Bölüm 10: Hazreti Ömer ve Üç Silahşörler
Kısa konuştu Bıyık.
Harita asılmış. Üst düzey bir teknik sunum bekleniyordu doğru tahmin ettiysem; yapmadı ama Allah’ı var harita çok güzel olmuş. Omzum yetişmediyse bile elim değdiğinden güzelleşmiştir.
Sabah erken gelenlere bakarsan çocuk gibi sevinmiş Mahkeme Başkanı. Dosyayla yatıp kalkıyor adam. Sıcakkanlı mübaşirimizi gönderip “Laser Pointer” aldırmış iki üç tane ki “Işın Kılıcı” diye çevrilmesini garip karşılamam. Gerçekten galaksi haritası gibi arkamızda dalgalanıyor çünkü koca PVC ocak galeri planı. Muşamba denmez, ayıp dediler.
Mahkeme heyetinin oturduğu yerle bizim arkamızda asılı harita arasında rahat on metre mesafe var. Sahneye yerleştiklerinden yaklaşık bir buçuk metre yüksekteler bizden. Konuşmak için kalkanların eline lazeri verip “göstersene haritadan” diyor. Kendisi de edinmiş bir tane. Mühendisler hızlı adapte oldu ama işçilerle avukatlar dökülüyor harita bilgisinde. Üç boyutlu dünyanın iki boyutta tarifini içselleştirmek özel gayret gerektiriyor. Bıyıklı Darth Vader elini bile sürmedi kılıca, konuştu sadece. Kaska girecek ebatta değil zaten o kafa ama cüppenin pelerine benzediğini fark ediyorum hayretle.
“Kime göre kısa konuştu?” diyecekseniz; öznel zamandan nesnel zamana geçip yirmi dört dakika diyebilirim. Stajda gördüğüm kadarıyla İstanbul’da hiçbir hâkim ara celsede avukat dinlemez bu kadar. Hele bunun anlattığı gibi bir şeyi asla! Bu tirada kısa demek için Soma Davası’nı izliyor olmanız gerekir. Dakikayla değil saatle ölçülüyor burada avukat sunumları. Söz konusu olan Bıyık’sa -rivayete göre- iki saati buldurabildiğinden gerçek bir istisna karşısındasınız demektir. İstisnalar kuralı bozmaz. Aslında Türkçe’den farklı olarak İngilizce, Almanca ve İspanyolca’da “istisnalar kuralı tasdik eder” denir. Bozmamaktan fazlası yani. Kuralın gücünü ve istikrarını fark ettirip hatırlatan bizzat istisnadır.
Mahkeme başkanına iki kere “Bitti mi? Hepsi bu kadar mı?” diye sorduran da aynı duygu büyük ihtimalle. Bıyık’ın kısa konuşmasını kural ihlali kabul ettiğinden emin olmaya çalıştı adam. Sadece kısa yetersiz kalır yalnız tanımlamakta: “Kötü konuşmaydı” dememek için “Biraz garip buldum” dedim akşam yürüyüşünde.
Evet, yürüdük akşam biz.
Bir süredir peripatetik olduğundan şüpheleniyordum. Telefonda bile oturarak konuşamıyor, çaldığı anda kalkıp dolanmaya başlıyor; tam da düşündüğüm gibi çıktı. Gerçi İtalyanlar geceleri yürüyerek müşteri arayan kadın meslek erbabına da espri olsun diye peripatetik derler ama ben tamamen klasik niyetle yaptım tespiti. Kavramın kaynağı Aristo’dur biliyorsunuz; derslerini yürüyerek anlatırdı. Bununki hapishane voltalarından yadigar kalmış olabilir. Pek didaktik bir tip sayılmaz zaten. Şaibeli soru zincirleri Aristo’dan çok Sokrates tadında. Daha kestirmesi huzursuz bacak sendromu gibi bir şey bununki. Sade söylemek gerekirse -ki hiç gerekli değil bence- yürüyerek konuşmayı seviyor işte.
Her akşam yürüdüklerinin farkındaydım aslında uzaktan. Yine çağıran olmadı ama çok tören gerekti de diyemem. Bahçeden çıkarken yanlarında yürümeye devam ettim, onlar da seslerini çıkarmadılar. Niye bendeki bu sosyalleşme atakları? Şurada kalan kısa vaktimi kitaptan biraz fazlasına göz atmak üzere değerlendirebileceğime karar verdim herhalde. Belli ettiğimi sanmıyorum inceleme konularıma. Ayağa kalktığında henüz sözü bitmemiş olan Bıyık’ı durarak değil yürüyerek dinlemeye devam etmemden kaynaklandı basitçe. Dürüst olayım, evi merak ediyorum; eve gitmiyorlarmış, ekip halinde yürüdük biz de.
