Bölüm 13: Gül Bir Güldür, Bir Güldür Bir Güldür
İstasyonun önündeki çardaklı kahveyle taksi durağı kulübesinin girişindeki ahşap iki sıra dolu tamamen. Pazar olmasına rağmen en az yirmi kişi var seçebildiğim kadarıyla sabahın bu saatinde. Sandalyeler hafifçe kaldırıma doğru çevrilmiş seyrediyorlar. Kaldırımın kenarına park etmiş arabaya yoğunlaşmış; sessiz, ilgili ve orta yaşlı bir dikkat yumağı. Park lambaları yanıp sönüyor arabanın.
En az on dakikadır sürüyordur bu; o kadar oldu çünkü “istasyonun önündeyim” diye arayalı. Gördüğüm anda adımlarımı hızlandırmakla birlikte beni bile rahatsız etmeyen bu sempatik hayran kitlesinin onu hiç yormayacağının gayet farkındayım.
İzmir havaalanından kiralanmış görünen koca siyah sedan otomobilin kaputuna yaslanmış, mor camlı güneş gözlüklerinin arkasından etrafa bakarken küçük kıpırtılarla seyirlik yaratıp tribünü çekip çeviriyor. Işıklara ulaşınca seslenip el salladım. Kolunu kaldırarak parmaklarını açıp kapattı. Onun el sallaması da bu. Geçtim karşıya. Çok yakınız ama yavaşlayamıyorum; atamadım hâlâ şaşkınlığı üzerimden! Kucaklamadan önce şöyle boydan bakayım: Evet, gerçekten çok güzel bir kadın oldu bu. Benim için hâlâ çocukluk arkadaşı olsa da kadın olarak heyecan verici göründüğünü kabul ediyorum. Roza geldi! Sarılıyoruz.
Başını yukarı dikip yüzümü avuçlarının arasında tutarak soruyor: “İyi misin?” Yedibuçuk santim kısa benden. “Lisede sadece beş santimdi, mümkün değil olamaz o yüzden…” diye ısrar edip her yıl en az bir kere ölçüyor, oradan biliyorum.
“Tabii ki iyiyim, çok güzelsin” diyorum.
“Yağ çekmeyi kes de adamı görelim.”
“Söyledim sana adam falan yok, şu koca arabayı park edecek bir yer bulup kahvaltıya gidelim” dedim.
Neyse ki uzatmadan oturuyor direksiyona. Kahveden tarafta kalmış ön yolcu koltuğuna dolaşıp kapıyı açarken;
“Avukat Hanım! Gözünüz aydın, misafiriniz mi geldi?” diyorlar. O kim? Mübaşirimiz. Duruşma yok, hafta sonu.
“Evet, teşekkür ederim, günaydın”. Hoş adamdır çok, sabah çayı içiyor kahvede. Çarşıda her karşılaştığımızda selam verir mutlaka. Kitle başını sallıyor: Aydınlatıldı gizem.
Binip kapıyı kapatmamı bekledikten sonra;
“Ne dedi o?” diyor güneş gözlüklerini çıkararak. On bir yıldır her baktığımda ilk kez karşılaşıyormuşum gibi çarpan menekşe renkli iri gözlerine bakıyorum. Nefes kesicidir, benzerini hiç görmedim.
“Avukat Hanım dedi.”
“İnna! Aklımı kaybettireceksin sen bana! Müşterilerinle “Cafe”de mi görüşüyorsun?” İstasyon kahvehanesinin sahibi sevebilirdi “Cafe” dendiğini duysa.
“Müşteri denmez birtanem müvekkil o dediğin ama bu ikisi de değil zaten, tanıdık sadece, sür sen şuradan…” Adamcağız için üçüncü bir tanım çok gereksiz. Ayağımda sandalet gördüğünde “İnna” değil “Yeti” der aslında; henüz durumu kontrolü altında hissetmediği için oturmadı daha alışkanlıkları. Kızgın bir günümde;
“İnayet benim adım, niye İnna deyip duruyorsun!?” dedim. Lise ikideydik artık.
“Seninle bir ilgisi yok, daha çok benimle ilgili…” demişti.
“Saman kafalı! Bizzat benim ismim nasıl seninle daha çok ilgili olabiliyor acaba?” diye gülmeye başladım kızgınlığımı unutup.
