Bölüm 12: Çizmemi Çıkardım
“Kürtler, anne tarafından kendilerinden büyük bütün erkeklere dayı der. Endişelendiğin kadar yakın akrabaları olmayabilir.” dedi Alihan.
Kötü niyetli görünmüyor ama hem geç hem de sol tarafımdan kalktım. Akşamki hırpani halini düşününce, Xebat’ın arkasından konuşuluyormuş havasından da hoşlanmıyorum. Sabah Cohen yerine dedemin hicaz Avni Anıl kırkbeşliğiyle uyandım zaten: “Sevmiyorum seni artık, gözlerimi geri ver.” Gece İzmir’e gidip gelmiş olmasına rağmen gayet uykusunu almış göründüğü, özellikle tam karşımda iki dirhem bir çekirdek çay içtiği için de olabilir. Toparlanamadım ben daha. İlk yudumdan önce bardak lekeli mi diye ışığa tuttu adam.
“Çok Kürt tanıyor musun?” dedim, sırf tatsızlık çıkarmak için.
“Dersimliyim ben” dedi.
Tanıştığımızdan beri Bıyık’ı ilk defa kahkaha atarken görüyorum. Hiç hoş değil. Bütün cinlerim çıktı tepeme. İsviçreliyim bile dese inanırım ama kesinlikle Kürt değil bence Alihan.
“Söylüyorum ben sana, Zaza Kızılbaşları Kürt sayılmaz diye inanmıyorsun; bak benzetemedi…” diyor Bıyık.
Bıçağın çıkarılırken kına sürtmesi gibi bir sesle;
“İzmir’de yaşamıyor muydun sen?” dedim.
“Altı ay İzmir, altı ay İsviçre” dedi. Delirdim belki de. Eşi orada yaşıyormuş. Akıl almaz ama İsviçre dedi adam gerçekten. Sinir yaramıyor bana. Aklımı okuyup da eğlenmek için söylemediyse İsviçre dedi kesinlikle!
“Haklı ama.” diyor Bıyık: “… gece çıkarılanlardan birisi annesiyle kardeş torunuymuş” Xebat’la konuşmuş olabilir sabah. Ben de mi arasaydım acaba? Baktım sadece pis pis.
Nergiz sürekli telefonla konuşuyor yan masada. Hepsi Şırnak işiyle ilgili; mühendisler, doktorlar hatta birisi başsavcı olabilir. “Savcı Bey” diye hitap ederken, ne dediyse artık adam “Farkındayım başsavcı olduğunuzun.” dedi.
Kaçta kalkıp bahçede toplandı bunlar acaba? Solcuların sabah duası çalışmak. Hegel gazete okurmuş ama o solcu değil tabii. Benim de var özelleştirilmiş bir duam; sabah şartı yok, uyanınca. Derviş seyyar bir internet çubuğu bulmuş veri tarıyor; ilginç bir şey buldukça ortaya söylüyor yüksek sesle. Melike yok. Başka avukatlar var bahçede. Gelip durumu soruyorlar ara sıra; “geçmiş olsun” diyenlere “sağolun” diyor Bıyık ona neyse?
“Ne madeni varmış ki Şırnak’ta?” diye sordum.
“Linyit” dedi Derviş. Maraş, Afşin-Elbistan; Ankara, Nallıhan diye başlayan listemi tekrar ediyorum içimden. Yok. Şimdi ekledim.
“Nasıl olmuş? Kaç kişi toplam?”
“Üç kişilermiş, ikisini çıkardılar, birisi göçükte hâlâ.”
Üç kişi?
“Dar bir yer mi göçmüş?” dedim. Sayılar alışık olmadığım kadar küçük; Soma Davası’ndayız.
“Kaçak maden İnayet’im..” diyor Nergiz yanımıza gelirken; “…yedi kişi çalışıyormuş zaten toplam.”
“Kaçak maden mi olur? Nasıl bir şey o ya!” diyebildim laf olsun diye. Kimse cevap vermedi.
Nergiz yanıma oturdu. Bana doğru hafif eğilerek; “Xebat görebildi mi seni gece?” dedi. Gözlerime bakıyor doğrudan. Sık mı göz göze gelmeye başladım biraz insanlarla? Herkes kendi işiyle meşgul gibi.
“Uğradı” diyorum. Benim gözlerimde de soru var herhalde ki bir ton daha düşüyor sesi:
“Konuşabildi mi peki?” Anladım. İstemsiz gerildi dudaklarım.
“Kanada’ya gidiyorum ben önümüzdeki Cuma Nergiz.”
Eliyle elimin üstüne dokunup hafif sıkarak:
“Biliyorum. Sorun yok, tamam o zaman…” deyip arkasına yaslandı. Telefonu çalıyor yine.
