Bölüm 14: ANNA KARENİNA’YA MEKTUP
Yoğun vişne, çiçek ve Latakia kokusuyla uyandım. “Vişne yok” dedim, gözümü açmadan; Lazkiye tütününü yumuşatmak için çiçek aroması karıştırıyor. Çim sulama fıskiyesi fırıldağının pırpırını duyuyorum.
Yuvarlak teneke tütün kutusunun üzerindeki Suriye haritasına bakıp “Burası mı Latakia?” demiştim dedeme. “Evet, biz Lazkiye diyoruz ama…” dedi. Çok yoğun özlem içindeyim bu sabah.
Sigara kokusu çıksın diye pencere açık yattım; serin o yüzden. Yatakta dizlerimin üzerinde doğrulup bakıyorum bahçeye. Yaz bitmiş. Bıyık, pipo içiyor ıhlamurun altında. Yalnızken hep aynı sandalyeye oturuyor. Kimse yok. Çok erken olması lazım; gece gitti zaten herkes. Bugün belki Alihan buradadır. İsviçre’ye uçacak yarın. Üzerinde konuşmak istediğim bir konu değil; ne diyeyim? Gerçekten ayrı bir millet olabilir Zazalar. Daha yedi bile olmamıştır saat.
Kitap okuyor.
Göremiyorum elindekinin ne olduğunu. Kalkıp su ısıtıcısını açtım. Banyodaki aynaya dil çıkarıp -eski bir tören- Billy Pilgrim’in duasını tekrar ettim içimden;
“Tanrım bana değiştiremeyeceklerimi kabullenme sükûneti, değiştirebileceklerimi değiştirme cesareti ve aralarındaki farkı daima görebilme bilgeliği bağışla” Amin. Kritik olanın üçüncüsü olduğunun uzun süredir farkındayım.
Giyinip kahve hazırladım. Tek kupam var. Telefonumu, sigara paketini, çakmağı, dolu kupayı, anahtarı alıp aşağı indim. Ellerim büyüktür demiş miydim? Güneş masaya ulaşmak üzere. Kahve kupasını önüne bırakıp karşısına oturdum. Sigarayı bekletiyorum dudağımda; emin değilim tepkisinden henüz.
Kitabı bırakıp gözlüğü taktıktan sonra:
“Bana mı?” dedi, kupayı iki eliyle kavrayarak.
Retorik sorular. Sana olmasa niye senin önüne koyayım? Tanıyorum beden dilini, kabul etti, içecek. İçimden “Bak, intihal şöyle yapılır tam olarak” diye geçirip sigarayı yaktım. Küçük bir açılış nefesinden sonra;
“A man, sir, should keep his friendship in constant repair” dedim. Bir tür barış çubuğu. Evvelki yüzyıldan kalma “erkek” cinsiyetine sahip vurguları düzeltmek açısından serbest bir çeviriyle; “insan, efendim, dostluklarını sürekli onarım halinde tutmalıdır” denmiş oluyor. Herkes kadın düşmanıymış o çağda, yoksa bu adama özel değil. Seviyorum sahibini. Çevirmiyorum. İntihalin tadını eksiksiz çıkarabilmek için sormazsa söylemeyeceğim ama Samuel Johnson’un cümlesi.
Kahveden bir yudum alıp:
“Zencefilli kurabiye yok mu yanında?” diye soruyor.
Anlamadım.
Ne bu şimdi? Lütfen yeni icat çıkarıp işimi zorlaştırma. Gerginim hâlâ galiba. Tek kaşımın -genellikle sol olduğunu söylerler- istemsiz bir biçimde yükseldiği soru bakışımla açıklama bekliyorum.
Kupayı iki eliyle tutabilmek için ben geldiğimde açık halde kucağına ters bıraktığı kitabı alıp geriye doğru birkaç sayfa çeviriyor. Gözlüğünü gözünden çıkardı. Elbette yakın değil o gözlük, çözmüştüm. Yüksek sesle okuyor;
“Zencefilli kurabiyeye bu ad veriliyor. Çünkü içine zencefil konuyor; nihai tadını da zencefil veriyor…”
İnmedi kaşım.