“Senin ismin öyle olabilir tavşanım, kendi tercihin, sadece benim o isimde arkadaşım olamaz, o bakımdan benimle ilgili…” dedi. Gerçek bir özgüven abidesidir bu kız.
“Benim tercihim değil, babaannemin adıymış” diyebildim.
“Her neyse…” dedi.
Roza’ya göre iki farklı insan yaşıyormuş bedenimde. O sadece birisiyle arkadaş.
Şu koca elleriyle ayaklarını koyacak yer bulamayan, kızıl kafalı, sandalet giyip pis pis sigara içen Yeti oluyor. Dişi kar canavarıymış o kız, sevmiyor. İnna’yı anlatmak biraz daha zor benim açımdan. Hâlâ koruduğu yılanbalığı gibi bir vücudu var bunun. Ne bir gram fazla yağ ne gereksiz bir taşkınlık; her şey ölçülü, minimalist dolgulu. Yelkenci Roza, yüzme takımı kaptanı Roza… Yaşıtlarıma göre biraz erken boy atıp geliştim ben. Her açıdan yani. Pekalâ, ananemi utandırmayacak bir tarif bulalım. Bel çevreme oranla biraz büyük beden iç çamaşırı kullanıyorum diyelim. Kum saati gibi. Bu terbiyesizin tabiriyle “Victoria’nın derin gizleri”.
“Benim arkadaşım işte o fıstık İnna. Ama çok istiyorsan sana da acıyabilirim” diyor ranzadan atlayıp. Onunki kadar esnek bir vücut için berbat bir kambur taklidi yaparak: “Bana su verdi, bana su verdi…” diye bağırıyor yatakhanede.
“Quasimodo o seni geri zekâlı; Yeti değil” diyorum.
“İyi o saman ısırayım güsel usun beyas boynunustan” diye tepeme dikiliyor süt dişi kadar beyaz köpek dişlerini göstererek. Yeti’nin z’leri s gibi söylemesi gerektiğine inanıyor.
“Defol! Dracula o da; Yeti hareketi diye bir şey yok” diyorum. Kızgınlığımı hatırladım.
“Nasıl olur!? Ben ne besliyorum ranzamın altında iki yıldır o zaman?” diye söylenerek uzaklaşıyor. Lafı bittiğinden değil ilgisini çekecek başkaca bir şey bulduğundan uzaklaşır genellikle.
Sadece iki haftada on yıllık yerleşik anının yanına sığınmış mülteci batıyor içeriden: “Bana soğuk su koy!” Bir daha su vermekle ilgili hiçbir anımı, yanında bu yenisi gelmeden çağıramayacağımı fark ediyorum hayretle. Hafızamın haritası da hızla serpilip değişiyor. Hafızam, içimdeki kum saati.
Neyse ki ananemin “Pantolon kadın kıyafeti değildir” yönündeki tartışılması yasak inancı yüzünden gereksiz dikkat toplamaya başladığım yıllarda, elbise giymek temel gardırop kültürümdü zaten. Bikini giymeyi lisede bırakıp mayoya döndüm, basket takımının forma şortuyla antrenman atletleri kalıyor; eh, biz yatılı kız lisesiydik zaten, o kadar da gizlimiz saklımız yoktu diyebilirim. Prensip olarak her zaman kapalı tutulan yaka düğmesiyle -ortada düğün dernek yoksa- dizde istikrar kazanmış etek boyunu da eklersek alın size İnna. Fıstık yerine kabuklu fıstık denebilir. Öyle derlerdi zaten.
Birbirimizi güzel bulmayı hiç bırakmadık Roza’yla. Benim açımdan zorluk yok, gördüğüm en güzel kadın zaten. Hep bütün içtenliğimle tek seferde söylerim “Çok güzelsin!”; onun mutlaka ekleyecek edepsiz bir ayrıntısı olur. Mimariden, botanikten ve -varsa öyle bir şey- sebze biliminden benzetmelerle övülmem gerekli ona göre. Kadın olarak kodlanmaya alışkınım dediğim bu işte. Fark etmiyorum artık. Ara sıra külhanbeyi tavırlarıyla düzleştiriyorum işin o kıvrımlı tarafını. Böylece erkek gözlerinin ilk anda bana takılıp kalmasını engelleyemesem de kısa zamanda gerçek cevherin Roza olduğunu fark etmelerini sağladım liseden bu yana.
