İnayet

BÖLÜM 17: FEN BİLGİSİ

Şirket fenni yenilikleri işçinin can emniyetini sağlamak için değil, daha çok kömür üretilmesini sağlamak için kullandı. Bu yüzden ölümler, yaralanmalar patladı…”

Şirket dediği “Ereğli Şirket-i Osmaniyesi”, adı öyle sadece, Fransız şirketi aslında. Fransızlar uzun yıllar madencilik yapmış buralarda. Batı Karadeniz ve Kuzey Ege’deki kömür rezervlerinin farkında herkes 1800’lerin ortalarından bu yana. Bıyık, Balıkesir Barosu’nun salonunda Ho-Chi Minh’den baroya gelmiş bir mektup gördüğünü anlattı. Çerçeveletip “Ho Amca”nın -öyle diyor adama- fotoğrafının altına asmışlar. Balya’da bir başka Fransız maden şirketine karşı grev yapan işçilere verdikleri destekten ötürü avukatlara teşekkür ediyormuş. Fransız sömürgeciliğine karşı inanılmaz bir küresel fikri takip; “Bác” Ho’nun Balıkesir mektubu! Vietnamlılar amca diyemeyeceğinden, öyle diyorlar tabii adama.

Vietnam meselesinin kendisinden çok, Amerikan toplumunun Vietnam Sendromu üzerine okumuş, seyretmiş ve dinlemiş olduğumu fark edip utanıyorum biraz. Sinema, medya, müzik, teknoloji kimdeyse onun hikayesini öğrenmeye teşneyiz. Geçen yüzyılın başında Hanoi’den Balıkesir’e uzanan hat ne kadar yabancı bana. Oysa Montreal-İstanbul nasıl yakın görünüyor hâlâ gözüme. Perhize “küreselleşme” ve “neo-liberal” ekleyerek bitti sohbet. Emperyalizm demeyi beceremezsem gerçekte olup biteni kavramamın mümkün olmadığını iddia etti Bıyık. Evet, dikkat ediyoruz kilomuza, devam perhize. Yakın zamanda hiç değilse bir makale bulup okumaya karar veriyorum Vietnam hakkında. Küreselleşmeyi neden sevmedik anlamadım yalnız avukatlara mektup güzelmiş.

Derviş’in kitapta önceden altını çizdiği yerleri yine Derviş’e okuyorum sendikanın terasında.

Erkenciyiz.

 “…şirket kesenecilik diye bir usûl ortaya attı. Kesenecilik ‘götürücülük’ şeklinde de telaffuz ediliyordu…”

O İzmir’de kaldığı için erken gelmiş, ben de daha fazla İstanbul’un gereksiz olduğuna karar verdiğim için buradayım. Bizden başka kimse yok.

“Bizdeki taşeronun yaptığı da bu işte!” diyor.

“Taşeron yok burada, herkes şirketin işçisi…”

“Var. Devam et sen, anlatacağım.”

“… bu usûlü çıkarlarına uygun bulan şirket işçiye dedi ki; verdiğim işi bitirmeyene gündelik yok!”

Değil işte. Yüzlerce tanık dinlendi işçilerden, kimsenin maaşından kesinti yapılmamış. Götürü değil buradaki üretim.

“Yok taşeron” dedim.

“İnayet, takım çavuşlarının yaptığı bu işte; sabah üretim mühendislerinden aldıkları o günlük görevi baskıyla tamamlatıyorlar işçiye, işçiyi bulan da bunlar, ekibi var herkesin…”

“Bitmezse kimsenin maaşını vermezlik etmiyorlar, ceza ne o zaman?” tek ayak üstünde mi bekletiyorlar? Dururduk okulda biz. Biz lisedeyken fen bilgisi diye bir ders vardı. Yalnız “fenni” kelimesi kullanılmıyor artık hiç. Bilimsel diye mi çevrilecek bu? Yok, ortaokuldayken. Lisede bölünmüştü artık, fizik-kimya-biyoloji deniyordu. Fen varken de “fenni” yoktu ama kesin.

“Maaş için değil, primle iş güvencesi için düşün aynı şeyi. Söylediği yeri tamamlayamazsan prim yok, sürekli giriş çıkışlar yapılıyor bordrolarda, düzenli işe gelebilmeyi de riske atmış oluyorsun bir ekibe dâhil olamazsan.”

“Şirket mi kuruyor ekipleri?”