Bu halimize ekip denebilir mi? Emin değilim. Üç kişiyiz. Bıyık, Derviş, ben. Böyle söyleyince Athos, Porthos, Aramis gibi durduğunun farkındayım ama dinleyince kesinlikle hak vereceğiniz bazı sorunlar hissediyorum bu benzetmede. Anlatırım birazdan.
İşin aslı, faaliyete yürüyüş denebileceği bile şüpheli. Her akşam aynı saatte, kasabanın tam ortasından geçen İzmir-İstanbul karayolunun geniş kaldırımlı kenar hattını takip ederek öğretmenevine en uzaktaki paçacıya kadar yürüyorlar. Daha yakında da bir sürü var anlamında diyorum; kokoreç ve paça her yerde! Köftesi sadece meşhur yani yoksa hiçbir yerini atmaya kıyamıyorlar anladığım kadarıyla kestikleri hayvanın. Ben ilk seferi mercimekle atlatmaya çalıştıysam da onlar bu saçmalığı kelle-paça çorbası uğruna yapıyorlar. Git gel kırk dakika sürüyor. Mercimek çorbası sevmem, paçadan tiksinirim. Benimki kendini eve davet ettirme gayreti diyelim. Sebep? Meraktan denebilir. Aslında gerçekten ayıp ediyorsun İnayet ama hadi neyse.
Konuşma kötüydü. Çünkü çok güzel ve çok kocaman teknik haritamızla bir ilgisi olmadığı gibi -kocaman kısmıyla varmış biraz aslında biterken anladık- akıl yürütmesi de kusurluydu bana göre. Herkesin kendine göre farklı nedenleri vardır ama dinleyen hiç kimse memnun kalmış veya ikna olmuş görünmedi gözüme.
“Dini hikâyelerden hoşlanıyor gibiydin?” dedi bıyıklı gıcık. Set sayısının iptal edildiğinin farkında; şimdi o servis kullanıyor.
“Hoşlanmamak demeyelim de uygun değildi bence” diyorum. Samimiyim. İlginçti sonuçta, bozulmadım. Derviş konuşmuyor, yürüyoruz. Ne ekip ama! Yine de diğer şartlar tutsaydı, Dumas’nın sempatik Porthos’u için Derviş’i önerebilirdim. Bugünkü numarası nedeniyle dindar Aramis Bıyık’a tahsis edildiğinde bana da soylu Athos kalır ki bu da az şey değildir. Soylular sakatat yemez. Köle yemeği bu biliyorsunuz. Pirzolasını efendinin yediği domuzun; onu besleyen, yetiştiren, kesip hazırlayan köleye kalan artığı. Beyaz efendiler bugün sadece sakatatına değil müziğine de ayılıp bayılıyorsa siyah ruhların huzur bulacağı intikam Soul Food’da alınmış demektir. Ruh Mutfağı, ağzına kadar eksiksiz domuz sakatatı menüsüyle doludur.
“Dava için mi bu değerlendirme yoksa bana mı uygun bulmadın?” diye soruyor Bıyık.
Zorlama beni Nijerya Köy Cemaati Mümini; soru iyi ama ikisi de değil. Peygamber rüyaları tabir etmek, ceza mahkemesi duruşma salonu için her zaman sıradışı sayılır. Özellikle de etrafta sosyalist diye tanınıyorsanız. Onu soruyor “bana mı yakıştıramadın?” derken. Sanıklar herhalde sosyalist kelimesini müstehcen bulduklarından;
“Avukat bey çok devletçi, özel sektörün madencilik yapmasını kabullenemediğinden bize düşmanlık besliyor…” diye sızlanıyorlar bazen mahkemeye. Hepten haksızlar diyemem.
Duruşmalarda, ocağı devletin işlettiği otuz sene boyunca sadece bir tane ölümlü iş kazası meydana geldiğini hatırlatmayı seviyor. Diğer yandan, devletin onca zamanda üretmeyi becerebildiği toplam kömürü üç senede çıkarıp vermiş bunlar aynı ocaktan. O mantığa göre, hiç çıkarma kimse ölmesin fakat herkese de kömür lazım neticede.