Şimdi yol tarif ederken, ara sıra gözüm direksiyondaki arkadaşıma takıldığında, bunu nasıl kolayca başarabildiğime şaşırmıyorum. Kirpiğinden tırnağının ucuna kadar sürekli yaşam elektriği çakıyor kadının.
Hep önünden geçtiğim ama daha önce hiç oturmadığım sevimli bir yere götürüyorum. Cumartesi çıkmadım odamdan. Cuma hava kararana kadar ağacın altında bekleyip sonra da kimseleri görmeden dönmüştüm zaten öğretmenevine. O kadar heyecanlıydım ki bir dengesizlik yaparım diye hemen karşısına çıkmamaya karar verdim kuzunun. Nergiz bile uğramadı, iki gündür yalnızım yani.
Ailelerle toplantı saat on birde.
İnayet’i görme isteğimi bastıramadığım için gitmeye karar verdim. Karşımda otururken Roza’yı götürmek zorunda kalmakla hiç gitmemek arasında gidip geldikten sonra götürmeye karar veriyorum. Uyumsuzluk çok açık. İki yaşamım arasındaki kısa devre iyi gelir bakarsın ruh halime. Cuma çok sarsıcı bir gündü; terapi olur. Roza söz konusu olduğunda zaten çalışan kalbe şok masajı etkisini de göze alacağım mecburen. Bana;
“İçeride sigara içilmiyor hanımefendi” diyen garsona öyle menekşeli bir bakışla “İlk defa geldiğim kentte sokağa mı atılıyorum şimdi!” dedi ki biri kasada duran üç garson, içine ıslak mendil konarak kül tablasına çevrilmiş tabağı, bir dakika içinde, oracıkta yeniden icat ettiler. Pencere de açıldı “Estağfurullah, olabilir mi öyle bir şey!?” denilerek ortalık sakinleşince; “Erkeklere öyle bakmamalısın, orantısız güç kullanımı oluyor” dedim sırıtarak.
“Sigara içen sensin tavşanım, ben sadece her zamanki gibi günümüzü kurtarmaya çalışıyorum. Ayrıca erkek sayılmaz o daha, en fazla on beş yaşında” diyor. “Üç yaşından sonra çaresizler sana karşı” diyorum içimden. Muhtemelen doksan üç yaşına kadar da böyle kalacaklar.
Dün gece saat onda karar verdiğini anlatıyor gelmeye. Kanada biletlerini açığa aldığımı, kalınacak yerin sözleşmesini iptal etmesini istediğimi, şimdilik İstanbul’a da dönmeyeceğimi mesaj attıktan sonra. Aradı üst üste üç dört kez açmadım. “Anlatırım sonra” yazdım sadece. Gizem olsun diye değil, ben de bilmiyorum henüz ne hâlde olduğumu. Oldu bir şey işte.
“Birisi var kesin, öldürme insanı, aç şunu” diye mesaj attı en son. Bu durumda âşık olduğuma emin olup sabah uçağına bilet almış. “Saçmalama, öyle bir şey yok” yazdım halbuki gece. Tahmin ettiğim gibi havaalanının Rent a Car’ından o araba azmanı. Düşük segmente alerjisi var, her şeyin pahalısını sever.
Önce Cuma gününü ve İnayet kuzusunu anlattım. Sonra biraz davayı, daha az Xebat’ı ve en son da Bıyık’ı. Küçük mırıldanmalar ve benim açımdan anlamsız kısa sorularla kesti sadece; “Kızın annesi kaç yaşında?”, “Daha önce hiç bıyıklı biriyle öpüştüm mü?”, “Arap ne zaman dönecek?”
“Arap değil Kürt” diyorum.
“Adı Arap değil miydi?” diyor.
“Xebat, saman kafalı, nasıl dinliyorsun sen beni?”
“Doğru düzgün anlatmıyorsun ki” diye sızlanıyor.
“Küs müsün adamla şimdi?” diye sordu en sonunda.
“Küstük demeyelim de çok gerildik işte anlattığım nedenle.”
Dinlemeyi bitirip konuşmaya karar verdiğinde saat on bire geliyordu. Saatine baktı. Koca bir el yapımı erkek Patek Philippe’i var kolunda. Altın olabilir rengine bakılınca.