“Göz yumuyor diyelim, üretim politikası. Şey diyorlar o ekip kuran adamlara, şey, neydi? Aklıma gelince söylerim…”

Her neyse taşeron değil bence. Sigortalı işçisi herkes şirketin. Aslında Xebat’ın göçükte ölen dayısı -veya dayısının oğlu yahut annesinin kardeş torunu ya da dayım onlar işte- sigortasız olduğu için konuşmuştuk bu konuyu Akhisar’dan ayrılmadan.

Bu madende herkes sigortalı olduğu gibi, sendikasız işçi de yok. İşe giriş yapılırken ilk masada sözleşme imzalıyorsanız ikinci masada SGK bildirimiyle sendika giriş formu hazırlanıyor. Nergiz’i ifrit eden sendikacılık türü bu işte; Kamu Kurumu niteliğinde Meslek Odası gibi bir çeşit “özel sektör kurumu niteliğinde işçi sendikası”. Patron zorluyor sendikaya üye ol diye; metazori sendikalısın. Diyelim ki patronla anlaşmış bu sarı sendika; git yenisini kur; elini tutan mı var? Varmış. Ağır baskı var başka sendikanın ocağa girmemesi için. Bıyık’a bakılacak olursa; yüz yıldır kömür çıkarılan havzada bir tane eli yüzü düzgün devrimci sendika kuramayışımızın ayıbını da patrona yüklemek kolaycılıkmış. “Devrimci sendika”yı sıfat gibi kullandı. Devrimciyi genellikle isim olarak kullanıyor normalde. Gramer bilgisinin faydası olmuyor tam olarak ne kastettiğini anlamaya.

Ben yine de işçinin kayıtlı olmasının enformel sektöre göre avantajları olduğunu savunduğumda, Bıyık’ın tarihsel nutuklarından birisinin mağduru olduk hep beraber. Herkes adamın mevzuya hassasiyetini bildiğinden açılmazmış meğerse konu. Ayda bir benim gibi çaylaklar nedeniyle sıfırdan dinlemek zorunda kalıyorlarmış. “Bir şeyler ekliyor olabilir her seferinde, sanki en uzunu buydu” dedi Nergiz.

Özü şu; “Norm” ile “Normal”i karıştırdığımızı iddia ediyor. Normal olanın kayıtlı, sigortalı, sendikalı çalışma olduğunu iddia etmemizin nedeni buymuş: “Bir avuç Batı Avrupa ülkesiyle Kuzey Yarımkürenin üç beş sanayi devi dışında aslolan kayıtsız çalışmadır” dedi. Dünya Çalışma Örgütü’nün uyduruk normları bizi ilgilendirmezmiş; gerçeğe bakılacak. Normal olan, ezici çoğunlukta kayıtsız çalışmadır dünyanın her yerinde diyor. Ayrıca “enformeli kayıt altına alalım soytarılığına” derhal son vermeliymişiz:

“… vergi ve sigorta yükü eklendiğinde kârlılığın yeniden üretimi sağlanamadığından kayıtsız yapılıyor zaten bu işler, formel hâle getirilemez, bitirilebilir ancak…” dedi.

“İşçiye benzeyen işçi” takıntımıza son verip önümüzde bulduğumuz çalışan halkı örgütleyecekmişiz. “Halk nedir; sınıf nedir?” konulu ara başlığa hiç girmiyorum.

Nutuğun ilk üçte birinde tövbekâr olmuştum ama aramızda yeni alevlenmiş yakınlık nedeniyle hissettiremediğimden olsa gerek, bitirmeden durduramadık. Nerede saklanıyor acaba dünkü romantik adam diye biraz düşünüp -havaalanına yetişeceğimiz için- kahvaltıya yoğunlaştım sonra mecburen. Hepsi aynı adam sonuçta.

“İşe yaramaz” anlamında kullanıldığını yıllardır fark ediyor olmakla birlikte; pek de hazzetmediğim bir rengin kodu olmak dışında kafamda şekillendiremediğim “sarı sendika” tabirini gözümde canlandırabilmemi sağladı sonuçta sohbet. Geçtik grevi, iş yavaşlatmayı falan; sendika seçimlerinde kullanılacak oyların kapalı zarfa konup vardiya amirleri tarafından dağıtılması pastanın üstündeki çilekmiş hakikaten. Zaten okuma yazmaya pek düşkün olmayan işçiyi listeyle, seçimle yormamak için patron üstlenmiş o zahmeti diyelim.

