Bölüm 13: Bisiklet
Uyandım.
Umarım yani. Uyanmak için önce uyumak, her ikisi için de yaşıyor olmak gerekmiyorsa uyandım denebilir.
“Je vais au je vas mourir. L’un et lautre sedit au se disent” der sevgili Domenique Bauhars: “Ölüyorum veya ölmekteyim; her iki şekilde söylenmesi caizdir.” Son sözü aslında, 27 Mayıs 1702’de ölmeden hemen önce söylemiş. Fransızca gramer öğreterek geçmiş uzun bir ömre yakışan son. Boşa geçirilmiş kısa bir ömür için uygun olmayabilir; kalk o yüzden. Asalet bunu gerektirir.
Hafızamın kapakları kontrolsüz metin sızdırıyor.
Sabah ilk iş Nergiz’e kitabı vermek istedim, almadı.
“Beni karıştırmayın İnayetim, sen de büyütme bana sorarsan; konuş gitmeden, kendin verirsin” dedi.
Öyle olsun o zaman. Gidip oturdum salonda bir kenara. Erken başladık, geç saatlere kadar sürünecek gibi görünüyor. Sonsuz sayıda tanık dinleniyor. Tamamına yakını işçi. Hiç bıkmadan yemin metnini tekrar ettiriyor Başkan. Onunla da yetinmeyip “Gerçeği söylemeniz çok önemli” diyor. Kendine özgü güçlü bir vurgu ve hafif Ege aksanıyla uyarıyor her seferinde;
“O gün olanları öğrenmeye çabalıyoruz, herkesi dinleyeceğiz, gerçeği söyleyeceksiniz ki nasıl olduğunu anlayabilelim…”
İşin “namus ve şeref” üzerine bir kısmı da var ki hepimiz -kendisi de dâhil- ayağa kalkmak zorunda olduğumuz için törensel kesintiler yaratılıyor biteviye anlatımlar arasında. Namus ve şeref tehlike altındayken, doğum tarihini sorsalar iki kere düşünür gibi geliyor insana ama öyle değildir muhtemelen. Soyutlama kabul etmek gerekebilir. Bir parça Leopold von Ranke tarzı tarih anlayışıyla ilgili olduğunu kabul ediyorum: “wie es eigentlich gewesen” Gerçekten yaşanmış haliyle gerçek. Bıyık bunun mümkün veya gerekli olmadığını iddia etse de bir ceza davasında öğrenilmesi gereken tam olarak böyle tarif edilmesi konusunda Mahkeme Başkanı’na katılıyorum. Hatta katılıyoruz bile denebilir. Mühendis’in Kitabı’ndan söylersem: “O gün gerçekten meydana geleni bulmazsak, tekrar etmesini engelleyemeyiz” korkutuculuğu artsın diye “tekrar”ın altına iki kısa çizgi. Bıyık’a göre zaten tarih tekrar etmezmiş, bazen kafiye yapabilir diyor. Sinir bozucu adam. Yanıyorsa da o topuk yanmıyorsa da aslını bulmalıyız; ışığı, gölgesi yok bu işin. Gerçeği arıyoruz. Yahut arıyorlar artık.
Ben bıraktım. İşi bıraktım yani, kendimi bırakmadım. İnayet’le başbaşa yaptığımız uzun yürüyüşten sonra hem toplantıya ve çalışmaya katıldım hem de Nergiz’le köfteciye gittik. Başka şeyler konuştuk. Gayet iyi tanıdığı iki adamla meselelerimi konu etmeden benimle bir saat oturmayı başardı özenli kadın. Belki de hiç ilgisini çekmiyordur dertlerim. Her neyse artık. Dağıtmadan bitirmeye karar verdim denebilir. Veya dağılmadan; ikisi de caizdir.
Bıyık’la işim olmadı. Derviş’e önceden ettiği bir laf yüzünden bu gece de uykusuz kaldım ama doğrudan benimle ilgisi yok. Yani bana söylenmiş bir şey değil, herkese söylüyor. Ortaya püskürttüğü buluttan nem kapacak kadar gıcık oldum artık herhalde. Bak mesela pipo yüzünden bu tip saçma metaforlarla düşünebiliyorum adamı.
Tek tek sorular çalışılıyordu dün gece tanıklar için. Dinlenecek tanığa gerçeğin söyletilmesi teknikleriyle ilgili o kadar laf döndü ki; Derviş bir ara “Başkan bu kadar Amerikan çapraz sorgu filmi seyredeceğinize Rashomon’u seyretseydiniz daha işimize yarardı diyor” diye mızmızlandı. Kendisi yok ortalıklarda. Şato’sunda muhtemelen, pelerinine sarılıp tabutta uyuyordur o saatte. Erken yatıyor.