“Kadınlarla erkekler arasındaki temel sorun her zaman cinseldir İnna’cığım. O nedenle, başka bir gerginlik çıkarmadan önce bunu aşmış olduğundan emin olmak zorundayım”, “Kimseyle cinsel sorunum falan yok benim sapık; saçma sapan konuşma” dedim.
“Onu adamı görünce anlayacağız. Söylediğin gibi gerçekten yoksa öyle bir sorun, istediğin tiple istediğin kadar gerilmene izin veririm” diyor.
Sade bir bakış açısı ancak birazdan başlayacak toplantıda ihtiyacım olan türden bir sadelik olmayabileceğinden korkuyorum.
“Roza…”
“Efendim canımın içi?”
“Şimdi yanlarına gideceğimiz insanlar…” Nasıl söylenir ki acaba? “…farklı biraz bizden…”
“Ah! Seni utandıramdan korkuyorsun!?”
“Hayır tabii ki, nerden çıkardın, şimdi, sadece…”
“Beni çok iyi dinle kırmızı kafa” diye kesiyor. “İnsan sadece kendi yaptıkları nedeniyle utanmalı. Burada ne yaptığını göreceğiz birazdan, utanıp utanmaman gerektiğine kendin karar verirsin. Bana gelince, işine bak sen, kalk gidelim artık nereye gideceksek…” Sinirlenince eğitimlilerin de renk duygusu kayboluyor demek ki. Kırmızı değil, kızıl benim saçım.
Hesabı ödeyip çıktığımızda -elbette almak istemediler- arkasında, dünyanın en güzel çayını demlediklerine inandırılmış ve aynı dünyanın -belki biraz daha gayret edilse- erişilebilecek güzelliklerle dolu olduğuna emin üç genç adam bıraktı. Kimseye özel olarak ümit veriyor diyemem; daha ziyade umutları zenginleştirerek geziyor halkın içinde. Kamu hizmeti gibi.
“İnsanla ilgili hiçbir şey ayıp gelmez bana” dedi, sırf konuşmayı kendisinin bitirdiğinden emin olmak için.
“İnsanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir; olacak onun aslı” diyorum. Terentius’un sözü. O şöyle söylemiş tabii Romalı olduğu için: “Homo sum, humani nil a me alienum puto.” Boş laf bence. Ben gayet yabancılarım ayrıca insanları.
“Her neyse artık” dedi.
Sonra; sonrasını anlatmak için uygun bir sıra yok aslında.
Kısaca tanıştırıldığı Alihan ve Derviş’i kavurup geçtikten sonra ailelerin arasına karıştı ve sadece yarım saat sonra herkesin gülü oluverdi benim Büyükadalı Roza’m. Hangi bahçede açtığının önemi yokmuş. Gül bir gülmüş gerçekten ve o da bir gül.
Kibar kibar toplantı dinledi; yaşlı adamların el falına baktı, genç kızların kulağına eğilip kıpkırmızı olmalarına neden olacak -bizim duyamadığımız- yorumlar yaptı. Yaşlı kadınlarla şarkı söyledi ve ayakkabılarını çıkarıp çocuklarla oynadı. Belki de hepsini yapmış olamaz ama bana öyle geldi.
Çocukların bacaklarına dokunmasını -eteği kısa biraz- seyrederken, kuzuyu da çalıp götürür mü diye gereksiz yere endişelendiğimi hatırlıyorum. Oysa kullandıktan sonra yerine bırakmayı unuttukları dışında Roza hiçbir şey çalmaz benden. Kuzuyla annesi yok zaten, belki duruşmaya geleceklermiş yarın. Akıl alır gibi değildi gerçekten olup biten. Olacakları henüz görmediğim için hayal gücümün zayıf olduğu anlaşıldı sonradan.
İşin toplantı kısmında keşiften neler bekleyebileceğimizi ve neleri beklememiz gerektiğini anlatıyor Bıyık. Başıyla selam verdi sadece. Tavşan dağa küsmüş ama dağın da haberi var gibi duruyor gayet. Şu kız sürekli “tavşanım” demese aklıma gelmeyebilirdi bu laf. Roza ilgisini bile çekmedi. Bizimki de oralı olmadı bütün gün ve sonra yemeğe gittik.
İşte orada yanımdan ayrılıp Bıyık’ın sağ tarafındaki boş sandalyeye oturdu bu çılgın. En uzağa saklandım. Alihan’la Melike’nin arasına. Toplantıdan sonra arabaya ve öğretmenevine uğrayıp kostüm değiştirdi. Azıcık daha cesur ama soluk kesiyor diyebilirim.