Yaşam bu yüzden zor işte. Dün şu masada üç saat oturup sevdikleri Kemal Sunal filmleriyle ceviz reçelinden konuşarak birbirlerine tek kelime edemeyen adamla kadın, ayrı ayrı Nergiz’le konuşabiliyor birbirlerine açılıp açılmadıklarını. Belki saçları kısa olduğu için bu kadar güven duyuluyordur bu kadına. Ayırca kızarmış ekmekle beyaz peynir seviyor, sendikacı sevmiyor, Almanca bilmiyor; tanıyorsun İnayetim kadını sen, yabancı değil, tedirgin olma bu kadar. Sorsam keşke ne dediğini ama şimdi değil.
Daha iyisi hiç bilmemek de olabilir gerçi giderayak. Yeni sormuşum gibi cevap verdi Bıyık konuşmamız bitince;
“Kaçak, ruhsatsız demek İnayet.” Teşekkür ederim. Zekâ geriliğim var gibi mi görünüyorum acaba bu sabah?
“Anladım onu da yedi kişinin çalıştığı maden mi olur? Ne kadar kömür çıkaracak da kime satacaklar onu ruhsatsız?” diyorum.
Yılda bir buçuk milyon ton kömür üretip tek başına termik santral besleyen ocakta Emniyetçi tanıdığım var benim. Ölü mölü arkadaşım sayılır işte; anlarım bu işlerden biraz. Şimdi üretim miktarını ölü sayısına bölsek, Soma’dan büyük facia çıkacak ortaya diye korkuyorum. O neyin hesabıysa artık? Dört işlemin en hüzünlüsü olabilir bölme.
Saat başında susup karşıda -Bıyık’la altında ilk oturduğumuz ıhlamur ağacına- asılı metal bir kutunun içine yerleştirilmiş büyük ekran tüplü televizyona bakıyoruz gösterecek mi diye. İki kere görüntülü haber vermişler. Yok ama şimdi. Başka işçi ölümleri var. Nergiz sıradan bir yılda Soma’nın iki katı işçinin zaten öldüğünü ve bunun normal karşılandığını söylemişti duruşmada. İkişer üçer birikiyor ölüler, para birikiyor, kaçak kömür birikiyor, soruşturma evrakı birikiyor; azalan ömür sadece.
“Devlete satıyorlar.” dedi Alihan.
“Eee… Ruhsatsız diyorsunuz?”
“… Cumhuriyet savcısı ve üç kişilik bilirkişi heyeti ile olay mahallinde yapılan ilk incelemede herhangi bir kaçak kömür üretimine rastlanmadığı ancak söz konusu üretici firmanın üretime hazırlık çalışmaları kapsamında faaliyetler icra ettiği tespit edilmiştir…” Gayri ihtiyari televizyona kaldırdım kafayı ama değil. Derviş okuyor internetten.
“Yalana bak!” dedi Nergiz, “Şimdi konuştum başsavcıyla en az dört yıldır çalışıyor o ocak…”
“Biyopolitik çözümler etnopolitik mücadeleyi yatıştırır.” diyor Bıyık. Arada iki bilinmeyen kelime kullanacak ki önemli bir şey söylediğini düşünelim. Neyse ki bana kalmadan “O ne demek?” dedi Derviş.
“Schäffle Raporu” diyor çokbilmiş. Aman ne açıklayıcı oldu. Ukâlâ adam. Anladık neyse sonrasını. Devlet, Kürtlerin kaçak kömür, mazot, sigara falan işlerine göz yumuyormuş ki yoksulluk katlanılabilir olsun, ayaklanmasınlar. Türkiye Kömür İşletmeleri’nin veya özel idarenin kantarında tartılıp devlete ait lojmanlarda kullanılmak üzere satın alınıyormuş kaçak kömür. Uyduruluyor yani kılıfına. Raporun Kürtlerle, kömürle hatta bu yüzyılla bir alakası yok tabii. Bıyık’ın kıymeti kendinden menkul garip benzetmelerinden sadece. 1872 tarihinde geniş idari özerklik tanınan Bohemya, Moravya veya Silezya’yı imparatorluk merkezinden uzaklaştırmasın milliyetçilik diye tanınan sosyal haklarla ilgili rapor. İktisat Profesörü Albert Schäffle’dan geliyor adı. Reformun başındaki Ticaret ve Tarım Bakanı’ymış adam.
“Organize göz yumuyorlar kısacası kaçağa.” dedi Derviş. O da şöyle söylese olmaz, şekilli söyleyecek mutlaka.
“Ne kadar kömür varmış ki orada? Kaç ocak vardır tahminen?” diyorum.