Böyle laflar yumurtladığında yüzündeki ifadeyi gözümde canlandırabildiğimden daha da öfkelenebiliyorum. Oturup seyrettim o yüzden filmi uyumadan. Derviş bellek kartını getirirken;
“Geç oldu, uzun biraz, yarın izle istersen” dedi ama yıldıramadı. Varmış film bilgisayarında. Sebep? Yani diyorum ki birisinin laf arasında söz ettiği 1990 yapımı siyah beyaz film ne sebeple öbürünün bilgisayarında bulunsun? Beraber adet görmek dediğim bu işte! Şaka yapmıyorum bu sefer.
Derviş biraz tutuk gibi; tırsmış olabilir bugünkü çıkışımdan çocuk. Yine de gecemi katlanılabilir hâle getiren bir bilgi aldım ağzından; Bıyık filmi hiç izlememiş olabilir! “Hiç film izlerken görmedim, filmler üzerine konuşmayı sever sadece dedi” mahcup bir edayla. Adam bu işte bence, boş boş konuşmayı seviyor. Gerçi Derviş de suyuma gitmeye çalışıyor olabilir, utandı sanki beni bırakıp kaçtığı için sabah.
Neyse, gece izledim oturup. Anladım neyi kastettiğini ama ikna olmadım. Kurosowa’nın kurgusundaki gibi ölüler de tanıklık etseydi birbirini pek tutmayan üç yüz bir öykümüz daha olacağını kabul edebilirim ama bu ihtiyar Ranke’nin “gerçek” gerçeğini önemsizleştirmez. Eğer maddi gerçeği aramıyorsak ne diye ceza yargılaması yapıyoruz? Gerçeği bilmeyen adaleti nasıl dağıtacak sonuçta? Gölge oyunu oynatırız belki: Bıyıklı Karagöz. Sen ne kadar değerini azaltmaya çalışırsan çalış yani, var “Gerçek Nedir?” diye bir soru. Kaza oldu belki de!? Herkes yel değirmenleriyle savaşmak zorunda mı senin gibi? Arıyoruz işte gerçeği, bizim savaşımız da bu! Veya buydu. Bu kadar benden.
“Savaşın Zaruretine Bulaştırılamayacaklar” isimli kadim bir Hint metnine göre: “… kederli olanlar, uykusu gelenler, yorgunluktan bitkin düşenler, ellerinde bitmemiş işi olanlar veya güzel sanat ustaları…” savaşa bulaştırılamazlar.
Binlerce masum sivilin bombardımanla yok edildiği modern savaştan ne kadar farklı; dünya eskiden daha güvenli bir yerdi belki de. Herhangi bir sanatta bugüne kadar yetenek belirtisi göstermemiş olmam sayılmazsa, bütün şartlar tutuyor bu sabah itibariyle. Gerçekten uykusuz, kederli ve bitkinim. Elimdeki – bırak bitirememiş olmayı- henüz başlamaya fırsat bulamadığım karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek Lisansı da cabası.
Kesintisiz tanık sorgusunun bayıltıcı etkisi uykusuzlukla birleşince, hava almak için dışarı çıkmaya karar verdim. Daha doğrusu içimde şişen havayı boşaltmak niyetiyle diyeyim. Duruşmada kaçırılacak bir şey kalmadı benim açımdan. Zaten Melike salonda; merak edene tanıktan daha güzel anlatır neyi yaşadığını iddia edecekse artık bu adam. Bilmiyorum, belki kurtulamadım daha filmin etkisinden. Oduncu’nun bebeği kucaklayıp götürdüğü an kalabilir benimle hayatım boyunca. Yetim hassasiyeti herhalde!
“İyi misin?” diye sordu sabah Melike. “Neredeydin dün sen?” dedim. “Misafirim vardı; dinledim hepsini Derviş’ten” dedi.
O kadar konuştuk.
Başka kaçanlar da var tek tük. Genellikle sigaracılar.
Geldiğim hafta yanaşıp elimi tutan çocukla annesi de duvarın dibindeler. Sigara içiyorduysa bile bitirmiş kadın; öylece dikiliyor.
Koyu mavi kot tulum giymiş, küçük, zayıf bir oğlan. İçinde de açık mavi, bisiklet yakalı, yarım kollu atlet var. Teni çok beyaz. Melek saydamlığında. Elbette Şeytan’ın düşmüş bir melek olduğunu ve bu ahlaki düşüş sırasında hiçbir fiziksel hasara uğramadığını unutmuyoruz. O da meleksi güzelliğini koruyordur yani büyük ihtimalle. Her daim temkinli olmak iyidir. Melek veya şeytan, sevmiyorum çocuk ben; tedirgin oluyorum. Her şey mümkün gibi geliyor bunlar ayak altındayken, zaten kötü bir şey “daha” olacak hissinden kurtulamıyorum sabahtan beri; en azından bir şey olacak hissinden diyeyim. İkisi bu aralar aynı anlama geliyor benim açımdan. Belki uykusuzluktandır.