Eğitimli insanlara yakışacak şekilde ara renk kodları hayal etmeye çalışıyorum; bej sendika, oranj sendika; kızıla ulaşıncaya kadar çileli bir yol görünüyor. Bunun seveceği kızıl muhtemelen yalnız eldeki soytarılıkla yürümeyeceğinden emin oldum ben de. Ülkenin en büyük sendikalarından birinde durum budur yani anlayacağınız.

İki gün sonra tek celse duruşma yapılacak. Keşiften önce mutlaka dinlemek istediği tanıklar var başkanın; sonrası keşif hazırlığı. Diğer avukat gruplarından da gelen yok daha, genellikle duruşma günü toplanıyorlar. Gerçi Akhisar’da olsalar bile buraya gelmiyorlar pek; onların da kendi mekânları var. Birbirine yakın -yahut benim gözümden kaçan nüanslarla- şöyle böyle paralel yürüyor çalışmalar diyebilirim. Ortak işler ve toplantılar yapılıyor bazen; onlardan da sıkı işler geliyor duruşmalarda.

Tereddütsüz öğretmenevine indim bu sefer. Odamdayım. Birisi kitap birisi kıyafet iki koca valizim var. Hafıza zamanı değil mekânı kaydeder. Sonradan biz görüntüyü kafamızda oynatır, hareketi veya zamanı kaydettiğimizi zannederiz. Akhisar hatıratım bahçedeki ıhlamur ağacının altıyla bu odadan müteşekkil şimdilik. Güzel gerçekten. Kelime diyorum, mekânı da seviyorum tabii.

“… götürü usûlü işçinin canına okudu. Çünkü işçi çok hesaplı, ölçülü verilen işlerin hakkından gelebilmek için kendisini tüketti; emniyeti bir kenara bırakıp çok tehlikeli yerlerden kömür kazmaya başladı…”

“Aynı değil işte Derviş! Kafasına göre kazabiliyor mu bizimkiler? Hayır…”

“Üretim baskısı anlamında karşılaştır; bant durur da üretim yavaşlar, hesap veremeyiz diye paniğe kapılan şalterciyle bantçıları düşünür müsün lütfen?”

“Yangın çıkmasını göze alıp dördüncü bandı zorladılar diyorsun yani?”

Öyle düşünmediğini biliyorum aslında. Çok akıllı bu bana göre, kolay kandırırım diye rahatlamaması için zorluyorum; “biz de biliyoruz biraz” havasındayım.

“Banttan çıkmadı o yangın ama örnek doğru…” diyor “… üretime takıntılı bir ocaktı orası, üretimi azaltacak her sorun aşırı tepkiyle karşılanıyordu. Ondan panikti bantçılar.”

Niye üretime takıntılı olunur? Kolay cevabın “daha çok para kazanmak için” olduğunun farkındayım. Benim gibi yalandan iki dönem mikro iktisat dersi alan bile bunun sınırsız olmadığını bilir. Daha çok üreteyim, çok para kazanayım derken piyasayı mala boğarsın, fiyat düşer; eskisi kadar bile kazanamazsın sonuçta. Kapasite sorununu hiç saymıyorum.

“Kota yok muydu burada?”

“Asgari kota var sadece. Hizmet alım sözleşmesi olsaydı, ocağın kapasitesine göre miktarı tarif edip alta üste sınır koyarsın; gelip üretir o aralıkta ama rödovans aslında buradaki.”

“O ne?”

“Ne çıkarırsan alırım diyor devlet. Aynı fiyattan. Çok kömür lâzım termik santrale çıkar becerebildiğin kadar diyor yani…”

Devlet para sallayarak tahrik etmiş adamları resmen.

“Ereğli Şirket-i Osmaniyesi, kaba kömürün…” tüvenan bu dedi, biliyorum dedim “…arabasına bir kuruş hesabıyla gündelik ödüyordu. Ne kadar kısa zamanda ne kadar çok araba çıkarırsanız o kadar para alıyordunuz. Şirket kömür üretimini kanlı bir yarışa çevirmişti…”

Ne tatsız benzerlik. Araba nedir ki şimdi acaba?

