İnayet

  • BÖLÜM 25: TAMBUR VE KUTSAL İŞKEMBE

    “Bıyık nerede?” “O ne?” dedi Melike kafayı kaldırmadan. Yeterliydi normalde uyarı, saflığımdan uyanmadım. “Bıyık işte… Demin buradaydı, çıktı mı?” “O kim?” diyor Melike. Şimdi bakıyor artık notların üzerinden. Boş baktım yüzüne. Hatırlamıyorum adamın adını; hatırlasan da artık söylenmez zaten ayıp! İlk defa yakalanıyorum. Şimdi odamda, kahve, sigara stoku yapılmış, büyük çiçekli pijamalar çekilmiş -getirdim gelirken- duvara yapıştırdığım maden haritalarıma bakarken hatırlayıp ürperiyorum yakalanma anımı. İşin kendisi komikti aslında; tam o sırada yaşadığım aydınlanma ürperticiydi sadece. Yok öyle bir adam, sen uydurdun belki de! “Kedi” dedim Melike’ye. Yanaşmıyor pek yanımıza ama kedi var sendikanın terasında. Yok şimdi ortalarda Allah’tan. “Hayırdır, kedi…

    Devamını Oku »
  • BÖLÜM 24: SINIF FARKI

    14 Recep 1435, Salı. Kayıp zamanın peşinde değilim; o da zaten kaybolmayacak kadar gözümün önünde. Kapının karşısındaki duvarın önündeyim. Halı erken bittiği için muşambaya basıyorum. Tartan pist etkisi yaratıyor. Zaten Kayıp Zaman’ın bu hâli sadece Yakup Kadri çevirisinde mümkün herhalde. 14 Recep Salı yani. Fransa’nın güneyinde kaybedilmek için fazla yerli bir gün gibi duruyor Donmuş zaman daha çok. Kurabiye ısırmayı gerektirmeyecek yoğunlukta korunmuş unutulmaya karşı. Bu arada keşfe çok az kaldı. Tedirgin edici. Neyse. Zaman kayıpsa sadece duyu yetmez bulmaya, hafızayla çakışması lazım. Hâlbuki benim hafızama ait değil bu fotoğraf. Takvimin her tarafında Rüya’nın kocasının fotoğrafları asılı. Büyük olana bakıyorum.…

    Devamını Oku »
  • BÖLÜM 23: YOLUMDAKİ YABANİ SEMENDER

    Normalde gözümle okurum. “Ya nerenle okuyacaktın?” diye sorulabilirse de o değil tabii mevzu; okurken iç sesim yoktur anlamında söylüyorum. İç sesle okuyanlar, hemen hemen -belki burun farkı bir avantaj sayılmazsa- yüksek sesle tempolu okuyabilenlerin süratine sahiptir en fazla. Ben çok daha hızlıyım. Sonradan da öğrenilebileceğini söylerler ama benimki kendiliğinden oldu. Ne zaman başladığını hatırlayamadığımdan, sanki okumayı böyle öğrendim gibime geliyor. Elimdeki şiiri -hem de bayağı güçlü sayılabilecek- tonlamalı falan bir iç sesle okuduğumu fark ettiğim için geldi aklıma. İlginç. Bu şiiri son beş yılda belki yirminci okuyuşum, ilk defa söyleneni duyuyorum. Dış sesle okumuyorsan yine duymadın, görüyorsun hâlâ denebilir tabii…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 22: Kupa Kızı

    “Niye döneceğini söylemedin telefonda, beklerdim?” “Seninle konuştuktan sonra değiştirip erkene aldım” “Telefonu kapatıp iki gün sonraya bilet mi aldın!?” “Hayır, bulabildiğim ilk uçağa aldım” “Ne diye?” “Hassas dengeler var İnayet. Sana güveniyorum, ocağa indirdiklerine göre belli ki bizimkiler de güveniyor ama sormadan iş yaptık yine de; bir arıza çıkarsa orada olayım, yalnız kalma istedim…” “Söyledim ben gittiğim gece, çıkmadı arıza falan…” dedim. Bıyık’ın o sırada ne dediğimi anlayacak durumda olup olmadığından pek emin değilim yalnız demedim. Onu gelince anlatırım. Yuh! Temkine bakar mısınız adamdaki? “Nasıl geçti ziyaret?” diye arayan Alihan’la konuştum. Arasın tabii merak etmiştir ama aramakla yetinmeyip yarın sabaha…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 21: Elektronik?

    Mühendis’in teybinde “Who Killed Davey Moore” çalıyor. Müzik işi böyledir işte; Cohen de çıkabilirdi. Aklınıza ne zaman eski şarkılar düşse, yolda, geliyor demektir. Hafıza gereksiz yere karıştırmaz geçmişin çöplüğünü, gelecek hakkında uyarıyordur genellikle. Solcu tipi var çocukta. Şu açıdan ilgileniyorum ki solcu olduğu için Bob Dylan dinliyorsa, evvelki yıl Roza’ya haksızlık ettim demektir. Yok, sadece seviyorsa o ayrı, ben de severim. Uygun şu an ruh halime; hepsi birleşip öldürmüşler işte: Seyirciler, bahisçiler, hakemler, boks yazarları. Birisi de vurmuştur son yumruğu. Boksör Davey Moore. Meslek önemsiz, işçi de böyle öldürülüyor, iştirak halinde. Herkese elektrik lâzım. Boks da lâzımdır herhalde; futbol bu…