El Yazmaları’ndan aktarmam gerekirse on üç milyar sekiz yüz milyon ton rezerv gömülü hâlâ ülke topraklarında. Çıkartılabilenin yüzde sekseni elektrik üretiminde kullanılacak. Başka kömür türleri de var anladığım kadarıyla, bu konuştuğumuz linyit. Malumatfuruşluk saymayacaksanız Maraş Afşin-Elbistan, Ankara Nallıhan, Kütahya Seyitömer, Kütahya Tavşanlı, Muğla Yatağan, Adana Kozan, Bolu Mengen diye sayabilirim yani. Elbette Soma bir de.
Kömür deyince Zonguldak gelirdi benim aklıma eskiden. Meğer oralar yani Amasra, Karadon, Kozlu, Üzülmez, Armutçuk havzaları hep taşkömürüymüş. Başka bir tip o, mevzumuz değil şimdilik. Derviş’in akşam son anda üzerime atıp kaçtığı kitap, oralarla ilgiliydi. Yahut belki hepsi tek hikâye; kömürün gözünden birkaç milyon yılcık bekleme farkı, insanların gözünden iki uzun yüzyıla kömür çıkararak dayanmış kuşaklar. Kömür törpüsü veya ömür. Her neyse.
Linyit denilince en babayiğit ocaktan çıkaracağın yılda iki milyon ton. Bölmeyi bilerek öneriyorum: On üç milyar sekiz yüz milyon bölü iki milyon. Siz hesaplayın kaç ocağa, kaç işçiye, kaç yıla ihtiyaç duyacağımızı. Doğru böldüm ben -aptal olmadığımdan- biliyorum. Yalnız kıytırık bir kitabın kenarına mavi tükenmez kalemle yazılmış soyut “Aptal”a bu kadar gerildiğimi yeni fark ediyorum. Bildiğin alınmışım işte üstüme.
Elektrik üretimine ilgim espri konusu oldu öğle arasında: “İnayet aşık elektriğe, iyice bizden oldu; sovyet erki artı elektrifikasyon eşittir komünizm…” dedi Bıyık. Sizden olduk ama eve çağıran yok tabii. Sıktın İnayet! Lenin’in sözüymüş, beni makaraya sarmak için söylüyor. Sarsın. O da hepimiz gibi telefonunun, dizüstünün şarjı azalınca telaşlanıyor. Öyle “ben sosyalistim” demekle kömürden kurtuluş yok. İster devlet çıkarsın ister özel sektör, çıkacak o kömür, teorik bir mesele değil bence. Seviyoruz elektriği, bağımlıyız, lazım hepimize.
Benim konuşmayı garip bulmakla kastettiğim bunların hiçbiri değil. Konuşmayı garip buldum çünkü garipti yani! Bıyık değil başka biri konuşuyor gibi geldi başladığı anda hepimize.
Başkasını taklit etmek anlamında değil, tarzı yadırgamak anlamında diyorum. Zaten kibri izin vermez bunun başkasını taklit etmesine; belki gençliğinde denemiştir ama bugün imkansız. Walt Whitman için, kötü şiirleri bile özgünce kötüydü çünkü sadece kendisini taklit edebiliyordu derler. Bunun sürprizleri de o türden. En fazla kendi parodisini yapar.
“Hayır, benim takıldığım dini olması değil, teknik kusur barındırdığına inanıyorum” dedim.
Derviş’in ilgisini tam o sırada çekmiş olabilirim; dönüp baktı uzun uzun. “Teknik” kavramı merakını tetikliyor gibi göründü gözüme bu çocuğun. En eski model kalın bataryalı büyük ekran dizüstü bilgisayarını hiç üşenmeden sırt çantasında paçacıya getirebiliyor: Sırtüstü bilgisayar! İste, bulsun göstersin dosyada ne lazımsa. Dijital Alihan bir nevi; birinin boyu diğerinin sakalı uzun. Bunun ayrıca kendi yaptığı grafikler, istatistikler, tablolar, animasyonlar da mevcut. Ar-Ge Başavukatı, tek kişilik teknik departman, kurumsal bilgi, rüzgargülü sakalı ve daha her neyse işte.
Geldik lokantaya.
“Neymiş o takıldığın?” diye sordu Bıyık.
Yol daraldığında -kapıların önünde mesela- mutlaka durup yanındakine yol veriyor.
Saçımdan kurtardığı kalem kapağı sayılmazsa bana hiç dokunmadı ama yol verdiğinde yanındaki tereddüt ederse elini duraksayanın beline koyarak teşvik ediyor hafifçe iterek. Tehlikeli alışkanlıklar kadın erkek ilişkileri açısından.
Giremedim hemen; bakıyorum kapıdan içeri.