“Bir milyon beş yüz bin ton Asfaltit, iki yüz bin ton Kalker, yirmi beş bin ton Konglomera, on iki bin ton Linyit…” Geçen yılın toplam üretim tablosunu bulmuş Derviş. Günde çıkarılıyor o kadar Linyit bizim ocaktan. Ocağı da sahiplendim sinirden. Neyse ki kimse Konglomera’nın ne olduğunu sormuyor, yoksa çoktan bulmuştur onu da: Modeli böyle çocuğun.
“Çok az, yavaş mı çıkarılıyor?”
“Sekiz milyon ton rezerv zaten hepsi; dağınık, yüzeye yakın, kalitesiz kömür. Mekanize bir şey yapılamaz o damar yapısında, ekonomik değil; doksan ruhsat var yine de…”
“Başka neyle geçiniyor ki bu insanlar?” İnsandan söz ederken işaret sıfatı tehlikelidir. Hangi insanlar?
“Dayım onlar…” diyor Xebat içimden.
“Zengin kaynakları var.” diye sırıttı Derviş. Herkes mi gıcık bugün, benim mi sinirlerim bozuk?
“Okuyorum Valiliğin sitesinden: Şırnak ilimiz, il sınırları içinde bulunan Cudi Dağı’nda Nuh Tufanı’nın gerçekleşmesi yüzünden manevi, önemli asfalt yataklarına sahip olmak yüzünden maddi olmak üzere hem maddi hem manevi yönden zengin kaynaklara sahiptir…”
Lütfen yapmayın şu espriyi bile diyemeden Bıyık; “Asfaltiti bilmem ama öbürü gerçekten il sınırları içinde gerçekleştiyse ciddi turizm potansiyeli vaad ediyormuş…” diye gülmeye başlıyor.
Bıçak kesiği gibi görünüyor gamzeleri gözüme. Kutsalı yok bu adamın. Aramızda mayalanan sirkenin kokusu gelmeye başladı burnuma. Ölüye, diriye, acıya saygısı yok.
Yoksul insanlara sevgi, merhamet duymamız gerekmiyor mu biraz? İnandıklarına inanmak zorunda değilsin, sen iyi eğitim alacak fırsat bulmuşsun onların da inancı, sağduyusu, bilgeliği olamaz mı yani? Ölüm var ortada her şeyden önce!
Maden görüntüleri var televizyonda; susuyoruz. Şırnak değilmiş, Soma. Ambulansa binerken “Çizmelerimi çıkarayım mı?” diye soran işçiyi gösteriyorlar yine.
Ne zaman madenle ilgili bir haber olsa illaki kanallardan birisi yayınlıyor bunu. İlk seyrettiğim andan beri çok etkiliyor beni bu adamın naifliği.
“Bıktırdı ama bu yetim hassasiyeti.” dedi Bıyık.
Aklımın okunması günündeyiz demek ki. Bardağı taşıran son damla bu oldu. Mayalanmış. Su değil, sirke bardağı diyorum taşan. Buz kestim.
“Ne anlamda o söylediğiniz?” dedim pespaye cümlesini tekrar etmemek için. Derviş’in ekranın arkasına saklanması ve Nergiz’in “Bir bakar mısın sen bana?” diye Alihan’ı götürmesinden ses tonumun yeterince ürkütücü olduğunu biliyorum. Farkında olmayan veya ciddiye almayan sadece Bıyık:
“On üç saattir aşağıda o adam. Böyle boynunu bükmek yetimin erdemi değil çaresizliği İnayet. Durup durup yoksulun temiz ahlakı, terbiyesi diyerek adamın kendisini böyle bir anda hissetmeye mecbur bırakıldığı şey yüzünden övülmesinden tiksiniyorum…”
“Tiksinme görmemişsin sen.” dedim içimden. Donuyor yavaş yavaş sirkeden buz kalıbı.
“… şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesine yarıyor sadece. Doğru demiş Adorno…” Hiç etkilenmedim. Tanımıyorum şahsı. Vurguyu doğru hecede tutan bir telaffuz becerebilse, Alman veya Avusturyalı muhtemelen. Kaynak göstermesi bile ilgimi çekmedi.
“Ne biliyorsunuz siz yetimler hakkında?” dedim. Metalin metale sürtmesi sesini duymaktan çok hissettim bu sefer dilimde.
“Ne bilmem gerekiyor?” dedi. Farkında artık sorun olduğunun. Ucuz numara.
“Sırf saçma sapan benzetmelerinizde etkili duruyor diye hakkında fikriniz olmayan konularda ileri geri konuşmanız bana tiksindirici geliyor.” Çok yükseldi sesim. Koptum, istesem de toparlayamam artık; istemiyorum zaten.
