İnayet
-
BÖLÜM 28: YENİ HAYAT
Uyanışım pek yeniden doğuşuma yakışacak kalitede olmadı. Belim tutulmuş, ayaklarım su toplamış ve ağzım bu kadar kuruduğuna göre bütün gece horlamışım yorgunluktan. Neden filmlerdeki gibi olmaz ki bu işler? Yeni Hayat diyorum. Erken doğumdu belki? Prematüre sancıları çekiyorum. Saçmalama. Üşüdün sadece dün, sızlanmayı kesip kalk. Çok yoğun bir gün olacak. Gece geç saatlere kadar keşif anlattırdılar; iyi ki not almışım. Herkesin -beni saymazsan- dosyaya nasıl hâkim olduğunu gördüm bir kere daha. Tarif ettiğim her yerin, her şeyin adı söylendi, dosyadaki önemi tartışıldı. Ne ekip ama! Çok iyi avukat bunlar. Bunu daha önce söylemiş olabilirim. Söylemediysem, kesin bilgi. Bıyık -elbette- hiç…
Devamını Oku » -
BÖLÜM 27: SİYAH ORPHEUS
Lambahanenin az güneş alan floresan loşluğu için bile teni fazla beyaz görünüyor. Kendi ellerime baktım: Hayır. Üzerimizdeki beyaz tulumlarla da ilgisi yok. Basbayağı esmer bu adam normalde. Hastalıklı beyazlık en iyi esmerlerde belli olur, kağıt gibi yüzü. Yağlı kağıt daha doğrusu, terliyor. Dün gecenin tek uykusuzu ben olmayabilirim. Karanfilleri yerleştirirken elinin titrediğini fark ettim. Hepimiz fark ettik. Alihan kalanları elinden alıp “Ben halledeyim abi…” diyerek kurtardı durumu. O getirdi zaten. Üç yüz bir tane kırmızı karanfil. Sabahın bu saatinde nereden bulduğunu bilmiyorum. İnsanı şaşırtma potansiyeli sonsuz Alihan’ın. Saat o kadar erken sayılmaz ama hava kapalı. Belki yağmur yağar. Pardösüsü, ekose…
Devamını Oku » -
BÖLÜM 26: HELALLEŞME
Belim ağrıyor. Bel ağrısının mazeret kabul edilebileceği işler hangileridir diye düşünerek düz bant boyundan desandreyi tırmanmaya başlıyorum. Eğim, korktuğumdan yumuşak sayılır aslında. Yine de zorlanıyorum. Piyanist mesela, mazeret; kuaför, mazeret; kreş öğretmeni, mazeret. Madenci söz konusuysa, omurlarınız puzzle gibi iç içe geçip sinire binmeden ağrı mazeret kabul edilmiyordur herhalde; meğer ki torpilliniz olmasın. Var benim. Ananem revirde hemşireymiş zaten. Adada hep giydiği beyaz keten elbisesi üstünde -sedef düğmeleri olan- kendi kumaşından kemeri var. Ayağındaki benim espadrillerim yalnız, onun beyaz ayakkabısı olmaz. Kıyafetinden en az bir ton koyu olacak İnayet, eğer gelin değilsen. Değilim. Onun gelinliğini de fotoğraftan biliyorum sadece. Büyük…
Devamını Oku » -
BÖLÜM 25: TAMBUR VE KUTSAL İŞKEMBE
“Bıyık nerede?” “O ne?” dedi Melike kafayı kaldırmadan. Yeterliydi normalde uyarı, saflığımdan uyanmadım. “Bıyık işte… Demin buradaydı, çıktı mı?” “O kim?” diyor Melike. Şimdi bakıyor artık notların üzerinden. Boş baktım yüzüne. Hatırlamıyorum adamın adını; hatırlasan da artık söylenmez zaten ayıp! İlk defa yakalanıyorum. Şimdi odamda, kahve, sigara stoku yapılmış, büyük çiçekli pijamalar çekilmiş -getirdim gelirken- duvara yapıştırdığım maden haritalarıma bakarken hatırlayıp ürperiyorum yakalanma anımı. İşin kendisi komikti aslında; tam o sırada yaşadığım aydınlanma ürperticiydi sadece. Yok öyle bir adam, sen uydurdun belki de! “Kedi” dedim Melike’ye. Yanaşmıyor pek yanımıza ama kedi var sendikanın terasında. Yok şimdi ortalarda Allah’tan. “Hayırdır, kedi…
Devamını Oku » -
BÖLÜM 24: SINIF FARKI
14 Recep 1435, Salı. Kayıp zamanın peşinde değilim; o da zaten kaybolmayacak kadar gözümün önünde. Kapının karşısındaki duvarın önündeyim. Halı erken bittiği için muşambaya basıyorum. Tartan pist etkisi yaratıyor. Zaten Kayıp Zaman’ın bu hâli sadece Yakup Kadri çevirisinde mümkün herhalde. 14 Recep Salı yani. Fransa’nın güneyinde kaybedilmek için fazla yerli bir gün gibi duruyor Donmuş zaman daha çok. Kurabiye ısırmayı gerektirmeyecek yoğunlukta korunmuş unutulmaya karşı. Bu arada keşfe çok az kaldı. Tedirgin edici. Neyse. Zaman kayıpsa sadece duyu yetmez bulmaya, hafızayla çakışması lazım. Hâlbuki benim hafızama ait değil bu fotoğraf. Takvimin her tarafında Rüya’nın kocasının fotoğrafları asılı. Büyük olana bakıyorum.…