“…Peki zencefil nedir? Keskin baharatlı bir şey…”
Gözlerini takip edebildiğim kadarıyla atlayarak okuyor olabilir. Aynı sayfada hâlâ.
“… o da keskin baharatlı mı? Hiç de değil. Demek ki zencefilin…” kafayı kaldırıp bana bakıyor tepkimi ölçmek için, hayır, çıkaramadım.
“… üzerinde bir etkisi yok. Olmamasını tercih ederdi…”
Olmamasını? Yapmamayı! “I would prefer not to” Bartleby!
Dağ da tavşanı düşünmüş kesinlikle küslükte. Kitap nereden? Kütüphanesi mi var bunun burada? Değil; yeni o kitap. Almış. Benden duyduğu son cümle Bartleby’nindi: “Yapmamayı tercih ederim.” Cancağızım Bartleby! Anlaşılmıştır mevzu.
“Yok zencefilli kurabiye…” dedim; “…yapabileceğimi sanıyorum artık.”
“Nasıl yapacağız?” diyor. Kitabı koydu kucağına tekrar.
Güzel soru. Çok açık konuşmaya kararlıyım. Bugünün ihtiyacı budur; yarını sonra düşüneceğiz. İncil’de; “Yarın için endişelenmeyin. Yarın, bizzat kendisi için endişelenecektir. Her güne kendi kaygısı yeter.” denir. Edebiyat olarak okumayı başarabilirseniz fena bir metin değildir. İngilizcesi Nobel’lik sayılır stil açısından.
“Bu mesafeden ilişkilenmek için çok zor bir adamsınız, o nedenle daha yakın bir yer arıyorum” dedim.
Kısıldı gözler. Domuzluk etmeyip “Anladım” diyor devam edebilmem için. Daha anlamadın bence.
“Sizden sevgili olmayacağına karar verdik.” Gamzeler derinleşti ama beklemiyordu bunu. Var işte bizim de birkaç numaramız pokerde.
“Roza’yla mı?” diyor.
Pekâlâ, hazır cevaplığa bile açık elim.
“Roza’yla” diyorum.
“Haksızlık etmişsiniz. Yirmi yıldır durumundan çok da şikâyetçi sayılmayacak bir kadının sevgilisiyim zaten. Boşta olsaydım bile sizden çok anneleriniz için uygun olurdum herhalde” Vay! Arandın ama sen. Bundan sonrasına verilecek acıklı tepkiyi deneyimle bilmenin sıkıcılığı nedeniyle artık çok tasarruflu kullanmaya çalıştığım bir netlikle:
“Benim annem 1994’te düşen Ankara-Van uçağında öldü. Babam da birlikte. Öğretim üyesiydiler oradaki üniversitede” dedim. Göründüğü kadar kolay söylenmiyor. Neyse. Teselli edilmeye hazır oluyorum bu aşamada.
“O da müsait sayılmaz benim açımdan öyleyse.” diyor!
Konu yetim tahrik etmek olunca gerçekten sıra dışı bir soğukkanlılığa veya bir tür deli cesaretine sahip.
Öyle olsun.
“Evet sayılmaz. Roza’nın annesinin de isteyeceğini sanmam, babası çok yakışıklı ve zengindir.” diyorum. Saçma olduğunu bilmesem adamı gözünün önüne getirmeye çalışıyor diyeceğim; öyle bakıyor. Konuya dön İnayet.
“Zor oldu kayıplarını hazmetmek. Hassasım biraz o nedenle yetimlik meselesinde, özür dilerim” dedim.
“Ne için?”
“Boynuz”
“Dr. Bovary mi? Ben de sevmem ama kötüden çok zavallıdır, özür dilemene gerek yok. Patavatsızlığı eden benim, senin affetmen yeterli.”
İçim ısındı. Eriyen sirkeli buzların suyu sızmasın diye gözlerimi kırpıştırıp sustum. Gözlüğü tekrar takıp kahveden koca bir yudum aldı. Sevdi kahveyi. Bağımlıyım ben, güzel yaparım.