Öğlen buluştuğumuzda, kitabı bana niye verdiğini anladığımı söyledim. Hayır, eve davet etmemek için demedim, gerçek neden diyorum; ilgimi çekmeyi bir türlü başaramadığı genel üretim koşullarıyla katliamın ilişkisini anlamamı istiyor. Hava kalitesi ve kot taşlama muhabbetinden beri dönüp dolaşıp bu konuyu açtığının farkındayım. “Yüz elli yıldır aynı bu işin mantığı, gör artık” diye Ahmet Naim’in anılarını okutuyor.

Müntehir’le maceramda işe yarayacağından emin değilim. Diğer yandan, tayfasın sen artık İnayet, Moby Dick’i ararken balina yağı çıkarmasını da öğreneceksin mecburen.

Fenni anlamda iki ocağı kıyaslamak mümkün değil bana göre. Buldum arabayı, ananemin kulakları çınlasın, katır arabasıymış. Yani Ereğli’de bant bile yok, elle kazılan kömürü küfelere dolduruyorlar, katır çıkarıyor yukarıya; o derece fark! Neyi karşılaştıracaksın Fenni Derviş Bey? İbrahim Bey, Mustafa? Değil. Var ama öyle birisi. Gramer gibi lâkap yani Fenni. Kullanılmıyor bence artık bu.

“Devam et…” dedi.

Yok benimkinin intiharıyla bunların ilgisi, ben kitabımdan sorumluyum sadece, demek istiyorum ama ayıp artık. Hepsi aynı dava sonuçta bunun. Öğren. “Kudüs’ü kurtarmak için düştükleri binlerce fersahlık yolları aşarken; boş durmuyorlardı…” der Ahab, haçlı ordusuna benzettiği tayfalarını mazur göstermek için. Onlar “… bir yandan çalıyor, çırpıyor, yankesicilik ediyor, din uğruna her türlü talana girişiyorlardı…” onun tayfası da Moby Dick’e doğru ilerlerken biraz balina yağı çıkarmak peşindedir. Hedef baki, yolun kendi beklentileri, ihtiyaçları, arzuları var. Herkes Ahab gibi yemeden içmeden, pipo tütünüyle kilitlenemez amaca. Öyle anlaşılıyor ki, bir kere yola çıktıktan sonra mevzu hac mekânından çok hacının yokluğunda şekilleniyor. Kutsal hedefine doğru yürürken, bırak biraz balina yağı biriksin. Hikayenin sonunda bir de bakarsın ki elinde sadece o kalmış. Yolda topladıklarına hayat deniyor, vardığın yere ölüm. Hemen varmayı kafaya takmamak daha iyi olabilir. Buralısın sen artık, illa ki bulunacak bu çocuğun kendisini niye astığı.

Devam o zaman.

“Bazıları der ki Ereğli Şirket-i Osmaniyesi havzaya fen soktu. Ama onunla birlikte, tıpkı kazma, direk, kürek gibi insanı malzemeye sayan bir istihlâk -tüketim demek bu dedim; biliyorum dedi- anlayışı da soktu. Emniyete hiç önem vermediği için, götürü usûlde işçi kayıpları da hızla tırmanmaya başladı…”

Burası biraz benziyor işte. En son H panosunu kazıyordu bizimkiler. Artı 40 kotu; en derin yeri madenin, indikçe metan çıkıyor. Bu ocak için yeni bir durum, yoğun değilmiş metan daha yukarılarda. Zonguldak’ta “nakıs” iki yüz ellideyiz zaten, artı değil eksi artık kot. Derindeyiz. Her yer metan.

Gülüyorum; “Ateşnefes kütleyecek!”

“Ocağın Arabı’nı çok sevdim” diyorum.

“O ne?”

“Derviş! Okumadın mı sen bu kitabı?”

“Okudum, dikkatimi çekmemiştir…” diyor.

Vazgeçtim rüyamı anlatmaktan! O boyda zenci yani, dikkatini çekemiyorsa senin, nasıl okudun o kitabı? Yalnız zenci-beyaz yerine Afro-Amerikalı, Avro-Amerikalı; Amerikan-Yerlisi diye ayırsan başın ağrımaz tabii. Politically Correctness.

Hiç Amerika görmemiş zenciye ne denecek? Bilmiyoruz. Arap denebilir Süleyman Bey gibi. Belki ananem de politik doğrucuydu. Aptallaşma, siyahi de.