Koşarak yanıma geldi. Neyse ki annesi hazırlıklı bu sefer, yetişti peşinden. Çocuk önümde durdu, bakıyor.
“Saçın kırmızı olduğundan seni unutamadı, boyuna senden konuşuyor” dedi kadın. Eğitimsiz insanlarda renkler konusunda yaygın bir cehalet var. Çünkü saçım kırmızı değil, kızıl. Ana renkleri bilmeyi yeterli kabul ediyor olabilir bunlar. İşin acımasız tarafıysa, saçımın bir kere görülmekle unutulamayacak kadar berbat bir renk olduğunun çocuk ve ben kadar annesi tarafından da fark edilmiş olması. Kastettiği o zaten; rengin adı önemsiz.
Küçük gövdeyle kısa boy bedenin tevazuu, ruhta niye bir masumiyetin işareti olsun ki? Tamamen katılıyorum Aziz Augustinus’a. Demek saçıma ilgi duyuyorsun küçük şeytan? Kaçacak yer görünmüyor. Duruşmaya dönmek istemiyorum hemen. Hiç değilse çömelip durumu eşitledim bu sefer. Bakıyor hâlâ. Ben de baktım. Çok iri siyah gözleri, komik denebilecek kadar ince kaşları var. Kirpikleri -yüzüne göre- takma etkisi yaratacak kadar uzun ve kıvrık. Tuhaf, narin bir oğlancık kısacası. Cüssesi için bile ince sayılabilecek bir sesle:
“Bisiklet aldılar” dedi. Haydi, buyurun bakalım?
Kim aldı? Kime aldı? Ne zaman aldı? Ve daha önemlisi niye şimdi burada bana söylüyorsun sen bunu acaba? Annesi yanımızda ayakta. 5W’nin onu da pek ilgilendirmediği anlaşılıyor. Who, Where, What, When, Why? Belki de zaten olayın içinde olduğundan vâkıftır cevaplara. Ne zaman aklıma gelse, Türkçeleştirilip 5N1K yapılmasında anlam kaybı hissederim. Espri kısaltma olmasında değil yani, hepsinin aynı harfle başlamasında bence.
Pekâlâ.
Bu aşamada, ciddi anlamda eksik bilgi barındırmakla birlikte, doğrudan bana yönelttiği bu bildirimi yok sayamayız herhalde. Yeni edinilmiş bir bisiklet açısından mal beyanı olarak kabul edip, beyannamede eksik bırakılmış kaynak sorusuna yoğunlaşayım bari.
“Kim aldı?” diye sordum.
İletişime elverişli zemin arayışındayım. Şöyle bilindik, yetişkin bir akraba tanımı umuyorum çocuktan: “Dedem aldı” gibi mesela. Kara para aklayacak yaşta değil sonuçta. Elini başımın yanına kulağımın hizasına kadar kaldırıp geri indirdi. Birisinin mi işaret edecek bu? Başımı çevirip arkaya bakıyorum: Hayır, kimse yok. Tekrar elini kaldırıp annesine bakıyor.
“Saçına değsin mi? Saçına meraklanıyor” dedi annesi.
Şaşkınlıktan “Dokunabilir tabii, adı ne?” diyebildim.
Dokunmadı, bekliyor. Annesi elini uzatıp kafamı sevdi. Çocuğa gösteriyor, böyle yapabilirsin, ısırmaz anlamında. Annesinin bitirmesini bekledi, ısırmadım. Yine de dokunmuyor ama cesur; indirmedi elini.
“Dey kuzum” dedi annesi. Kuzuya benziyor gerçekten, çok beyaz. Biraz bekledikten sonra, ikimiz için de zor bir seçim yapıp, havadaki elini tuttum ve saçıma yaklaştırdım. Kuzu, elimi sıkıca kavrayıp direndi ve bir ayağını yarım adım geriye attı. Aynı küçük vücuttan bir anda üç farklı refleks! İlginç. Parmaklarıyla beni yakaladı, gitmemi istemiyor; eliyle elimi durdurdu, saçıma zorla dokundurtulmaktan korkuyor; ayakları geriye açıldı, yakalamada roller değişirse hızla kaçabilmek için. Hiç titremiyor, öyle donduk. Nefes bile almıyoruz. İkimiz de yetişkin olsak ancak tokat atarak veya öpüşerek çözülebilecek bir sıkışma diyebilirim.