“Münhal bir kadro bulunabildi mi peki sonra?” diyor.
“Sizin için mi? Evet. İçimdeki en büyük boşluğun dedemi kaybetmekten kaynaklandığını sanıyorum. İki yıl oldu öleli…” Tanıştığımızdan bu yana ikinci kez yanımda kahkaha atıyor. Etnik temelli ilk kahkaha dengemi bozmuştu ama bu sefer dedemin ölümüne gülmediğinin farkındayım.
“Çok sert bir düşüş oldu!… Kariyerimde..” Bitiremedi gülmekten. Rahatsız değilim. Sevimli görünüyor gayet.
“Senin için deneyebilirim..” dedi nihayet; “… ama Roza da mı dedesi olmamı bekler bu durumda?”
Yaş geldi adamın gözünden gülmekten; “… onun tarzıyla fazla direnemeyebilirim ensest baskısına!” diyor gözlerini eliyle kurularken. Arayıp söyleyeyim sevinsin.
Sızlanacak bir şey yok. Hak ettik.
“Hayır. O zaten ateşten alyansla Katolik evliliğini yaptığınız kanaatinde; denemez bir daha, merak etmeyin.” Yüzü simetrik değil. Gülerken daha iyi anlaşılıyor. Sağ gamzesiyle, bıyığının sağ tarafı aşağıda biraz. Bıyığını eğri kesiyor da olabilir.
“Öyleyse, dede diyorsun yani?” Düşünüyor. Gülmesini durdurabildi, neşesi devam ediyor. “Baba ya da ağabey belki?” Eğleniyor mu hala? Hayır. Gerçekten soruyor.
“Üzgünüm. Babamı doğru düzgün tanımadığım için hiçbir şey hissetmiyorum onunla ilgili ve tek çocuğum. Boş kadro yok oralarda.”
Kahve içti yeniden. Sonra kupayı burnuna götürüp kokladı.
“Ara sıra Dr. Charles Bovary’ye benzetilmenin yaratacağı hasar, her seferinde bu kadar nefis kahveyle tamir edilecekse, efendim, Dr. Johnson’un tavsiye ettiği gibi dost olacağız o zaman” diyor.
İşte gayet kibar bir intihal avcılığı örneği. Zamanında zarifçe becerdi. Anlatmıştım diye hatırlıyorum bunun içkin matematiğini daha önce; meraklısına tabii bunlar. İşi bilenden izlemek güzeldi. Kabul edilmesi gerekir ki benim Kafka’nın Kanzleipapier’inden bir B artım var. Yeter bana şimdilik.
Sadece bir kadının sevgilisi olmak için değil herhangi bir kitabı okumuş olmak için de senden önce en az yirmi yıl vakti olduğunu unutma ve asla hafife alma bir daha bu adamı diye hatırlatıyorum kendime. Kucağındaki Melville’i kapatıp masaya koydu. Sor şimdi aklına takılacağına:
“Bugün sizinle konuşacağımı düşündüğünüz için mi yanınıza aldınız kitabı?”
“Yapmamayı tercih ederim demek aynı zamanda başka şekilde yapmayı tercih ederim demektir İnayet. Bartleby’nin yaşam enerjisi yetmemiş, zordur ölülerin mektubunu okumak ama bizimki yeter diye düşündüm” diyor. Anladım.
Elimi bu masada ikinci kez bir kitabın üzerine koyuyorum.
“Bitmedi. Şu var bir de…” Topladı hemen dikkatini.
“… ben düşündüğüm gibi konuştuğuma karar verdim. Zihnim çok kalabalık; okumayı öğrendiğimden beri yaşamımda kitaplardan daha önemli hiçbir şey olmadı. Kurgu olduklarının farkındayım ama yaşıyor bu insanlar benim açımdan…”
Gözlüksüz ve ifadesiz bir dikkat yoğunlaştı yüzünde.