Devam:

“Ereğli şirketi, fenni yenilikleri işçinin can emniyetini sağlamak için değil, daha çok kömür üretilmesini sağlamak için kullandı…”

Müntehir tersini düşünüyor mesela bizim ocak açısından. Mekanize A ve H panolarında çok az işçi çalıştığı için “tam mekanizasyon aynı zamanda güvenlik yatırımıdır” yazmış. Söyledim Derviş’e; “O da bir bakış açısı ama işe yaramadığını gördük…” dedi. Emin değilim işe yaramadığından. Ölümlerin büyük çoğunluğu kalabalık işçi çalıştıran klasik S panosu ayaklarında meydana geldi. Gayet haklı olabilir o açıdan. Böyle nereden baktığımıza göre değişecekse bu iş “gerçek” gerçeği kim bulacak? Bıyık’ın gölgeli gerçeklerini düşünüyorum. Fenni açıdan diyordum. Hiç fenni durmuyor gölgeli alacakaranlık. Olmalı bunu kullandığımız bir yer ama gelmiyor aklıma. Keşifte anlaşılır belki neyin ne olduğu; o da fenni bir iş sonuçta.

“…Şirketi sadece ‘fenni ihmal” sorumlu kılıyordu. Tabii fenni ihmalin yerinde tespiti gerekiyordu. Bunu da hükümetin adamları yapıyordu. Bazen, hatta çoğu kaza yerine hükümet memurları gelmeden önce tamir postaları kurulur, şirketi sorumlu tutacak eksiklikler giderilirdi…”

“Fenni sünnetçi!” diye bağırdım.

“O da bu kitaptaysa gerçekten hızlı okumuşum biraz” diye gülmeye başladı Derviş.

“Yok. Neyde kullanılıyordu fenni en son, onu hatırlamaya çalışıyordum…” diyebildim. Çok utandım.Sünnet falan görmüşlüğüm yok tabii ki; edebiyat okuması muhtemelen ama vardı yani böyle bir şey. Sustum artık. “Eksiklik” kısa devre yaptırdı herhalde kavrama. İnayet yani; neyse, sustum.

“Aynı hikayenin güncel versiyonu elimizdeki, iki yüz yıldır böyle yapılıyor bu iş…” dedi. Yahudiler’i soruyorsan temiz beş bin yılı var Dervişçiğim diyeceğim de elimizdeki demeseydi iyiydi. Kömür çıkarmayı kastediyor İnayet!

Aslında iknayım -yahut teslim oldum biraz- Derviş’e. Son alıntıyı kesip, yok kopyala sen boş ver kesmeyi, olduğu gibi yapıştırabilirsin bizim işçilerin savcılık ifadesine. İki yüz tane var elimizde, haberli sözde teftişlerin hangi göz boyamalarla atlatıldığı hakkında.

İkna olunca mevzuya ilgimi kaybettiğim için; Derviş’in “… Teknoloji bile sandığımız kadar değişmemiş” hikayesine örnek olsun diye anlattığı ilkel “Kara Tumba” bacalarının bizim ocağın nerelerinde açıldığına dair ayrıntılı tariflerini dinlemek yerine, “Tamba Tumba Esmer Bomba” şarkısını söyleyen Türkan Şoray’ın giydiği kıyafeti hatırlamaya çalışıyorum. Dekolte biraz ama hakikaten çok güzeldir yani o kadın o yaşlarda. Bir içim sudur.

Anlaşılan tamamen elle kazılan kör bacalar. Emek yoğun, hava seyrek. Elbette Al Yazmalım hâli var bir de. Ayaklarda ter döken işçilerin emeğine saygısızlık olarak kabul edilmeyecekse “Sevgi emek midir, Kadir mi?” sorusuna cevabım da Kadir İnanır yani. Onun da afet yılları. Her neyse.

“Tumba” nedir ki “Kara Tumba” ne olsun tam anlayamadım ama yapmasalar daha güvenli olacakmış sanıyorum.

Yüz yıldır hiçbir şeyin değişmemiş olması dehşete düşürüyor insanı. Katır yerine konveyör tamam ama aynı nedenle ölüp duruyor insancıklar. Daldığımı görünce kitabı elimden alıp altı çizili son cümleyi kendisi okudu;

“Bu arada yalancı şahitler de hazırlanırdı…”

“Var gerçekten benzerlik” dedim bıkkınlıkla. Bıkkınlık falan yok İnayet! Bağırdın sen bu çocuğun yüzüne “Fenni Sünnetçi” diye; aklına mukayyet ol, çocuğa da güzel davran.