Ara uzayınca, hamle sırasının tekrar bana geçtiğine karar verip rok yapıyorum. Cephe gerisindeki malzemenin rollerini değiştirdim. Boştaki elimin avuç içiyle kafasına yumuşakça dokunuyorum. Hiç irkilmedi. Ne tuhaf? Dokunmaya değil dokunulmaya alışık bir ürkeklik. Belki yoksul çocuklarına mahsustur. Zenginlerde tam tersi olur çünkü. Uzanabildikleri şey mülkiyetlerindedir, dokunmayı bilir dokunulmaktan hoşlanmazlar. Toplumsal dokuya mı dokunuyoruz? İlginç. Çok sıkı “dokunup” sonra da halı makasıyla kırkılmış Siirt battaniyesi gibi bir şey saçı. Saç bitim hatlarının koyu gölgesini beyaz teninde takip edebiliyorsunuz ama saçı ancak dokunarak hissedebiliyorsunuz. Üç numara. Yumurta kadar pürüzsüz kafatası, makineyle tıraş edilmiş.
Hâlâ parmaklarımı bırakmadı ama dengedeyiz artık. Saçıma dokunsun diye baskı yapmıyorum. Benim diğer elim ile onun ayakları pozisyonlarını koruyor. Eski bir dövüş sahnesinde birbirini etkisiz hale getirmiş savaşçılar gibiyiz; ayrılamıyoruz lâkin devam da edemiyoruz figüre. “Lâkin” sandıktan çıkıp kullanıma girmiş bu arada; Bıyık’a bir kez de bunun için öfkeleniyorum. Tam Kurosawa’lık sahne. Maalesef annesinden başka seyircimiz olmadığı gibi o da gerginliğimizin farkında değil; etrafa bakınıyor. Sonra çocuktan çok bana duyurarak;
“Dur kuzum sen teyzenin yanında, ben tuvalete gideyim, geleyim” dedi. Adını bile söylemeden çocuğun, gitti kadın. Hâlâ kuzu yani bu durumda, vaftiz edilmemiş sayıyorum. Kalsın böyle. Hiç arkadaş çevresi genişletecek psikolojide değilim zaten. Hayatımda ilk kez “teyze” olarak sınıflandırılmanın acısı sigara yanığına benziyor ama kritik bir anda bulunduğumuzdan acının tam yerini tespit edemiyorum.
O da annesinin arkasından bakarak pozisyon kaybetmek istemiyor. Göz gözeyiz hâlâ. Benim açık yeşilimin karşısında mor hareler görünüyor siyahın içinde; mürdüm eriği gibi. Ani ve dezavantajlı değişikliğe açık bir atalet hâlindeyiz bütün ilişkilerin başlangıcında yaşandığı üzere, bekliyoruz.
Neden sonra; “Sefa ağladı” dedi.
Ağlamayı akla getirmek iyi değil. Çünkü çişin gelmesine benzer. Fikrin aklınıza düşmesini izleyen kısacık aradan sonra biyolojik baskı kasıklarınızdadır veya göz pınarlarınızda. Ağlamaya başlarsa yardım edecek kimse yok yakında.
“Sen ağlamadın ama değil mi? Ağlanmaz zaten” dedim sahtekârca. Geçmiş zaman kipini her ikimizi de bilerek ve isteyerek kullandığını varsayıyorum. Gerçekten kuzunun zaman algısı hakkında bir fikrim yok. Sefa’nın kimliği ile ilgili bilgi verilmedi henüz yahut ne zaman ağladığıyla ilgili.
“Ben ağlamadım. Sefa ağladı. Benim babam öldü” dedi kusursuz bir zaman kavrayışıyla.
Allah’ım sen büyüksün! Dehşet bütün bedenime yayılıyor. Biliyordum başıma bir şey geleceğini ama bunu hak etmedim. Kim, ne zaman söyleyebildi sana babanın öldüğünü? Kim kuzum Sefa? Niye ağladı? Hemen kaçıp öğretmenevinin güvenli loş serinliğine sığınmak istiyorum. Saklanırdım uçak saatine kadar ama annesi tuvaletten gelmeden gidemem bir yere.
Sakinleşmeye çalışıyorum.
Pekâla.
Çocuklarla her zamanki ses tonunuzu kullanarak, yetişkin kavramlarıyla ilişki kurarsanız karşılıklı rasyonalite umudu artar. Çocuk diline öykünmek çaresiz bir ahmaklıktır. İçine çocuk kaçıp da çıkarılmamış bir sürü yetişkin geziyor plaza koridorlarında; başarısız exorcist kurbanları.