“… sorun çıkabilir, şu perhizde…” deyip, “…biraz” diye yumuşatıyorum peşinden. Sustum. Aferin. Sade, çıplak demektir. Sade ol. Saatlerce konuşabilirdim bu konuda; herhangi bir anda susmak gerekli o yüzden.
“Sen ne diyorsun; Anna Karenina’ya mektup yazmışlığım var benim.” diyor. Hadi canım! Çok şekermiş.
“Çocukluğunuzda mı?”
“Hayır, evvelki sene, hapisten…”
Hava çok güzel. Yaz sonunu seviyorum. Yavaş anlatılacağını bildiğim hikâyeleri dinlemeyi seviyorum. Bir sigara daha yaktım. Doğru yaptın; iyi ki kaldın sen burada diye tebrik ediyorum kendimi. Başkası karşılaştırsın edebi metinleri. Yaşamakla lüzumundan fazla meşgul olanların sürmekten yoksun kaldıkları yaşamı hatırlatır edebiyat, derler. Tersi oldu bende. Yaşayacağım ben şimdi. Yarın, kendisi endişelensin bizzat kendisi için. Bu sefer meraktan kalktığını ben de hissettim sol kaşımın. Arkama yaslandım.
“Yan hücredeki komşum dört yıldır tutukluydu ben hapishaneye geldiğimde; bir yıl da beraber yattık. F tipi hapishane gördün mü hiç?”
Başımı salladım “hayır” anlamında. Hapishane bile görmedim ben.
“İnsanın insan için ne kadar çirkin düşünebileceğini hayal etmek zordur onu görmeden. Tünel-perde betonundan üretilen bloklarla bölünmüş hücrelerden oluşur…”
Dilin ve düşüncenin birbirlerini inşa ederken çirkinleştirdiğini keşfettiğim gün geliyor aklıma. Mimari de öyle belki. Kirli zihin çirkin bina.
“… üçer kişilik. Tek kişilik olan da vardı ama bizimki üç kişilikti. O yekpare blokları yerleştiren iş makinesi dişleri kırılmadan tutabilsin diye; altı metrekarelik dikdörtgen blokların köşeleri içe doğru yarımay şeklinde çentilmiştir…”
Gösteriyor iki eliyle. Güneş arkasında yine. Elleri şekli göstermek için gölgeden kurtulunca Roza’nın alevden alyansı parlıyor kısa bir an. Deniz feneri ışığı gibi çakılıp kayboldu: “Kayalık burası yaklaşmayın” diyor olabilir.
“… dört beton bloğu ikişerli üst üste koyarak yan yana sabitlediğinde hücre duvarı olur ama çentilmiş çeyrek dairelerin dördü, ortada, tek noktada birleşip yuvarlak bir delik bırakır duvarda. Kupanın ağzından dar…”
Diğer elini gezdiriyor kupanın ağzında. Akik yüzüğün taşı, kehribar daha saydam olur.
“… normal çimentoyla doldurup, sıvayıp boyamışlar tabii üstünü. Lâkin depremde sarsılınca yeri belli olmuş deliklerin…”
“Lâkin” diye tekrar ediyorum içimden; hiç kızgınlık kalmamış. Anlamaya çalışıyorum garip mimari durumu. Tasarlanmış kötülüğün içinde engellenememiş bir güzellik gibi sanki delik.
“Açmış onları tutsaklar da; her hücrede aynı noktadadır”
Tutsak diyor. Savaş esirleri için kullanılmaz mı o kavram? İçimden bir gölge geçiyor; savaşıyor belki bu adam bir şeyle; onun için bu kadar bükülmez duruyor. “Sor bunu sonra” diye not alıyorum aklıma.
Durduk yere bükmeye de çalışma adamı. “Komşum kitap okumaya hapishanede alışmıştı. Hayatı sert geçmiş dışarıda; ölümlü yaralamalı organize bir adi suçtan tutukluydu. Ben yaşlarda…”
Adi değil “adli” demesi gerekmiyor muydu diye düşünürken farkında olmadan;
“Geç değil mi okuma alışkanlığı için?” diyorum.
“Dedelerin de hobi edinme hakkı var; ölmedik daha!” diye gülmeye başlıyor tekrar.