Yemek beklerken sohbet ediyorlar.
Roza’nın çekim alanından kaçamamış birkaç genç erkek avukatla mühendis var yanlarında. Tahrip edici bir yakınlıkta oturuyor Bıyık’a. Sık sık eğilip söylediğini duyamıyor gibi daha da kısaltıyor mesafeyi. Yüz yıllık köhneleşmiş lise yatakhanesinin üç kat üzerindeki çatıda yürüyen farenin tıpırtısını duyup beni uyandıran kadının kulakları bunlar. En son, çok merak etmiş gibi yapıp Bıyık’ın tabağından köfte aldı. Kendime saygı duydum kellenin tadına bakmadığım için. Salata söylemiş kendisine sadece; yemez zaten köfte. Hiç kıpırdamadan gözlerine dikilmiş menekşe etkisinden korunmak için en az üç kere gözlüğünü takıp çıkarmak zorunda kaldı Bıyık.
Yüzme hocasının kronometresi kullanılarak on yıl önce gerçekleştirilmiş bir deneye göre altmış sekiz saniye kırpmadan bakabildiğini biliyoruz. Eğer öyle tercih ediyorsa tabii. Elleri çok hareketli ama ayaklarını göremiyorum. Roza’nın kelebek stilde yüzüşünü bir kere seyretmiş herkes aşağıda “kazara” meydana gelecek sonsuz çarpma ve dokunmayı hayal edebileceği için görmem gerekmiyor zaten. İnsanın Bıyık’a bile acıyası geliyor.
“Ne iş yapıyor bu; arkadaşın yani?” dedi Melike.
Nihayet! Roza’nın çekim alanına girmemiş bir insan var masada diye mutlu oluyorum gizlice.
“Finans.”
“Gerçek Gucci mi o?”
“Muhtemelen” diyorum; ayakkabıyı mı yoksa çantayı mı kastettiğini kestiremeden: “Çok zengindir ailesi.”
“Belli” diyor.
Lokantanın soluk ışığında bile parlayan bakımlı cildi hepimizi parşömene dönüştürmüş zaten. Işıldıyor. Kıyamıyorum: “İyi kızdır” dedim.
“Evet, o da belli”. Taviz vermeyecek. Hoşlanmadı.
Melike’nin sevgilisi varmış. Gazeteci bir sevgili. O gelmiş evvelsi gün, onun için yoktu ortada anlaşılan. Yanımızda oturuyor. Yakışıklı çocuk. Belki biraz fazla uzun. O olabilir Melike’deki hassasiyetin sebebi. Yaratır benimki zaten kadınlarda gerginlik. Gerçi bunlar uzatmalı sevgili rahatlığındalar. Yine de sıkı kız Melike, ipin ucunu gevşetecek tiplerden değil. Bıyık abisiyle ilgili bir oğlan tarafı korumacılığı da mümkün. Farkında ne olup bittiğinin. İstanbulluyuz biz.
Yemeğe gelmek için artık dağılan toplantıdan ayrılırken bugüne kadar uzaktan selamlaştığım ne kadar anne, baba, dede, babaanne, gelin, dul, yetim varsa tek tek öpüldü Roza tarafından. On kişiye telefonunu verip en az üç veya dört telefon kaydetti iPad’ine.
Akşam odada, numaraların yanına küçük açıklayıcı notlar yazarken seyredip gurur duyuyorum arkadaşımla. Laf olsun diye almadı telefonları; hatırlayıp arayacak, neyse işleri halledecek. Eminim, tanıyorum.
“Hoş insanlar” diyor.
“Sen de çok hoştun bugün, teşekkür ederim” dedim.
“Seni utandırmadığım için mi?”
“Hayır, bu kadar güzel olduğun için.”
Beyaz dişlerini gösterdi kısa bir süre gülümseme niyetine. Aklı takılmış gibi duruyor bir şeye, beklemek gerekir, söylemez zamanı gelmeden.
Kahve yaptım su ısıtıcısında. Kupayı ona verdim ben diş fırçası bardağında içiyorum. “İğrenç olabiliyorsun istediğinde Yeti” dedi. Çıkarmıştım hâlbuki sandaletlerimi. Onun ayağında deri patikler var şimdi, yanında getirmiş. Otel ayarlayabileceğimi söyledim kalacağını anlayınca. Hiç duymamış gibi yapıp odada boş duran ikinci yatağa yerleşti.