Babasıyla ilgili duygusallaşmamak lazım şimdi. Ölü babaların yaşarken pislik erkekler olabileceğini düşün. Bıyık’a yoğunlaş mesela. Onların aynı zamanda ölü kocalar olduğunu unutma, kör ölüp badem gözlü olmasın. Şu gerginliğin ortasında, Rashamon’daki bütün erkeklerin yaşarken de badem gözlü olduğu gerçeğine gülmeyi -barındırdığı ırkçı eğilim nedeniyle- aklıma geldiği anda reddedebiliyorum ama hiç değilse sakinleşmemi sağladı. Kaçış yok konudan; başla bir yerden;
“Sefa’nın babası ölmedi mi?” Kuzuyu Sokratik bir diyaloğun mantık zincirinde tutabilmeyi umuyorum. Kardeşi olabilir Sefa.
“Ölmedi” dedi.
Bu kadar basit. Kardeşi falan değil. Birbirimizi anlıyoruz. Bedensel kilitlenmemiz henüz çözülmedi ama mantıksal süreç umut verici. Belki de konuşmakla yetineceğiz, saçıma dokunmayacak. El eleyiz, direnci hissedebiliyorum hâlâ ama rahatladım. Akıl en büyük hatalarına, beden tehlike geçmeden adrenalini azaltarak onu yanılttığı zamanlarda düşer. Rehavet deniyor.
“Niye ağlıyor o zaman?” diyerek kısacık bir cümlede, daha ağzımdan çıkarken kavradığım, iki derin hataya gömdüm kendimi boğazıma kadar. İlk hata gramatikal: Zaman kipini değiştirince güvenli ve üzerinde anlaşılmış “Sefa eskiden ağlamıştı” oldu sonra “Sefa ağlıyor”. Çocukların dilbilgisi zayıftır. Herkesin her zaman -özellikle de hemen şimdi burada- ağlayabileceğine yaptığı vurgu nedeniyle, ikimizin de işini bitirir uyanırsa. İkinci hata trajik: “Sefa babası ölmediği hâlde ağlıyormuş, kuzu neden babası öldüğü hâlde ağlamıyormuş?” gibi bir saçmalık yaratmayı başardım duygusal olarak. Teşviki bırak tahrik ettim oğlanı ağlamaya.
Zaten bu da cevap vermek yerine parmaklarımı kavradığı elinin direncini azaltmakla yetindi. Ellerimiz yandan gömüldü saçıma. Açtı elini, parmaklarını oynatıyor. Henüz benim kadar deneyimli olmadığından saçımı bir başka nesneye benzetmesi zor. Bu da deneyimini biricikleştiriyor olabilir. Gözlerinde ışık arttı. Bir şeyin -ama gerçekten başka bir şeye benzemeyen bir şeyin- ilk defa deneyimlendiği an büyülüdür. Bozmadan bekliyoruz. Sanki takip edebileceğim kadar yavaş gözlerini kırptı. Yumup açtı yani o kadar yavaş. Sonra elini saçımdan çekmeden;
“Bisiklet” dedi.
Saçım için bugüne kadar söylenmiş en güzel söz sayılmaz. Maalesef en kötüsüydü de diyemeyeceğim, neler duymuşluğum var. O nedenle benzetme teorisi yerine diyaloğun devam ettiğine karar verip;
“Bisikletten mi düştü” diyorum. Toparlarız buradan gidersek.
“Sefa’nın bisikleti yok” dedi. Saçımı okşuyor. Düşmüş de olamaz bu nedenle; gayet açık. Değil mi? Yani, öyle bakıyor; bu kadar açık bir gerçeği kavrayabileceğimi umarak. Anladım da ne denebileceğini bilmiyorum. Annesi geldi neyse ki.
“Kuzum bakmış mı teyzenin saçına? Ne güzel değil mi? Pamuk gibi…”
Enseyle kürek kemiğinin arasında, sağ tarafa yakın bir yerden geliyor yanık acısı. Teyzenin diyorum, bu sefer net hissettim.
Bütün bu zaman zarfında gözlerini gözlerimden hiç ayırmayan kuzu, annesinin gelmesiyle saçlarımı ve gözlerimi iade etti; elimi hâlâ aynı eliyle tutuyor.
“Güzel” dedi annesine bakarak.
Doğruldum elini bırakmadan. Laf bul kadına.
“Kaç yaşında?”
“Dört” dedi kadın. Daha küçük görünüyor. Atlatmış olabiliriz krizi.
“Adı ne?” dedim bir kere daha; artık ayıp olmasın diye.
“İnayet” dedi kadın. Dememiştir tabii de ben öyle anladım. Başım döndü biraz zaten; kulağım çınlıyor. Dizlerimin üzerinde çömelip aniden doğrulduğum için olabilir. Olur bende bazen. Belki uykusuzluktan. Düzgün kahvaltı da yapmadım Xebat yok diye; onunla yapıyorduk. Başım dönüyor yalnız gerçekten.
“Efendim!?” diyebilmişim:
Yüzümdeki ifadeden mahcup oldu kadın.