    Devamını Oku »
  • Bölüm 20: Orkide

    Sabah, şiir ve adet kanamasıyla uyandım. “Oh! Menstruating woman, thou’rt a fiend,  From whom all nature should be closely screened” Şiir bile değil, tekerleme. Sonuç değişmiyor, gerçekten de zebani gibi hissediyorum kendimi. Avrupa Ortaçağından sersemin tekine “Ey aybaşı gören kadın, bir zebanisin sen!” dedirtecek kadar berbat görünüp görünmediğimi aynaya bakınca anlayacağız ama devamında söylediği gibi; “Doğanın korunması gereken” bir ruh halim olduğu kesin. Ayna bahsinde küçük bir düzeltme yapayım: Hiç kimse kendisini başkasının gözünden göremez aynada, sadece yanılsama o. Adına “Ayna Bakışı” deniyor. Yüzünüzdeki binlerce küçümen kas lifi, siz farkına bile varmadan kendilerine çeki düzen verir bakışınız altında. Yani başkasının…

    Devamını Oku »
  • BÖLÜM 19: ORPHEUS

    “Cehenneme iniyorum”   Kafamda bu cümleyle gittim yemeğe. Ocağı kastediyorum ama yemekten de korktum biraz. Gözü kapalı bütün galerilerin haritasını çizebilecek Derviş, her ölünün düştüğü noktayı markör kalemiyle koca yelken haritamıza işleyebilecek Melike, yalancıyı gözünden tanıyan Nergiz; saymayayım işte. Herkes senden kıdemli, herkes senden fazla hak ediyor.   Şato ekibiyle İzmirli kızlar var. Derviş masada “sürprizi bozmamak” için söylememiş. Nergiz de “Bakma sen ara sıra bugünkü gibi su kaynattığına, iyidir Başkan, yapmaz sormadan” diyor. Sonraki tespit biraz karışık ama düşüneceğim üzerinde;   “İnsan yönetmiyoruz biz, süreç yönetiyoruz. Kalabalığa talimat verilerek değil toplantı kararlarına itaat edilerek yapılır o iş, en fazla…

    Devamını Oku »
  • BÖLÜM 18: BALA BULANMIŞ AĞIZ TIKACI

    Sinek uçsa duyarız salonda.   Nefes bile almıyor kimse diyebilirim. Tanık dinliyoruz. Öyle böyle tanık değil ama Mucize Adam!   İki yüz altmış beş ölünün arasından çıkıp geldi. S panosu sabah vardiyasından -neredeyse- tek sağ çıkan bu adam ocaktan. Rashomon’u düşünüyorum.   Konuşma sırası ölüde şimdi. Ağır tanık. Ölmedi ama o korkunç günden sonra hala aynı adam mıdır bilemiyoruz tabii. Belki de şaman olmuştur, bize o adamın yaşadıklarını anlatacaktır.   Derviş’le bıraktığımız yerden “yalancı” tanıklık üzerine düşünmeye devam ettim. Kitap kaldı bende.   Kuzucuğu ayaküstü görebildim çünkü biz kaldıkları yere giderken çarşıda karşılaştık. Alışveriş yapıyorlar. Öğretmen bir kadın var yanlarında;…

    Devamını Oku »
  • BÖLÜM 17: FEN BİLGİSİ

    Şirket fenni yenilikleri işçinin can emniyetini sağlamak için değil, daha çok kömür üretilmesini sağlamak için kullandı. Bu yüzden ölümler, yaralanmalar patladı…” Şirket dediği “Ereğli Şirket-i Osmaniyesi”, adı öyle sadece, Fransız şirketi aslında. Fransızlar uzun yıllar madencilik yapmış buralarda. Batı Karadeniz ve Kuzey Ege’deki kömür rezervlerinin farkında herkes 1800’lerin ortalarından bu yana. Bıyık, Balıkesir Barosu’nun salonunda Ho-Chi Minh’den baroya gelmiş bir mektup gördüğünü anlattı. Çerçeveletip “Ho Amca”nın -öyle diyor adama- fotoğrafının altına asmışlar. Balya’da bir başka Fransız maden şirketine karşı grev yapan işçilere verdikleri destekten ötürü avukatlara teşekkür ediyormuş. Fransız sömürgeciliğine karşı inanılmaz bir küresel fikri takip; “Bác” Ho’nun Balıkesir mektubu!…

    Devamını Oku »
  • OCAĞIN ARABI

    Havaalanı servisi sahil yolundaki sıkışıklığa takıldı. Reklam panolarına bakıyorum hayretle; hepsi değişmiş! Gerçi “pano” bile aynı anlamı taşımıyorken artık benim için neye şaşırıyorum? İstanbul’a döndüm. Sadece on altı gün sonra kentin benden bu kadar uzaklaşmış olması zoruma gitti hafiften. Yabancılık çekiyorum. Reklam panoları önemlidir. Beatriz Viterbo’nun ölümünü izleyen ilk anlarda, meydanda değişmiş gördüğü panoya bakarak hüzünlenen adamı anlatır Borges; “… çünkü bu küçük değişikliğin sonsuz değişimler dizisinin ilki olduğunu sezmiştim, ucu bucağı olmayan duraksız evren Beatriz’den uzaklaşmaya başlamıştı bile…” Alef böyle başlar. Uçak, eğer inmek yerine düşmeyi tercih etseydi yoktu bu panolar benim için. Hiç olmayacaktı yani İstanbul’un bu hali;…

    Devamını Oku »