“Sabah mahkemeyi de görüp öyle gideceğim, öğlen çıkarım” diyor.
“Kaçta biletin senin?”
“Almadım dönüş bileti, gidince bulur binerim.”
Asla “asla” dememek gerekir tabii ama o şekilde asla yola çıkamam herhalde. Gene mi asla demiş oldum. Her neyse. Tanrı eğlenmek istediği zaman “Asla!” diyenleri dinlermiş. Bu aralar gözdesiyimdir kesin. Bunun da beni sevdiğini hissedebiliyorum programındaki belirsizlikten. Vakti var benim için. Hep oldu.
Konuşuyoruz; dinliyor daha çok.
“Arap’ı bilmem” dedi sonunda. Unuttu yine tamamen çocuğun adını; “Ama bıyıklıdan sevgili olmaz.”
“Öyle düşünmüyor gibiydin yemekte içinde düştün” dedim gülerek.
“Yok, şarttı o seni burada yalnız bırakabilmek için, kontrol ettim. Vakit ayrılırsa belki ama senin kalemin değil.”
“Ne işim olsun benim zaten evli adamla çatlak, söyledim sana kaç kere…” diyorum bir kez daha.
“Ben de onu diyorum. Takı değil o, gerçek alyans; öyle taşındığında kısmetini kapatır insanın…” diyor arkasına yaslanıp. Okuyamadım yüzündeki ifadeyi ama kahkahama bozulmadı. İlgisini çekti korkarım Bıyık’ın donukluğu. Hakkını vermek gerekir ki üstün bir performanstı. Ben seyrederken yoruldum.
Diğer yandan Bıyık’ı tanımadığı için kötü gözlemci. Söylemiyorum ona azımsayıp huysuzluk etmesin diye. Kaçacak yer bırakmak istemediğinde hafifçe dokunarak konuşur Roza erkeklerle. En az on kere dokundu Bıyık’ın masanın üzerindeki eline akşam boyunca. Bir süre sonra, eli son dokunulan yerde gerçekten dondu garibanın. Roza istediği zaman rahatça dokunabilsin diye yemek bitinceye kadar kıpırdatamadı sol elini. Ayrıca on dakikada bir kaykılarak oturma biçimini değiştiremezse ayağa kalkan adam uslu uslu oturdu otuz beş dakika.
Bıyık’ın ilgisi o kadar oluyor zaten işte. Beni de belimin arkasındaki hava boşluğundan itmişliği var bir kez paçacıdan dışarı. Veterinerlik dalında bile olsa fazla tıbbi şefkat barındırdığı için saçımdan kalem kapağı kurtarma işini saymıyorum.
“O zaman” diyor, şimdi söyleyecek işte takılan neyse aklına;
“Derdin ne senin; neden Kanada’ya gitmiyorsun?”
Anlatıyorum dilimin döndüğü kadar. Bazılarını anlatırken ilk defa düşündüğümü fark ediyorum. Arkadaş bunun için lazım işte insana. Halikarnas Balıkçısı; “Öyle dostlarım var ki onlar yanıma geldiğinde birisi gelmiş gibi değil de nihayet herkes uzaklaşıp beni kendi kendime bırakmış gibime gelir” diyor. O daha güzel söylüyor da ben bu kadar hatırlayabildim yani.
Tatmin olmadı.
“Bütün gün insanlarla birlikteydin, hissetmiyor musun şuradaki kayıp acısının yoğunluğunu, nasıl bırakıp gideyim?” diyorum.
“Daha çocukken yaşadın sen bunları İnna, herkesle birlikte tekrar yaşaman gerekmiyor, yaşanmaz zaten başkasının acısı…”
“İleriye doğru yaşanacak bir şey yok, korkma; geriye doğru bir kırık var, onunla uğraşıyorum.”
Biraz düşündükten sonra rahatlıyor. Çözdü kafasında. Yüzündeki ifadeden anlıyorum. Salatalık renkli, kayısı kokulu maske kılıklı bir krem var yüzünde. İfade onun izin verdiği kadar ama tanıyorsanız yeterli diyeyim.
Çok ustaca hareketlerle kremini temizlerken;
“İyi o zaman, bul düzelt. Arap gelince de fotoğrafını çekip at bana, yatıyoruz şimdi.”