“Özür dilerim, o anlamda söylemedim.” Hassasiyet yarattım yaş meselesinde, gereksiz oldu.
“Alışkanlık edinme şu özür işini, hoş değil” dedi. Pekâlâ.
“Sonra?” dedim.
Bahçenin çay ocağı açılmış. İki çay getirip bıraktılar masaya. Gecenin mutsuz adamı devretmemiş daha nöbeti. Sormadan çay getirmek ilginç. Var ama böyle bir adet. Teşekkür etti adama. Görüyorum yüzünü, ensesi bile mutsuz bana göre, cevap vermedi.
“Anna Karenina’ya âşıktı Abi. Ayda bir kere baştan sona okurdu. Birbirimizi görmeden deliğin önünde sohbet ederdik Anna üzerine.”
“Niye Abi? Sizden büyük müydü?” diyorum salak gibi. Artık kaçmaya çalıştığım için oluyor bu konudan, pis takıldım. Kurtul İnayet yaş meselesinden.
“Hayır, sanmıyorum. Birlikte yattığı bir adamı vardı. Dışarıdayken korumasıymış. O sürekli ‘Abi geldi, Abi gitti’ dediği için öyle kaldı aklımda.”
“Anladım” diyorum. Çok az içerim ama çay nefis bugün. Kitap okuduğum zamanlardaki gibi sol ayağımı karşıya uzattığımı fark ediyorum yaptıktan sonra. Huzuru bulduğum anlamına geliyor. Gardım düştü de denebilir iyice. Dinliyorum.
“Şapkalarını, saçlarını toplayışını, elbisesini, eldivenini, çantasını anlatırdı. Hatta birkaç eskiz çizmişti, tek renk ama; hapishanede renkli kalem vermezler…”
Niye ki? Kesmeden dinler misin şunu lütfen. Vardır bir bildikleri. Siyah da mor da yakışır o kadına, saç rengi güzel her şeyden önce.
“ʻ… kadın düşmanı herif!ʼ derdi Tolstoy için. ʻO kadın öldürülür mü? Yaşatacaksın prensesler gibi. Ben evliyim avukat bey, öncesinde de çok işler geçti başımdan ama sen söyle! Böyle kadın olur mu gözüm?ʼ”
“Hapishanede size avukat bey mi diyorlardı?”
“Sana da her yerde avukat hanım diyecekler hayatın boyunca, böyle bir meslek bu, alış…” diyor. Evet, kahvehanelerde buluşacağım müşterilerimle ben; çatlak kız. Emin değilim hiç avukatlık yapabileceğimden. İlk ve sondur herhalde bu.
“… tahliye oldu bir sene sonra. Kafasında eski hesaplar yeni çatışmalar vardı. ‘Sen çıkmadan gelirim ben geri, bitirilecek bir iki işim var. Boş tutsunlar burayı söyle müdüre.’ diye takılarak vedalaştı benimle. Tutuklamada beş yıl üst sınır yeni gelmişti; davası bitmeden tahliye oldu adamıyla birlikte.”
“Ee, mektuba ne oldu?”
“Mektup sonra..” diyor. “… sekiz gün geçince kendi mekânının önünde vurulup öldürüldüğü haberi geldi gardiyanlardan; Düzce tarafları olabilir…”
Üzüldüm adama. Bir eksildik, bizden gitti.
“Onunla da işi bitmeyenler varmış, öyle mi?” dedim.
“Evet, öyledir o işler. Sonra da adamından mektup geldi.”
“Ne yazmış?”
“Abi’nin vurulduğunu, yenge ile çocukların güvende ve ona emanet olduğunu, mutlaka hesabının sorulacağını…”
Bekliyorum. Çay içiyor.
“Abi’nin Rus bir dostu vardı, Anna. Avukat bey tanır, sürekli konuşuyorlardı. Ben bulamam şimdi, o bir mektup yazıp haber versin de duymadıysa boşa beklemesin kız, günahtır demiş sonunda da.”