Devamını Oku » -
BÖLÜM 23: YOLUMDAKİ YABANİ SEMENDER
Normalde gözümle okurum. “Ya nerenle okuyacaktın?” diye sorulabilirse de o değil tabii mevzu; okurken iç sesim yoktur anlamında söylüyorum. İç sesle okuyanlar, hemen hemen -belki burun farkı bir avantaj sayılmazsa- yüksek sesle tempolu okuyabilenlerin süratine sahiptir en fazla. Ben çok daha hızlıyım. Sonradan da öğrenilebileceğini söylerler ama benimki kendiliğinden oldu. Ne zaman başladığını hatırlayamadığımdan, sanki okumayı böyle öğrendim gibime geliyor. Elimdeki şiiri -hem de bayağı güçlü sayılabilecek- tonlamalı falan bir iç sesle okuduğumu fark ettiğim için geldi aklıma. İlginç. Bu şiiri son beş yılda belki yirminci okuyuşum, ilk defa söyleneni duyuyorum. Dış sesle okumuyorsan yine duymadın, görüyorsun hâlâ denebilir tabii…
Devamını Oku » -
Bölüm 22: Kupa Kızı
“Niye döneceğini söylemedin telefonda, beklerdim?” “Seninle konuştuktan sonra değiştirip erkene aldım” “Telefonu kapatıp iki gün sonraya bilet mi aldın!?” “Hayır, bulabildiğim ilk uçağa aldım” “Ne diye?” “Hassas dengeler var İnayet. Sana güveniyorum, ocağa indirdiklerine göre belli ki bizimkiler de güveniyor ama sormadan iş yaptık yine de; bir arıza çıkarsa orada olayım, yalnız kalma istedim…” “Söyledim ben gittiğim gece, çıkmadı arıza falan…” dedim. Bıyık’ın o sırada ne dediğimi anlayacak durumda olup olmadığından pek emin değilim yalnız demedim. Onu gelince anlatırım. Yuh! Temkine bakar mısınız adamdaki? “Nasıl geçti ziyaret?” diye arayan Alihan’la konuştum. Arasın tabii merak etmiştir ama aramakla yetinmeyip yarın sabaha…
Devamını Oku » -
Bölüm 21: Elektronik?
Mühendis’in teybinde “Who Killed Davey Moore” çalıyor. Müzik işi böyledir işte; Cohen de çıkabilirdi. Aklınıza ne zaman eski şarkılar düşse, yolda, geliyor demektir. Hafıza gereksiz yere karıştırmaz geçmişin çöplüğünü, gelecek hakkında uyarıyordur genellikle. Solcu tipi var çocukta. Şu açıdan ilgileniyorum ki solcu olduğu için Bob Dylan dinliyorsa, evvelki yıl Roza’ya haksızlık ettim demektir. Yok, sadece seviyorsa o ayrı, ben de severim. Uygun şu an ruh halime; hepsi birleşip öldürmüşler işte: Seyirciler, bahisçiler, hakemler, boks yazarları. Birisi de vurmuştur son yumruğu. Boksör Davey Moore. Meslek önemsiz, işçi de böyle öldürülüyor, iştirak halinde. Herkese elektrik lâzım. Boks da lâzımdır herhalde; futbol bu…
Devamını Oku » -
Bölüm 20: Orkide
Sabah, şiir ve adet kanamasıyla uyandım. “Oh! Menstruating woman, thou’rt a fiend, From whom all nature should be closely screened” Şiir bile değil, tekerleme. Sonuç değişmiyor, gerçekten de zebani gibi hissediyorum kendimi. Avrupa Ortaçağından sersemin tekine “Ey aybaşı gören kadın, bir zebanisin sen!” dedirtecek kadar berbat görünüp görünmediğimi aynaya bakınca anlayacağız ama devamında söylediği gibi; “Doğanın korunması gereken” bir ruh halim olduğu kesin. Ayna bahsinde küçük bir düzeltme yapayım: Hiç kimse kendisini başkasının gözünden göremez aynada, sadece yanılsama o. Adına “Ayna Bakışı” deniyor. Yüzünüzdeki binlerce küçümen kas lifi, siz farkına bile varmadan kendilerine çeki düzen verir bakışınız altında. Yani başkasının…
Devamını Oku » -
BÖLÜM 19: ORPHEUS
“Cehenneme iniyorum” Kafamda bu cümleyle gittim yemeğe. Ocağı kastediyorum ama yemekten de korktum biraz. Gözü kapalı bütün galerilerin haritasını çizebilecek Derviş, her ölünün düştüğü noktayı markör kalemiyle koca yelken haritamıza işleyebilecek Melike, yalancıyı gözünden tanıyan Nergiz; saymayayım işte. Herkes senden kıdemli, herkes senden fazla hak ediyor. Şato ekibiyle İzmirli kızlar var. Derviş masada “sürprizi bozmamak” için söylememiş. Nergiz de “Bakma sen ara sıra bugünkü gibi su kaynattığına, iyidir Başkan, yapmaz sormadan” diyor. Sonraki tespit biraz karışık ama düşüneceğim üzerinde; “İnsan yönetmiyoruz biz, süreç yönetiyoruz. Kalabalığa talimat verilerek değil toplantı kararlarına itaat edilerek yapılır o iş, en fazla…
Devamını Oku »