Paçacı eko-sistemi diye bir şey var. Sıcaklık her zaman mevsim normallerinin üstünde. Sürekli kazan kaynattıkları için olabilir. Buharlaşmış pul biber, sirke ve sarımsaktan müteşekkil -seviyorum ben bunun telaffuzunu gerçekten- bir atmosfer mevcut. Satürn’ün uydusu Titan’da gibiyiz. Oturma süresini iyi ayarlarsan hiç para ödemeden bir porsiyon paça çorbası teneffüs edebilirsin; mercimek bedavaya gelir. Samimi söylüyorum insan yaşamına elverişli değil ortam. Olsun. Cesur ol. Ayda hiç atmosfer yok ama insan gönderilmesine engel olmadı bu durum.
Lafı aklımda uzatıp küçük bir teşvik dokunuşu bekliyor olabilir miyim belimden ? Hayır. Ay’a kadar gidip modülde bekleyen dünyanın en talihsiz yancısı gibi geçmeyeceğim tarihe. Girdim içeri. Collins olabilir o bahtsızın adı yanlış hatırlamıyorsam. Girerken;
“İddiayı genişlettiniz bence, Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre yasak yaptığınız…” diyorum. Teşvik edileyim veya edilmeyeyim, insanlık için küçük benim için büyük bir adım atıldı: Paçacıdayım!
Cümlede bu sefer “teknik” kavramı geçmemesine rağmen Derviş’in ilgisi devam ediyor. Belki henüz çözemediğim başka tetikleri de vardır merakının? Hemen arkamda, çünkü sırtından itmek suretiyle ona da yol vermiş Bıyık. Ayrımcılığı yok; kadın, erkek, genç, yaşlı kim varsa yanında onu teşvik ediyor. Pekiyi ben? Bu durumda beni cinsiyetsiz olarak kodladı. İlginç. Yani şimdi ayrıntısına girmek istemediğim bazı fiziksel nedenlerle kadın olarak kodlanmaya alışkınım liseden beri de o açıdan diyorum.
Derviş tepemde;
“Neymiş o kanunda yasaklanmış olan?” dedi.
‘’Sen şaşırmadın mı hikâyeyi duyunca?” derken dönüp yüzüne bakıyorum. Gülümsemiş olabilir. Esasen dilini çıkarmış da olabilir. Sakalı, bıyığı çok uzun, ayırt etmek güç. Genellikle sanıldığının aksine üst dudak ve çene, yüzün en kıymetli parçalarındandır. Tamamen kılla örtüldüğünde önemli ifade kaybı yaşanabilir suratta. Bu da bütün sakallılar gibi -kaş göz dışında- mimik engelli sayılır. Güzel gözleri var ama gerçek bir iletişim istiyorsan sürekli göz göze kalmak lazım. Deneyimlerim bunun son derece yanlış anlaşılmaya müsait bir pozisyon olduğunu gösterdiği için en kısa zamanda sakal hareketlerinin anlamını çözmeyi kararlaştırıyorum. Tamam, yakından bakınca yakışmış sakal. Neyse ki kimse dikkatlice sakalına bakılarak konuşuluyor diye aklına gereksiz fikirler getirmez.
“Şaşırmadım, biliyordum hikâyeyi” diyor karşıma otururken.
Buyurun.
Ya ben tüvenan kömür rekolteleri ezberlerken geceleri herkes oturup Enbiyâ Tarihi okuyor ya da okulda öğrettiler ben doğru seçmeli dersi tutturamadım. Tüvenanı cümle içerisinde düşünebildiğim kayda geçsin lütfen. Henüz ayrıştırılmamış, toprakla karışık ham hali o kömürün. Çalışıyoruz. Belki şu bir türlü içinde eriyemediğim klan ruhuyla bağlantılıdır bilgi eksiği. Nasıl uzun süre birlikte yaşayan kadınlar birlikte adet görmeye başlıyorsa, birlikte çalışan erkeklerin aklına da aynı örnekler geliyordur mesela? Şaka yapıyorum. İstersen birlikte öl, kimsenin aklına aynı gün Hazreti Ömer’in oğlunun rüyası gelmez. Demek ki konuşuyorlar duruşmadan önce. Ev arkadaşı neticede bunlar diyeceğim ama boşver, sıkmayalım şimdi davetsiz canımızı.
Bıyık’ın duruşmadaki hikâyesi aslında cevaptı. Hayır, bana değil. Günün ilk konuşmacısı olan ve Bıyık’ın ettiği lafa cevap niteliği kazandıran işletme müdürünün savunması şöyle özetlenebilir: “Burası çok büyük bir maden’’. Budur özet. Bu kadar.