Dağıldım. Yandı aklım. Gülmekle ağlamak arasında böyle bir gel giti ilk defa yaşıyorum. Günah gerçekten. Eh be adam! Biraz konuşabilecek hale gelince;
“Yazdınız mı?” diye sordum. Asıl retorik soru bu işte. Eminim yazdığına. Aynı benim gibi onun için de yaşıyor Anna.
“Elbette. Mektup okuma komisyonundan geçmez diye göndermedim, gösteririm sana bir gün.”
“Çok mutlu edersiniz” diyebildim. Komisyona bak! Dört yaşındaydım başkasının mektubunun açılmayacağını öğrendiğimde. Gelin, vereyim mühendisin mektubunu da bakayım “okumayı” tercih ediyor musunuz?
Ayağa kalktı. Toparlanıp kalktım ben de.
“Ne zamandır anlatmamıştım bunu kimseye avukat hanım; iyi ki kaldın gözüm sen” diyor, rahmetli Abi’yi taklit ederek. Yalnız üzüldüm gerçekten adama. Anısı Anna’yla birlikte aktı kum saatimden. Unutamam artık.
“Neden bu kadar azız ki?” diye hayıflandım yüksek sesle.
“Fazla okuyoruz. İnsanlar bizim kadar çok okumayı, yaşanmamış hayatların başa kakılması kabul ediyor; başka hayatlara imrenip düşe daldığımızı sanıyorlar…”
“İmrenmiyor muyuz?”
Çok önemli bu benim için. İmrenme hiçbir zaman favori kelimem olmadı. Başka hayatlar fikri çok çarpıcı yine de. Bir şey arıyoruz ama ne?
“Anna’nın trajedisi bu değil.” diyor. Ve bizim diye geçti aklımdan. Bizimki de bu olmasın lütfen.
“Sadece yakın dostları fark edebilir ama ‘Anna’nın trajedisi, gücünün amacına eşit olmamasıydı’ derler İnayet; biz dostuyuz…”
“Ya bizim?” diye soruyorum bu sefer açıktan. Duraksıyor.
“Onu henüz bilmiyoruz. Gücümüzün yeteceğini umalım amaçlarımıza. Dünya düzgün bir yer değil, daha iyisine imrenmekten vazgeçmeyelim. İstanbul’a git şimdi. Biraz dinlen. Keşiften önce burada ol. Sana bir sürpriz yaparım bakarsın.”
“Anlaştık o zaman” diyorum elimi uzatıp. Dejavu. Aynı ıhlamur ağacı, masa, sandalyeler. Hayır, tam tekerrür etmiyor, kafiye yaptı. Çello sesi yok meselâ bu sefer. Aynı adamla kadın bile olmayabiliriz.
Mektubu gösterir belki sürpriz olarak.
Tutuyor elimi, çekip sarılıyor sonra. Hazırlıksız yakalandım. Xebat’ı sarsaladığım gece geliyor aklıma. Eh, çalma kapıyı, çalarlar kapını. Bırakıyorum kendimi olduğu gibi. Kuvvetlice sıkıp hafif havalandırdı.
Kesildi ayağım yerden. Mecazi olarak demiyorum; kaldırdı, çevirdi adam yarım tur:
“Perhize de fazla takılma, iyi senin kilon” diyor.
Deri arabacı yeleğinin kokusu geliyor burnuma omzundan. Daha cılız görünüyordu aslında; dede olmak için erken olabilir gerçekten diye düşünüp gülüyorum içimden. “Honni soit qui mal y pense!” Salisbury Kontesi, dansın tam orta yerinde, jartiyerini düşürünce, Kral eğilip alır ve koluna takar. Dizbağı Nişanı’nın ünlü mottosu işte o sırada söylenir: “Aklına kötü bir şey getirene lanet olsun!” Ekselanslarının dokunabileceği kadar yakında olmak için zorunlu bir güvence. Şövalye olamadıysam da Dizbağı Nişanı’nı kapmış görünüyorum.
Bıraktı sonra.
Ayağım yere bastı tekrar. Olsun, dost olacağız. Ayrıca akik de iyi taştır, uğur getirir derler.