“Erkek adı olduğunu biliyorum; n’apayım, rahmetli öyle istedi; Allah’ın inayeti bu diye. Olmadıydı bizim çocuğumuz, iki sene doktorlara…”
Küçük şimşekler devam ediyor çakmaya ama öz savunma refleksi beklemiyor toparlanmayı. Sözünü kesip:
“Yok, niye erkek adı olsun; benim adım da İnayet” dedim.
Şu anda, gözümün önünde cinsiyet değiştiren kuzucuğun eline tutunuyorum düşmemek için. Dikkatle yüzüme baktı kadın. Belki ilk defa büyümüş İnayet görüyor; gelecekten geliyor gibiyim. Sevindi sanki. Kız bu da işte! Kız adı İnayet.
“Erkek sandım ben, saçı niye böyle kısa?” diye sordum.
“Bitlendi” dedi. Hatırlayınca mutsuz hissetti kendini, yüzü gölgelendi. Azıcık bitlenme meselesinin mahcubiyetiyle -veya bana söylemek zorunda kalmanın hırsından da olabilir- kaldırdığı gibi kucağına alıp kulağından öptü çocuğu.
Eli kurtuldu elimden. Ayakta durabiliyorum ama çok yalnızım şimdi.
“Küpe taktırmaz, kolye taktırmaz, oğlan çocuğu gibi zaten adaşı bu…” dedi bana. Ona bakarak ama bana dedi. Annesinin kızı için hayal ettiği küpenin yeri o zaman öptüğü, kulak değil.
“Büyü de teyzeninkiler gibi güzel çiçekli elbiseler alayım sana.” Ona diyor ama bana bakıyor bu sefer. Son teyze acıtmadı fazla. Adaş’a takıldım ben. Teyze’den bile yakın akraba gibi göründü gözüme aniden. Engellenememiş bir sırıtmayla:
“Tulum da yakışmış, çok güzel zaten” dedim. Alamıyorum kızdan gözümü. Yarım aklım da gitti. Elimin titrediğini belli etmemek için cebime soktum.
“Bisiklete binecem diye tutturduğundan her gün pantolon böyle; söyledim nenesine erkek kıyafeti bu diye; yardım, hayır, zekât, getirip getirip bırakıyorlar boyuna…” dedi tulumunun askılarını düzelterek. “Geçen sene bol geldi, giyemedi ama bu sene oldu üzerine.”
“Rahat ediyorsa giysin” dedim, bu söylediğimi ananemin hiç öğrenmemesini dileyerek. Hatırlayabildiği yaşamı boyunca pantolon giymemiş olan ben, dört yaşındaki pantolonlu adaşımı savunabilmek için birkaç cümle daha arıyorum ama yok.
“Rahat ediyor, yakışmış…” Gitmesinler diye lafa tutmaya çalışıyorum aslında.
“Arkadaşı varmış, Sefa, onu anlatıyordu sen geldiğinde; bisikletle ilgili ama anlayamadım” diyorum.
Ben anlattım, sen anlamamakta ısrar ettin der gibi küçük ellerini açıp başını sallıyor İnayet. Tabii ki kız çocuğu seni gerizekalı, ellerin güzelliğine bak! Annesinin omzuna yasladı başını. Rahat etsin diye düşürdü omzunu kadın, gülmeye başlıyor.
“Komşumuzun oğlu.”
Tek tek bakınca güzel sayılmaz ama gülerken sağlık fışkırıyor pembe beyaz yüzünden. Uçları omuzlarından sarkan yemenisinin altından kumral kâküller görünüyor. Kuzucuğun saçları da bu renk mi acaba? Beyazlık anneden. Kahverengi gözler tutmuyor ama saç işi belli olmaz. Kirpiklerine göre kuzgun karası olması lâzım bunun saçlarının.
“Madenci yetimlerine bisiklet dağıttılar getirip. Sefa bisiklet alamayınca, benim babam niye ölmedi diye evlerini taşladı söğüp. Küçük daha, çok ağladı…”
Haklı. Anlatmış kuzu bana, benim hatam anlamamak. Söğüp. Yumuşak “g” ile söyledi yalnız kadın.
“Babası da madendeydi, yaralı çıktı. Düzgün adam. Perişan oldular, iş yok, para yok…” Gülüyor elini ağzına kapatıp:
“… cam çerçeve inmiş. Sefa ayrı ağıt tutturmuş; Niye ölmedin Koduğum!? -sesini düşürdü bunu söylerken- Adam ayrı ağlar: Niye ölmedim? Çok güldük…” indirdi elini. Hâlâ gülüyor. Küfrü gizlemek içindi eli, gülüşü gizlemek için değil.