Gerçekten toplamda neredeyse yirmi kilometre yeraltı galeri uzunluğuyla ülkenin en büyük linyit kömürü ocaklarından birisi. Kendisi de mühendis olmasına rağmen, idari ve mali sorumlulukları düşünüldüğünde müdürün ocağı her dakika mutlak fiziksel denetim altında tutması mümkün değil. Tam da bunu yapsınlar diye elli tane mühendis işe almış adamlar. Yani ancak kendisine zamanında doğru bilgi verilirse sorunlardan haberdar olabileceğini ileri sürüyor.
Dosyada gayet açık olan şu ki; ne olay günü ne de öncesinde ortada böyle bir sorun bilgisi var. Varsa da müdürün haberi yok. “Olur mu öyle şey!?” demeyin. Savunma şu açıdan gayet mantıklı görünüyor: Müdüre gelinceye kadar her vardiyanın ayrı sorumlusu olduğu gibi içerisinde birden fazla galeri barındırabilen her üretim alanının da -buna pano dendiğini hemen hatırlıyoruz- ayrı ayrı mühendis sorumluları var. Hatta belli bir yerle veya vardiyayla sınırlı olmaksızın önemli teknik konuların sürekli sorumluları da mevcut. Afili bir adları var: “Üç Vardiya Amiri!”
Müdüre dönersek, zamanının büyük kısmını yer üstünde idari işler kovalayarak geçiren bu yönetici mühendisin, gündelik sıkıntılardan haberinin olmaması gayet mümkün; hatta takip etmesi imkansız denebilir. İki pano arasında yer altında katedilecek mesafe bir kaç kilometreyi bulabileceğinden, hepsi aşağıda çalışan pano amirlerinin bile birbirinden habersiz olması beklenebilir.
Kriz burada başlıyor.
Silme bence masayı o bezle. Sildi.
Eğer bu savunma mantıksal sonucuna kadar götürülecekse, pek de iç açıcı görünmeyen bir tablo çıkıyor ortaya.
Başka işkollarına da el atmış koca holdingi yönetmek için İstanbul’da oturan patron Soma’da yaşayan genel müdüre, aynı zamanda üç dört farklı ocakla ilgilenmesi gereken genel müdür sadece bu ocağın başında duran işletme müdürüne, yukarıdaki odasında çalışıp madenin idari ve mali sorunlarını çözmek zorunda olan işletme müdürü her gün yer altına inip işi bizzat yürüten vardiya amirlerine, onlar pano şeflerine, onlar ayak ustabaşılarına, onlar emniyetçilere, onlar taşeron çavuşlarına, onlar…
Ananem olsaydı “it ite it de kuyruğuna” demişti çoktan. Terbiyesiz bir kadın değildir. Yanında ben varken dikkatli konuşmaya özen göstermesine rağmen hayvan benzetmelerinin -özellikle atasözü haline gelmişse- hakaret sayılmayacağına dair inancı bana da geçmiş. Yavru’ya benzetildiğim son örnekte de hayvan kısmından çok yaralı kısmından hırpalandım nitekim. Domuz var biraz sıkıntılı, aşıyorum onu da. Neyse işte.
Bu savunmayı ciddiye alacaksak elimizde sorumlu kalmayabilir. Haydi diyelim ki aşağıda fiilen işin başında duranlarla sınırladık. Bir kısmı ölü, bir kısmı tutuksuz sanık en alt kademeden düşük maaşlı mühendis ve teknikerlerle olay yerinden sağ çıkmayı başarabilmiş bir avuç işçi dışında şüpheli kalmıyor elde. Kaçar yani büyük balık.
Ocak devasa hakikaten. Doğruya doğru. Daha da önemlisi hareket halinde. Sallandırdık tavandan koca haritayı da sadece üç boyutun PVC üzerinde sabit temsili değil sıkıntı. Kesintisiz vardiyalar boyunca kazılan tüneller, patlatılan dinamitlerle hergün değişiyor anatomisi devasa ahtapotun. Tonlarca tüvenan kömürü, taşı, toprağı dışarıya taşıyan kilometrelerce uzunlukta elektrikli bandın, toplar damar gibi aralıksız işlediği bu karınca yuvasında “her şey kontrolüm altında” diyebilecek bir mevki zor görünüyor. En azından patron, genel müdür, işletme müdürü o pozisyonda durmuyorlar sanki?
Tamam, müdür sıfatını ana okulundan bu yana etkileyici bulmuşumdur fakat bunlarınki daha çok “Adımı güveç koy, ocak üstüne koyma” tarzında. Ona sorsan “Müdür var müdürcük var” da diyebilirdi. Ananemi diyorum, elbette onun lafı güveç. Çok güzel yapar, şurada başımıza gelenlerle hiç alakası yok yani, gerçek yemek. Yok daha sipariş falan, Bıyık bekleniyor herhalde. Kuyruk yağı konur güvece.