“Xebat” dedim, ışığı kapatırken.
“Her neyse” diyor. Beş dakika sonra yataktan doğrulup, leopar desenli göz bandını -doğada fuşya rengi leopar olsaydı yani- çıkarmadan:
“İnna”
“Efendim Roza?”
“Yoksulluğa gelince, bizim suçumuz değil tavşanım, utanma lütfen. Özenilecek bir şey değil o; güzellemeye de gerek yok. Evine dön işin bitince. Seviyorum seni” diyor.
Nefret ediyorum yakaladığı şeyden. Sadece yakalanmaktan da olabilir belki. Evim neresi? Sormadan tavana bakıyorum. Sokak lambasından sızan ışıkta küçük gölge oyunları var. Gölge varsa gerçek de yakınlarda olmalı İnayet. Köre, görmek için değil görünmek için lazım fener. Kaçma, göster artık kendini. Kırk sekiz saat içinde, birbirine hiç benzemeyen iki ayrı insandan ayar yiyor yetim hassasiyetim.
Birisi öfke öteki ilgisizlikle mesafe koyuyor yoksulluğu kavrayışımdaki trajik empatiye. Görme engelli olacak yalnız İnayet. Öyle olsun.
“Dönerim. Ben de seni seviyorum” dedim.
Gözümü kapatmamla açmam bir oldu. Yani uyumuşum tabii de öyle hissettim işte: Uçak saatim geldi. Uçuşu iptal etmiş olmamın önemi yok. Uyanırım kendiliğimden. Yaşamım boyunca ikinci kez planladığım uçuşu gerçekleştiremiyorum, aşırı rahatsızlık verici. Uçak kaçırmam, değiştirmem, iptal ettirmem. Asla. Kaderle oynamak gibi gelir bana; gelirdi ya da. Roza’nın odayı ele geçirmiş -muhtemelen damlası yüz dolara denk gelen- tropikal çiçek kokulu parfümünün zengin gamını derin derin soludum.
Uyuyor. Hiç oynamamış göz bandı. Kıpırdamadan uyur.
Lise yatakhanesindeyiz gibi hissettim. Evde değilim ama güvendeyim. Rüyamda albino bir leopar görsem diye geçti aklımdan. Uyudum tekrar.
Gözlerimi ikinci açtığımda hazırlık vardı. Uzun sürdüğü için -eğer berabersek- her zaman benden yarım saat erken uyanır.
Cumartesi kimseyi görmedim. Dün de fırsat bulup kimseye söyleyemedim kaldığımı. Daha doğrusu söylemek istemedim henüz herhalde. O nedenle sabah duruşma salonunun bahçesinde görünmemiz gerçekten şaşaalı oldu. Sanıyorum benim kalmamdan çok Roza’nın varlığı şenlendirdi ortalığı. Ayakkabıdan çantaya yenilenmiş durumda. Cıvıl cıvıl. Arabanın bagajından -çoğunu asla giyemeyecek de olsam- bana bir ay yetecek kıyafet çıktı. İki gün için! Gerçi gün saymadan geldi Allah’ın delisi, seviyor beni. Herkesin adını hatırlayıp sohbet etti. Dedelerin şapkasını düzeltti, kızlarla kıkırdayıp fular hediye etti ve sıkı durun: Bıyık’ı çok eski ahbabı gibi öptü gidip! Birbirlerinin kulağına eğilip bir şey konuştular. Bıyık zaten Roza’nın işitmesinde sorun olduğunu düşünüyor büyük ihtimalle köfteci macerası nedeniyle. Yabancı heyet ve tercümanlarını içeri sokmaya çalışmakla meşgul. Baş selamıyla yetindik yine uzaktan.
Mübaşirimiz -tanışıklığın verdiği rahatlıkla- sadece Roza’yı çağırıyormuş gibi yanına kadar gelip seslenince salona yöneliyoruz.
X-Ray var kapıda.
Avukatlar ötse bile durun demiyorlar. Diğerleri -kızınca fırlatma eğilimine girdikleri- bozuk para, çakmak ve cep telefonlarını bırakmak zorundalar polise. Roza geçerken kapı öyle bir şıngırdadı ki belinde silah taşıyor olabileceğinden korktum.