Bir daha asla teyel tutmamak üzere yırtıldı benliğimin kumaşı. Çok canım yanıyor. Çınlama uğultuya dönüşüyor kafamda. Oduncu bebeği ışığa götürüyor kapıdan. Düzgün adam Sefa’nın babası, yaşarken de badem gözlü, belki Bıyık veya Kurosawa çıkartırdı gülünecek yeri; kadın görebiliyor sonuçta ben beceremedim. Yetim kalmaya bile gerek yok, yoksulluk kâfi gibi görünüyor zihin açıklığına.
Kucaktaki yerini değiştirdi İnayet’in hafifçe hoplatarak. Toparlandık. Salona doğru yürümeye başladık. Düzgün basamıyorum uyuşmuş gibi ayaklarım. Devam ediyordur herhalde duruşma.
“Duyulunca getirdiler ona da bisiklet, binmedi. Geçti hevesi, çocuk işte…” Kızına bakıyor. Profilden benzemiyorlar ama birisi çok küçük daha.
“Onu diyordur” dedi merdivenlere gelince kızı bir kere daha kulağından öpüp. Durdum ben. Perşembe mi bugün günlerden? Hayır Cuma. Perşembe nereden çıktı? Kilise çanları çalıyor. Akhisar’dayız İnayet, kulağın çınlıyor.
“Siz gidin, ben birazdan geleyim” demeyi becerdim. Yürüdü kadın.
Başını annesinin omzuna yaslamış, onun sırtının üzerinden geriye doğru bana bakıyor İnayet. Yemeninin uçlarıyla oynuyor. Kadının beli ne kadar ince çocuk doğurmasına rağmen. Nefis bir sırt kavisi var. Yürüyüşü zarif. Kuzu da böyle olacak işte büyüyünce. Çiçekli elbise çok yakışır o zaman.
Geleceğim yanına” diye seslendim sigarayla çakmağı çıkarırken. Yine zaman kipi hatası. “oradan geliyorum”un nasıl deneceğini bilmediğimden “geleceğim” diyorum.
“Gel” dedi gibime geldi gözüyle.
Demediyse de gideceğim. Başımın dönmesi geçmedi daha, uğultuyla çan sesleri hafifledi biraz. Ağlama gülmeye, yoksulluk yoksunluğa karıştı. Dört yaşında! İnayet adı. Yahut kırdım kafayı; Viktorya dönemi romanıyla karşılaştırmalı yaşam yüksek lisansına başladım farkında olmadan. Sefa! Sakinleşemiyorum. Yakında bir yerlerden “yardım, hayır, zekât; getirip getirip” diyor kadının sesi; “hevesi geçti, binmedi, çocuk işte…” Katedral çanına döndü çınlama. İki yüzyıl uzaktan “Perşembe” için söylenmiş şiir geliyor uğultunun içinden. Yumuşak “g”yle sövmek istiyorum:
“Kutsal nesi var bunun?
Bu zengin ve bereketli toprakta
Bebeklerin sefalete düşürüldüğü
Tefecilerin sevgisiz eliyle beslendiği zamanları görmenin…”
Benim için çalıyor çanlar. Saint Paul Katedralinin “Holly Thursday”i. Altı bin yoksul çocuğu hayırseverler yardım etsin diye meydana dizen, zengin ve bereketli Londra.
“In a rich and fruitful land” demiş Blake. Bu topraklarda öyle mi acaba; bakla, kavun, sarımsak? “is this a Holly thing too see?” Bu mu kutsallığınız? Kömür var artık. Yetimlere bisikletmiş! Sizi pislikler. Erken çıkardım çizmeyi. Dünya yalınayak yürümek için fazla çamurlu.
Kırıldı içimde bir şey. Belki dün Bıyık’ın çatlattığı yerden. Yırtılmadan daha iyi kırık. Aşağı doğru büyümeye benzeten kimdi ki kırığı?
“Kırıl ki bütün olasın
Bükül ki düzel”
Yırtılma yok kesin. İlk anda öyle hissettim, sesini bile duydum sandım gerçekten. Boşalıyor içimde şişen hava.
“Boşal ki dolu olasın
Tüken ki yenilen”
Hatırlamıyorum gerisini.
Dua gibi.
Yaktım sigarayı. Sanki ilk defa içiyorum. Bulut. “İç de sararsın dişlerin” diyen Roza bulutun arkasından gülüyor. Lise yatakhanesinde ilk gecem. Ranzada üstümdeki yatağından kafayı sallandırdığı için uzun düz siyah saçları yastığıma kadar sarkan, daha o gün tanıştığım Roza.
“Ne! Baban yok mu? Harikaymış! Keşke benim de olmasa, her işime burnunu sokuyor…” diyen Roza. İki nefes daha çekersem bayılabilirdim. “Sokakta bayılınmaz, git evde bayıl; sokakta bayılırsan tecavüz ederler!” diyor Roza. Bayılmıyorum. Gidip Sefa’yla bir yerleri taşlayasım var. Büyüsünler biraz, götürürüm Roza’nın evini taşlarız belki; “Senin baban niye ölmedi!” deriz. “Koduğumun” demeyiz, ayıp.