Sonuçta kuyruktan size düzenli bilgi gelmediği sürece sorunlardan habersiz olmanız mümkün bence gerçekten. Elimizdeki personelle o aktarımın ne kadar başarılabileceği kuşkulu. Kuyruk bile denemeyecek kadar vasıfsız ve dünyadan habersiz görünen tipler bunlar. İlk gördüğüm gün masum diye sınıflandırdığım tutuksuz sanıklar çoğu. Bir sorun olsa fark edebilecekleri, farkına varsalar iki üç düzgün cümleyle toparlayıp üstlerine aktarabilecekleri izlenimi vermiyorlar. Gerçi ceza davasındayız, saflıktan çok uyanıklık nedeniyle de düşük profil çiziyor olabilirler.
Bıyık’ın bu grupla ilgili özel bir stratejisi var. Elini yıkamaya gitti şimdi. Stratejiyle bir ilgisi yok, yemeğe oturacağından yani. Kamuya açık yerlerde elimi yıkayamam ben, daha çok kirletmişim gibi hissederim. Dokunmadan akan su, hazır köpük sensör falan varsa olabilir. Bu gezegende anlamlı bir beklenti değil korkarım çünkü masayı sildiği bezi omzuna attı adam. Hijyen prensesi falan değilim ama bazı standartlar arıyor işte insan alışkanlıktan. Yok o da burada.
Patronla mühendisi birbirine düşürmekle ilgili strateji. Tutuklu genç patron madenci değil. Bir de yaşlı patron olduğu için öyle dedim yoksa genç falan değil, Bıyık’ın yaşında var. Hakkında henüz dava açtırılması başarılamayan babası maden mühendisiymiş. Bu da kendine finansçı diyor artık ne demekse?
Ben önce “param var daha çok kazanacak yer bakıyorum” diye anlamıştım. Genellikle o anlamda kullanılır. Sonradan Melike’nin uyarısıyla fark ettim ki Amerika’da ekonomi okumuş, onu söylüyormuş. Sosyal statüsünden değil mesleğinden söz ediyor yani öyleyse. Zengin çocukları için bu ikisini ayırmak sandığınız kadar kolay değildir. Var tanıdıklarım. Aynı semtlerde, okullarda, tatillerde büyüdüm bunlarla. Yazlıklarını dedem yapardı. “Param çok yatıracak yer arıyorum” anlamında olmasa bile ben de bir tür zengin çocuğu sayılırım. Ayırmak zordur diyorum çünkü zengin çocuğu olmak başlı başına meslektir; büyüyünce bir tane daha edinmeniz gerekmeyebilir.
Buraların benim dışımdaki tek kalıcı İstanbullu’su Melike’ye göre, ilk duruşmalarda “Ben bir arkadaşa bakıp çıkacağım, içeride işim olmaz” havasındaymış. Kendisi salıverilmediği gibi kampanya sertleşip babasının da tutuklanması talep edilmeye başlayınca gelmiş suratına bu “Bari babama dokunmayın, ben yatarım” ifadesi. İkincinin sahte olduğunu -kolejli olsun olmasın- hiç bir gerçek İstanbul kızı kaçırmaz.
“Kendisi de tam alışamadı, ara sıra gevşeyip bozuyor, göstericem ben sana ilk halini yakalattığında…” dedi Melike. Bir haftada üç kere yakaladık. Duruşma bağımlılığı tedavisi görmesi gerek, saniyesini kaçırmadan takip edip not alıyor. Sevgilisi var mı acaba bu kızın? Yalan söyleme huyuna sahipse yazık çocuğa, asla kül yutturamaz.
Hakkını yememek için, küçük patronun diyorum, “Ben istanbul’da yaşayan bir finansçıyım, ne anlarım madencilikten? Bunları mühendislerimle konuşun…’’ havasının tadını fazla kaçırmamaya özen gösterdiğini söyleyebilirim.
“Kuyruktan sökülme olmasın diye öyle yapıyor…’’ Bıyık’a göre. Galiba aynı kuyruğu kastediyoruz. Stratejisinden anladığım, Bıyık kuyruğu sökmeye çalışıyor patrondan. Niye? Tam anladım sayılmaz fakat soracağım fırsatını bulunca. Nergiz de Melike’yle benim neyin peşinde olduğumuzu anlamadı salonda birbirimizi dürterken. Anlattık “Hadi canım!?” diye şaşırdı. İzmir kızları farklı demek ki; ya poz kesildiğinde uyanamıyorlar yahut belki de dertleri değildir.