“Hatırladım; ‘Dayıbaşı’ diyorlar taşerona. Tarımdaki mevsimlik işçi çavuşlarından kalma bir sıfat…” dedi.

Evet, tarım havzasıydı burası madenden önce; Sarımsak, kavun, tütün, bakla… Gerçekten olmazmış Bakla oteli, hoş değil, tütün oteli güzel. Sigara yaktım. Kitap kalabilirmiş bende, çok mutlu oldum. Seviyorum bu kitabı. Anılarım var artık onunla. Derviş bilgisayarını kapatırken,

“Ee, bugün, yarın yok kimse galiba; ne yapmayı düşünüyorsun? dedi. Nergiz “keşiften önce gelemem”; Melike “Keşiften hemen önce orada olurum” dediler. Aynı laf gibi duruyor; yoklar yani gerçekten bir süre. Alihan İsviçre’de, keşfe bile gelemeyebilir.

Bıyık’tan ve sürprizimden bugünlük ses yok. Ben olsam;

“Sevgili Anna…” diye başlardım ama Abi var ortada, yenge sayılır kız; “Anna Hanım…” daha uygun olabilir. Getirecek bence mektubu yanında, dostuz biz artık. Lafa bak;

“Rus dostu vardı Abi’nin…” insanı dost olmaktan soğutur. Bu ortamda adamı nasıl “dostum bu da benim” diye tanıştıracaksın yani insanlarla. Söyleniyor ama işte, var böyle bir şey.

Yaslandım arkama.

“Yok bir şey aklımda…”

Çok dinginim burada. Sadece bir gün önce İstanbul’daydım. Telaşı bile hatırlamıyorum. Serseri mi oldum iyice acaba? Gocunmam yani, aynı fikirdeyim Haldun’la, bir şerefi var bu işin. Dinginleşmenin zamanla bir ilgisi olmayabilir, zaman değil de mekân yaratıyor sanki? “Mekân zaman gibi unutkanlık getirir” o nereden? Büyülü Dağ. “…bunu bir insanı tüm ilişkilerden koparıp onu özgür ve aslına dönebilecek bir duruma getirerek yapar…”

Sanatoryumdaki Hans Castorp için söylüyor. Söndürdüm sigarayı. Hans’ta da çok sempatik bir sigara markası bağımlılığı vardır. Benim 216 gibi. Getirtir özel olarak sürekli. Beni çarpıp hafızama kazınan kısmı şuydu herhalde; “Gerçekten de bir anda ayrıntılara meraklı ya da ilkelerine bağlı birini bir serseriye dönüştürebilir” Kesinlikle mümkün bu işte. Doğru hatırlıyorsam şöyle biter sonu; “… zaman Lethe ırmağının suyudur derler ama yabancı hava da onun gibi içilebilir ve etkisi onun kadar güçlü olmasa bile daha hızlı olabilir…”

Zaman değil mekân beni değiştiren. Hans gibi bağımlıyım ve seviyorum Akhisar’ı. Ama onun hissettiği alışkanlık tuzağı yok artık aklımda. Yok burada çünkü tuzak falan.

Toplandı. O ne yapacak? Çılgın bir plan beklemiyordum kendisinden, mazbut bir çocuk bu. Nerede giyiniyorsa orada soyunuyordur. İlahi dede, eve gidip çalışacak bence.

“Eve doğru yürüyeceğim” diyor.

Tanıyorum işte. Birisini tanımak ileriye doğru işleyen hafıza gibidir. Ne yapacağını hatırlayacaksınız. Çünkü “sadece geriye doğru işleyen bir hafıza çok zayıftır.” Öyle der Beyaz Kraliçe Alice’e.

“Aslında küçük İnayet’i bulmak istiyorum da bilemedim nereden başlayacağımı…” dedim. 

“Ben götüreyim seni.” dedi.

“Tanıyor musun!? Köyü biliyor musun? Yakın mı?” heyecanlandım şimdi

“Şu üç numara tıraşlı kızı demiyor musun? Buradalar bugün, çarşıda gördüm. Biliyorum nerede kaldıklarını, götürebilirim…”

“Üç numara tıraşlı kız.” Hayatımdaki önemli kadınların sadece etek boyu kısaydı, saç boyları da kısalıyor. Kadınlar için kullanılmaz bir kere tıraş lafı. Çok sevindim.