Sadece kısa aralıklarla kırpıştırılan gözler -bu ötekinden bambaşka bir teknik- ve ultra beyaz ışıltılı gülücüklerle geçti X-Ray’den. Yavaşlamadı bile. Durduran da olmadı. “Güzellik bir varlıktır” diye boşuna söylememişler. Türküsü var. Ananem çok sever. “Kara köprü narlıktır” diye başlıyor olabilir.
Danimarkalı bir sendikacı heyeti var duruşmayı izlemeye gelen. Basın da çok bugün. Melike’nin sevgilisini gördüm, el salladı. Uzun gerçekten. Mühendis Odası yöneticileri, milletvekilleri var. Periyodun son celsesindeyiz. Kuzuyla annesi yok yine; meraklanıyorum biraz. Kime sorsam? Başkan uğultuyu dindiremeyince;
“Ayıp oluyor ama bakın yabancı konuklarımız var başlayamıyoruz!” diye önüne dizilmiş koca Danimarka heyetini pas geçip salonun öbür ucunda tanıştığı kadınlarla oturan Roza’yı gösterdi eliyle.
Bizzat Danimarka Kraliçesi tarafından özel olarak duruşmayı izlemekle görevlendirilmiş kadar zarif bir jestle Başkan’ı selamladı bizimki de. Seviyorum ben bu kadını. Hangi mesafeden kimi fethettiğini fark edebilmek üstün bir meziyet hakikaten.
Tanık dinlenmeye devam ediliyor.
Herkesi tek tek inceleyerek oturdu öğleye kadar. Duruşma devam ederken kolunu kaldırıp bana doğru Patek Philippe’i işaret edince kalkacağını anlıyorum. Vedalaşıyor yanındakilerle. Melike’ye:
“Ben gidip uğurlayayım şunu” diyorum.
Tanıktan hiç gözünü ayırmadan:
“Hı hı, isabet olur. Zaten güvenli değil bence o De Beers’larla sokakta yalnız gezmesi…” diyor. Bu sefer setin tamamı için galiba değerlendirme ama yüzük parmağını tutarak söyledi. Hangisine elmas hangisine pırlanta dendiğinden emin olmamakla birlikte agresif büyüklükte bir taş var yüzüğünde bu sabah. Set dediğim, pembe etek ceketle uyumlu her şey. Pembe ayakkabıları ve çantası da var. Pembe inci kolyesiyle uyumlu küpeler takmış kulağına. Etek boyu araba kullanmaya elverişli olmayabilir aslında. Yapamıyor olsa giymez herhalde diye düşündüm sonra. Bir de asla doğrudan iç çamaşırının üstüne o derin V yakalı ceketi giyemeyeceğimi; kaşındırabilir insanı her şeyden önce.
Araba duruşma salonunun karşısında bir ara sokakta. Uzun uzun sarılıyoruz.
“Kaftan çok yakışmış, içine de düzgün bir şey giysen fıstıklı lokum gibisin” dedi. Teşekkür ettim her şey için. Ona cüppe diyoruz demedim. Lazım olmaz bir daha, olacaksa da unutmuş olur zaten.
Direksiyona oturmadan küpelerinden bir tanesini çıkarıp avcuma bıraktı. “Kızı razı edebilirsen küpeye, mutlaka bunu taktır” dedi. Avcumdaki koca pembe inciye bakıp: “Takımı bozmasaydın” diyorum.
“Becerebilirsen öbür tekini de sana takarım, siz takım olursunuz” dedi. Hiç görmedi beni küpeyle. Tamamen anlaşılmış olduğum duygusuyla doluyorum. Kırık konusunda hiç değilse. Hissedebiliyor artık derdimi.
Araba hareket etmeden önce camına vurup açtırdım:
“Ne konuştunuz sabah siz bahçede onunla?”
Güneş gözlüğünü takıp aynadaki mor yansımaları kontrol ederken: “Hımm, dur bir düşüneyim bakalım… Çok kalabalık burası, yakında bir evim var oraya gidelim istersen daha rahat ederiz, dedi galiba en son.”
“Defol, çatlak; düzgün kullan arabayı” diye uğurladım. Anlattım akşam ona Şato’ya merakımı.
“Eziksin sen, nasıl olabiliyorsa bu fizikle? Oturup çalışıyorlarmış işte, çıkıp gitsene, davet neymiş?” dedi. Dönmeyeceğim duruşmaya. Kitabımı bulup kafayı toparlamam lazım biraz.
Benim kitabım.