Verdiler siparişi.
Mercimek nedeniyle aşağılanıp uzun bir alternatif listeye maruz kaldım. Direndim yılmadan. Karşımda oturuyor ikisi de. “Her zamankinden” artistliğini yapmış olmalarına rağmen heyecanlılar ne gelecekse artık. Göreceğiz.
Aslında Bıyık’ın duruşma vaazından çok önce, bizimkiler son derece teknik bir çalışmayla “ben nasıl bileyim, maden çok büyük…” savunmasını zayıflatmışlar.
Nasıl laf? Bizimkiler!
Madem paçacıya gelmeyi şövalyelik sınavı kabul ettim, üç silahşörlerle ilgili çekincemi de anlatıvereyim, olsun bitsin. Pek böyle hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için sayılmaz bunlarla ilişkim. Her ne kadar öykünün adı “üç silahşörler” konulmuşsa da ortalıkta en az dört kılıçlı adam görünür biliyorsunuz. Gerçi herkeste kesici delici alet vardır neredeyse ama bizim erginlenme törenini izlediğimiz aslında dördüncüleridir: D’Artagnan. Ötekiler oradaysalar bile bir tür öğretim üyesi olduklarındandır; sınava D’Artagnan girer. Onlar denenmezler çünkü olmuşlardır. Yardıma ihtiyaçları yoktur. Yardım bizzat onların ta kendisidir. En azından işin başında böyledir. Sonradan karışır biraz olaylar ama sakatat krizi nedeniyle pelerinini omzuma attığım soylu Athos bana düşmez diyorum kısacası, bildiğin anam babam D’Artagnan benim rolüm ancak. Bu ikisinin düello davetini kabul edip işkembeciye girebildiysem bile eve çağrılmaya vaktimin yetip yetmeyeceği şüpheli. Dört tam günüm kaldı burada; belki roman değil novelladır bizimki.
Bu sırada, şövalyelik kabul sınavımda çekilmemiş acı kalmasın diye Derviş çorbaya sarımsak ekliyor. Kanada’da sarımsak yetişmediğini umuyorum. Atmosferik yangına körükle gitmek denebilir. Ekonomi okumuş insan, asıl bu işlerde lazım ama elimizdeki tek numune tutuklu maalesef. Şu açıdan diyorum, eklenen sarımsağı ayırt edebilmeleri mümkün değil, tamamen tüketici refleksi. Sadece çorba için söylemiyorum bunu, insanlar böyle. Sırf önünüze bedava geldi diye her şeyi boca etmeyeydiniz yaşamın, aç gözlü tüketicilerden saklanan otantik bir tadı olabileceğini fark edecektiniz. Muhtemelen banyoya bile sırtında koca bilgisayarla giren bu sakallı Porthos’un marjinal fayda eğrisini benden öğrenecek hali yok tabii. Bilakis ben ondan bir şeyler öğreniyorum sürekli. Misal “maden çok büyük” tarzı geleneksel patron-müdür savunmasına karşı sahip olduğumuz teknik hazırlığı o anlattı, dün kırtasiye yolunda.
“Yarım attırayım mı?” dedi bir adam arkamdan.
Omzu havlu bezli garson değil, patron olabilir. Küçük bu müessese, patron işin içinde doğrudan. Ağzı dolu olduğundan kafasını salladı Bıyık. Tanrım, lütfen kelle olmasın! Olursa da gözü olmasın! Bu Bıyık’ın -eğer dindarlığı tutmasaydı- harita üzerinde açıklaması beklenen klasik hazırlığımız şuymuş : “Yangına neden olan sorun gündelik değil, yapısal.” Yani o kadar uzun süredir devam ediyor ki hepinizin bilgisi vardı veyahut haberdar olup tedbir alacak vakte fazlasıyla sahiptiniz. Topuk Yangını deniyor buna. Savcılık bilirkişilerinin ve savcının da benzer bir görüşte olduğunu görmüştük, ahmaklık ve skandalla suçlanmıştık zaten.