Bu da hiç kalkmıyor gibi duruyor bilgisayarın başından yine de herkesten haberi var. Sorun bende diye emin oluyorum iyice. Yakınlaşamıyorum insanlarla. İlginç bir şey oldu sabah. Öğretmenevine vardığımda çok erkendi, gündüzcüler gelmemişti daha. Merdivenlerin mutsuz bekçisi yaptı kaydımı. Çelik bir su ısıtıcısı getirdim valizde. Adamı görünce dayanamayıp;

“Ben kahve için su ısıtmak istiyorum odada, mümkün müdür acaba?” diye sordum

“Yasak” dedi hiç kafasını kaldırmadan. Kimliğim elinde, deftere bilgilerimi yazıyor.

“Gece çay ocağında ısıtıp yukarı götürsem?”

“Kapalı çay ocağı ondan sonra.”

İyi. Hepimiz mutsuz olalım yani. Bağımlı insanlardan korkmalısınız -sigara kahve fark etmez- durmuyorum; “Siz içmiyor musunuz gece hiçbir şey?” dedim. Israrım yüzünden kafasını kaldırdı. Altmışlarının sonunda olabilir. Camgöbeği mavisi gözleri var adamın. İnayet sen neresine bakıyorsun insanların; şu göz rengine bak! Kayıttan sonra hemen bahçeye çıkıp yakmak üzere elimde hazır tuttuğum sigarayla çakmağa bakıyor. “Buldun belanı” diyorum içimden. Meğer bu da yasakmış, toparlanıp gidersin artık Bakla Oteli’ne.

“O zaman bir sigara ver de anlaşalım” diyor kocaman gülümseyerek. Salaksın sen, bakmıyorsun, kodluyorsun insanları sadece. Uzatıyorum. Bir tane alıp kokladıktan sonra gömlek cebine koyuyor. Çakmak kaldı elimde.

“Ateş var isterseniz?”

Tekrar kocaman gülümsüyor adam. Gülerken rengi açılıp koyulaşıyor; ağzıyla değil de gözleriyle gülüyor sanki.

“Yirmi yıl önce bıraktım, ara sıra çıkarıp kokluyorum sadece, sen de bırak zamanı gelince…”

“Olur” dedim hemen.

“Acele etme, iç daha” diyor. Mutsuz falan değil. Anlaşma şöyleymiş; ben fişte unutmayacağıma söz vereyim o da altına koymak için tepsiyle, kahveyi karıştırmak için çay kaşığı verecek.

“Var benim de burada. İç çalışırken kahveni; durulur mu yoksa sabaha kadar?” diyor kimliğimi geri uzatırken. “Sensin mutsuz, ben gayet iyiyim, yansıtma kendini insanlara” diyor gözleri de. Bu kadar tanıyabiliyorum insanları işte. Olsun. Başlayacağım bir yerden.

İnayet’i bulmak için çıkarken;

“Sen de inecek misin keşfe?” dedim Derviş’e. Sırf bizim tarafta kayıtlı yüzün üzerinde avukat var. Otuz da -en az- karşıda olsa, bilirkişiler, mahkeme heyeti… Nasıl yapacaklar acaba?

“Bizden sadece Başkan” diyor.

Her avukat grubundan birer kişi seçilmiş. Teknik sorunlar var, çok iyi değil büyük ihtimalle aşağının durumu. Toplam on beş yirmi kişi inebilecekler. Zorlu bir iş.

En çok gezindiğimiz caddedeyiz.

Çarşı esnafından selam verip “Hoş geldiniz” diyenler var. “Geniş gerçekten bu Derviş’in çevresi” diye düşünürken; “Yeni gittiniz daha, başlıyor mu duruşmalar yine Avukat Hanım?” diyorlar. İçim pır pır ediyor.

“Başlıyor, hoş bulduk, nasılsınız?” İyilermiş. Ben de iyiyim.

Uzaklaşmıyor benden bu kent. İlan panoları değişmemiş. O yüzden Borges değil Mann var benim aklımda bugün.

Bir merhaba diyelim bakalım “üç numara tıraşlı” kuzucuğa. Havayı ciğerlerime çekiyorum. Lethe ırmağının suyu gibi unutturuyor İstanbul’u. Öncesi sonrası yok. Senin hedefin unutmak değil, buradan başlayacaksın sadece diyorum. Tanıdıkların var.

Buraya aitsin şimdilik.