Biz ağlarız herkes güler üstümüze. Bıyık da güler.
“Çok güldük, çocuk işte…” Geçer sonra hevesimiz.
Geçmiyor geçmesine de işe bak! Öldü babamız ama gerek yokmuş ölmesine. Ölmemiş babamızı ölmediğine ağlatacak kadar kötü çocuğuz biz.
“Utanmaz çocuk! Babam niye ölmedi diye ev taşlanır mı?” diye sorsan;
“Bisiklet?” demekten başka çaresi yok. Senin gibi hayır, sevap, sadaka, sosyal devlet demeyi kıvıramayacağı için sebep söyleyecek açıkça. Gizleyemez kötülüğü. Sahtekârlığın dil birikimidir yetişkin güvenliği. O henüz ahlakın dışında olduğu için saklayamaz. Üstüne güldürür. O ağlar sen gülersin. Küçük düşer. Düşmez. Küçük zaten.
“Çocuk daha” dedirtir. Ağlanmaz işte o yüzden. Ben ağlamam.
Sefa bisiklet istiyor; niye çaresizliğini usturuplu yaşamak zorunda olsun? Kendi kötülüklerine güzel isimler uydurmak yetişkinlerin işi. Çocuk “tutunacağı böyle bir dal olmadığı için” güvenlikten yoksundur. Glaeser bu; 1902 Doğumlular. Yüzyılın başında doğmak çocuk olmaya engel değil; hepimiz çocuktuk. Ne kadar hüzünlüdür.
Roza’ya yelkenli tekne aldı babası mezuniyet hediyesi. Çok istesem dedem de alırdı küçük bir şey bana. Motorlu ama. Yelkenden korkardı. Sarıyer’de balık tutacak kadar hafta sonları. İstemedim. O da öldü sonuçta. Şimdi istesem de alamaz. İki kere yetim sayılırım ben. Yetim kare…
Hava yetmiyor. “İzin verirsen ben kalkayım” dedi adam ya! Kalk tabii. Yetimküp aslında. Hepsi izinsiz gitti, sana da izin vermiş olayım. Aile terbiyesi bunu gerektirir. Yetim metreküp/dakika hava gerekiyor. Hepsine değil yalnız, vardiyadaki yetim başına hesaplanacak aptal değilseniz.
Açık havaya çıkmam lâzım. Nefes alamıyorum. Hayır. Zaten açık havadayım: Giremeyeceğim o zaman duruşmaya.
Girmiyorum.
Hiçbir yere de gitmiyorum. Gidemem. Burada oturup kuzunun çıkmasını bekleyeceğim. Ağaç bul, otur altına. Oturma. Kalk öğretmenevine git İnayet.
Gidemem hiçbir yere. Gitmiyorum.
Burada dikilip çıkmasını bekleyeceğim.
Allah’ın inayeti gel bakalım. Gel de hasarlı yerlerimin üstüne biraz bastırayım seni. Yırtık değil, kırık var bende. Belki küpe takmaya ikna ederiz birbirimizi. Annemin kolyesini çıkarırız kutsal dolaptan. Olmazsa, ben de öperim artık küpesiz yerlerinden teyzen olarak. Teyzeye bak! Ananemin güzel bebeklere dediği gibi; “Teyzesi kurban olsun” dehşet içinde annesinin benden daha genç olabileceğini fark ediyorum. Hayır, daha kötüsü, biliyorum kadının benden genç olduğunu; yürürken sırtının kavisinden anladım. Adı ne? Bilmiyoruz. Anne. Eş, kız kardeş? İnayet’in annesi.
Gitmeyeceğim. Ağaca söyledim galiba, “Git” dedi gibime geldi.
Ailelerle toplantı var pazara. Keşif hazırlıkları var. Duruşma hep var zaten. Xebat yok. Saat kaç? Uzun sürebilir duruşma. Hangi yıldayız ki? Aslında üç beş yıl sürer bu dava. Var benim vaktim, beklerim. Yirmi yıldır bekliyorum; bu kırıkla yaşamaya devam edemem.
Gerek yok gitmeme.
Hayat edebiyatı taklit ediyor zaten, başkası yapsın karşılaştırmalı lisansüstünü.
Gözüme duman kaçtı. Hep kaçar, göz makyajı yapmıyorum o nedenle. Yahut bir kereye mahsus bu konuda dürüst davranayım, sigarayı söndüreli çok oldu çünkü. Ağacın altına oturdum, ağlıyorum. Yok görecek kimse. Ayıp. Olsun. Nihayet. Bir serinlik.