkimizin önceliği de tütünün zararları değil, rahat ol lütfen…”
Çıkıp geldi Roza hemen sonra. Yaz tatili dedi ama en az bir ay erken olduğunu biliyorum. Zorla eve gönderdi, “Git bir duş al, gece yatağında uyu, ben kalacağım”. Direndim. “Tek bir gün sadece!” diye bastırınca gittim eve. Altmış beş günde tek bir gün. Sabah, Roza çaldı kapıyı;
“Amcayı yoğun bakıma kaldırdılar, üstüne bir şeyler al, hazırlan, ben seni beklerim burada, ayağına rahat bir şey giy, doğalgazı…”
Kapı çaldı. Hadi canım, gerçekten kapı çalıyor! Toparlanıp saate baktım, sabahın bir buçuğu. Aklım çoktan yerleşti demek ki Kanada’ya, İngilizce’de öyle derler bu saate. Ancak vücudum hâlâ burada ve gecenin bir buçuğunda kapı çalınıyor!
“Efendim?”
“İnayet, Xebat ben…” Dejavu. Açtım. “Lo” demedi en azından.
“Kusura bakma, uyandırdım mı?”
Giyinik, yani çıplak beklediğimden değil de bir yere gidiyor gibi giyinmiş mânasında diyorum.
“Yok, çalışıyorum, gelsene…”
“Girmeyeceğim, yola çıkıyoruz. Kaza olmuş Şırnak’ta; göçük… Tanıdıklarım var, gitmem gerekiyor…” Şirnex der gibi söylüyor Şırnak’ı, çok değişik.
“Geçmiş olsun, ne göçüğü?” diyebildim, iyi görünmüyor bu çocuk.
“Ocak, dayım onlar…”
“Şırnak’ta maden mi var?” dedim salak gibi önce ama hemen toparlandım; “Çok üzüldüm, var mı yapabileceğim bir şey?”
Dayıların ölmüş mü denmez herhalde. Hem “dayım” hem “onlar”ı birden fazla dayıya işaret ediyor kabul edersek yani. Öyle olmuşsa da sana söylemezler; “hastanede” demişlerdir diye geçti aklımdan.
“Ulaşamamışlar daha, yeni olmuş, birkaç saatlik iş…” Serseri vardiyasıymış demek ki. Girmiyor ve gitmiyor. Bakıyoruz birbirimize. Tekrar “Elimden bir şey..” derken farkettim, son kez görüşüyoruz biz bu çocukla! O farkında zaten;
“Vedalaşmadan gitmek istemedim; burada olmazsın herhalde ben dönebildiğimde?”
“Pazartesi sabah İzmir’den uçuyorum” diye cevap verdim ama ortada sorudan çok bir beklenti, talep var gibi. Soru sesi değil. Yüzündeki ifadeye dikkat edince sanki bir diğer ihtimalin “Yok, ben beklerim seni burada” cevabı olduğunu hissediyorum belli belirsiz. Ne garip.
“Hemen Kanada mı sonra?” diyor aynı tonda.
“Cuma, İstanbul’dan…”
“Ben, konuşamadık hiç, belki; bilemedim.. Mesaj belki atarım, aklımdaki..”
Sadece anadil sorunu değil bu sefer. Yine de Kürtçe söylese rahatlayabilirdi; “İnayet, ben sana ilgi duyuyorum, keşke bu kadar geç kalmasaydık da aramızda bir şeyler olsaydı” denecekti sonuçta tahminim. Fazla iyimser de olabilirim tabii ama bakışından ve kekelemesinden anladığım budur.
“Dikkat et kendine…” dedi. Elini uzatmış. Tutup çektim elinden, sarıldım. Kısa benden biraz. Korkuttum galiba çocuğu ama o da sırtımı tıpışladı bir iki kez. Sonra bir solukta;
“Merak etme, yazarsın sonra; ne zaman istersen, çok geçmiş olsun, yapabileceğim bir şey olursa haber ver, nasıl gidiyorsun sen şimdi?” deyip bıraktım yerine.
Sendeledi. Haklı, hata bende. Ne sarılırken ne bırakırken haber veriyorum. Asıl şaşkın benim.
“Alihan İzmir’e götürüyor arabayla, sabah uçak var” dedi. Sesinden utandırdığımı anlıyorum yalnız gözlerini hiç çekmedi gözümden.
“Dur, geçireyim sizi” diyorum sandaletlerimi aranarak; ayağım çıplak. Öğretmenevi’nin otoparkında oluyor genellikle Alihan’ın arabası. “Yok, yok zahmet etme. Şey için, rahatsız olma. Söylemeden gitmek istemedim. Çok mutluyum tanıştığımız için… Mesaj, belki yazarım…” deyip koridorda kayboldu. Çanta falan yok elinde. Pijama da mı giymiyor bu yani?
Öpmedin Allah’tan çocuğu diye takdir ettim kendimi. En cesur halim lisedeydi benim; vardır bir kaçını çekip öpmüşlüğüm. Üniversite öğretti karşıdakinden beklemeyi. Beklediğimden demiyorum. Kapattım kapıyı. Koridorda sesler var; Alihan iniyor olabilir. Pencereden bakmak için dönünce, karanlık camdan kendimi görüp duruyorum. Vazgeçtim bakmaktan. Kendime baktım onun yerine. Onun gözünden belki. Gözleri kaldı aklımda. İnsanın kendisini güzel hissetmesine neden olan bir bakış türü.
Üzüldüm.
Ne ki tanımak insanları? Güzel güldüğünü, masada karşımda oturmaya gayret ettiğini, atasözü sevdiğini biliyordun. Utansa bile gözlerini kaçırmadığını ve dayılarının maden göçüğü altında olduğunu da biliyorsun şimdi. Neyi bilmek istiyorsun daha fazla? Sigara arıyorum; kendini dinle sen, bırak gitsin çocuk.
Ne biliyorsun bakalım kendinle ilgili? Yaktım sigarayı; çalıştı araba. Sesi geliyor. Kapı seslerinin arasında Leonard Cohen başladı kafamın arkasında; “I Left a Woman Waiting…”
“Bir kadını beklerken bıraktım
Daha sonra onu tekrar buldum
Bana görüyorum ki, gözlerin ölmüş dedi…”
İki sene sonra karşılaşırsak ne bende bu güzellik ne onda o göz kalacak. Hangi albüm? Hatırlarım. “Death of a Ladies’ Man” olabilir. Müzik dinlerken hiç hissettiniz mi bilmem ama önce sanki başka birisine söylenen söze kulak misafiri olur gibisinizdir. Sonra bir anda size hitap edilmeye başlandığını fark edip deneni kaçırmamak için yoğunlaşırsınız. Ne andır ama! Tespit kimin? Hatırlamıyoruz.
İşte bu ikinci aşamaya ulaşamamış şarkıları asla aklımda tutamam. Belki ıslık çalamadığım içindir.
O tabii, albüm diyorum, Death of a Ladies’ Man.