“Yetimlikten söz etmek için yetim mi kalmam gerekiyor?”
Derviş de kalktı. “İki kişinin arasında mayalanan sirkeden herkes tatmak zorunda kalabilir.” der Leskov, Mühürlü Melek’te. Bir şey söylemek ister gibi birkaç saniye ayakta bekledikten sonra -sakalını da sıvazlamış olmasına rağmen- kaçtı Nergiz’lerin yanına.
Biz bize kaldık. Yetim mi kalması gerekiyormuş?!
“Mantıklı görünüyor.” dedim. Göz gözeyiz artık. Gözlerin günüydü zaten. Adamın bütün densizliğine rağmen tedirginim aslında Derviş kalktığı için. O kalsaydı belki deneyebilirdim sakinleşmeyi. Geldi daha önce başıma; kontrolümü kaybedebiliyorum.
Piposunu masaya bırakıp gözlüğünü taktı.
“Anna Karenina’yı yazmak için intihar etmiş olmak gerekmiyor ama?” dedi.
“Sizin açınızdan en azından boynuzlanmak gerekir. Hassasiyet düzeyiniz Anna’dan çok Emma’nın kocasına benziyor.” dedim. Charles. Biraz ileri gitmiş olabilirim. Nefret ederim o hödükten.
“Çarpıcı bir tespit oldu.” dedi, zaten gereksiz yere taktığı gözlüğü çıkarırken.
Çarpıcı tespitmiş!
“Put that in your pipe and smoke it” der İngilizler. Koy pipona içersin sonra. Aldın mı cevabını gibi bir şey ama her zaman önünde pipo duran bir adama yapma imkânınız yok tabii. Şans diyelim. Arandı bence kesinlikle.
“Daha sakin konuşalım mı?” diyor. İki elini de masanın üzerine çıkardı. Yüz yıl önce silahsızım anlamına gelebilecek bir jest. Senin silahın elinde değil dilinde zaten bıyıklı kötülük.
“Yapmamayı tercih ederim.” dedim, Kâtip Bartleby sükûnetiyle. Bir süre masanın üzerindeki ellerine bakıp, tırnaklarını inceledikten sonra;
“İzin verirsen ben kalkayım o zaman.” dedi Bıyık.
“Nasıl münasip görüyorsanız.” dedi aile terbiyem. Dejavu. Başladığı yerde bitsin. Kalktı.
Yoksullara, acı çekenlere, ne bileyim yetimlere şefkat hatta sevgi duyduğundan şüpheliyim. Nasıl solculuksa? Benim pusulam sağlam: “Mesure au compas de la souffrance.” der Fransızlar. Acının pusulasıyla ölçüyorum.
Kimseye sormadan çıkardım çizmemi ben; uzanacak temiz bir ambulans sedyesi lâzım artık. Üzgünüm ama pişman olduğum için değil, yeni bir duygu bile değil; yapıştı üstüme dün geceden beri. Beceremedim. En doğrusu dün gitmekmiş veya belki hiç kalmamak. Neyine gerekti zaten? Senlik hiçbir şey yok burada. Kendi garip dertlerini tanımadığın insanların densizliği üstünden geçirmek marifet değil. Yirmi yılın hikâyesini bir haftanın üzerine bindirme, çek git şurdan.
Kalktım. Bıyık kaybolmuş ortadan. Cehenneme gitsin. Raporu toplayıp -ne rapor ama!- kitabı Nergiz’e vereyim hiç değilse. Yarınki duruşmaya katılıp uçak saatine kadar çıkmayayım. Oturur okurum odamda.
Nergiz sandalyeden doğrulacak gibi oluyor bahçeden çıkacağımı görünce; yüzüme bakıp oturuyor tekrar. Ne turuncuya ne pembeye döner bir saatten önce suratımın rengi; “sonra” yaptım başımla. Yürümem lâzım. Sigara içmem lâzım. Derviş bilgisayar ekranının arkasına sinip tamamen kaybolmuş. Melike burada olsaydı keşke, tanıdık insana ihtiyacım var. Kimi ne kadar tanıdığımız da şüpheli gerçi. En iyi tanıdığını ara sen, saat kaç olursa olsun. Salaktır ama kötü kız değildir. İnayet kaldı yine İnayet’e.
“Daha yalnız olunurdu; olmasaydı yalnızlık” der Emily Dickinson. Bak, yoktur işte Bıyık’ın repertuarında bu; o anca yaralı hayvan yavrusu avlasın. Her neyse, Emily ile geldin onunla gidiyorsun.
Çizmesiz yürüyüp çıktım bahçeden.