Roza’nın on yedi pontluk ince topukların üzerinde bütün gün ceylan gibi sektikten sonra acısını tarif etmek için tercih ettiği kavram da budur, yalnız madendekinin şakası yok: Ciddi bir tehlike. Davanın temelini oluşturan bol imzalı aşırı önemli rapora göre; altında üstünde galeri açılabilsin diye dayanak olarak oyulmadan bırakılan devasa kömür bloklarından -belki birazı kil, marn yahut taş da olabiliyor- birisinin uzun süredir için için yandığı düşünülüyor. Bırakılan bloğa “topuk” dendiğinden durum da “topuk yangını” diye adlandırılıyor literatürde. Öğle üç günlük iş değil, aylardır yanıyor olabilir. Söyledim sanki ama Çin’de yüz yıldır yananı var diyorlar. Konfüçyüsçü bir topuk muhtemelen, tutkudan arındırılmış istikrar.
Bu taman fakat aynı bilirkişinin bölme yaparken teklediğini, maden havasındaki şaibeli sıcaklık artışını yangına yorduğunu ve karbonmonoksit sensörlerinin ölçtüğü pikleri de bu alevsiz kimyasal yangının belirtisi olarak gördüğünü unutmuyoruz. Üçte üç veya üçte sıfır? Zayıfladı benim gözümde biraz bu iddialar. İlgisiz kalmış, uzun süre sinsice devam edip olay günü fırsatını bulunca alevlenmiş bir canavar, iddianamede tarif edilen. Aslı ayrı mevzu, bilmiyoruz şimdilik.
Asıl canavarlığın koyun beyni yemek olduğunu belirteyim yalnız. Gözü yokmuş neyse. Masanın en boş yeri diye benim önüme dayadı adam kayık tabağı. Kabalaşmamaya çalışarak ittim ortaya doğru. İnce maydonoz kıymışlar üzerine, yazık yani o maydanoza.
Sanıklar ilk günden beri reddediyor topuğun yandığını. Duruşmalar yarı bilimsel heyecanlı tartışmalarla geçiyor; yanıyordu, yanmıyordu. Göreceğiz keşifte herhalde. Derviş, bu konuda keşifte görülebilecek bir şey olmadığını, topuktan çok sayıda sondajla numune alınması gerektiğini söylüyor. Artık emin oldum. Bir kere daha, sakallılar arasında yeni moda olan küpelerden takmıyor olmasının onu ciddiye alma eğilimimi artırdığını fark ediyorum. Sormadım ama berbere sokup sağlam bir tıraş edilse benden genç olduğu ortaya çıkabilir, yahut hadi yaşıtız diyelim. Bu da sükunetine ve ikna ediciliğine hayranlığımı artırıyor. Birisiyle evlenmek için doğu ölçüt niye küpe oluyor bilmiyorum fakat anlattı diyorum yani çocuk temel savunma hattımızı, anladım.
Bugün Bıyık’tan beklenen, bu gayet yerleşik teknik hazırlığı bir kere de harita üzerinde anlatmasıyken bambaşka bir iş yaptı. İddianın genişletilmesi yasağı dediğim, tam burada başlıyor.
Halife Ömer’in oğlu bir rüya görür.
Daha doğrusu, Bıyık in mahkemede “İbn-i Firûz’dan rivayet” ettiği haliyle söylersem: “Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) efendimizin oğullarına bir rüya gelir.” Bütün istekli hikâye anlatıcıları gibi ses tonu, bizi olup bitenin gerçekten mümkün göründüğü belirsiz bir başka zamana götürmek üzere bugünden ayrılıyor. Anlatanla dinleyen arasına konan ses ve vurgu mesafesi, bizi yanıltıp zamanda ve mekanda hareket ettiğimize inandırır. Alışkın kulaklar küçük hileleri yakalayabilir. Dedem, gerçek bir Arap masalının ancak genizden titreyen “nun”lar, gırtlakta şekillenen “ha”lar ve arada bir damakta çatlayan “ayın”lar sayesinde dinlenmeye değer sayılabileceğini savunurdu. Dört kredilik TKL-101’im kesmemişti onun telaffuz iştahını. Aynı zamanda İstanbul-Ankara uçuşunun kuyruk numarası bu arada. İki dönem aldığım “Osmanlı Türkçesi” dersinden edinebildiğim tarzı, gayet ruhsuz bulduğundan sırf eğlenmek için kendi seçtiği metinlerden okutup;
“Bırak tecvidi, terbiyeyi, nezle görmemiş bu sesle nasıl Taht’el Bâhr denilecek, olmadı yine; bir daha dene bakayım…” diye yalandan hayıflanıyormuş gibi yapardı. Ananemi tavlamak için gençliğinde altı ayda öğrendiğini iddia ettiği Gürcüce’yi de sayarsak, beş dili aksansız konuşan bir ihtiyar için ne kötücül bir eğlence.
Bana gelince, hiçbir zaman “Taht’el Bâhr” falan demem gerekmedi gerçekten; lâzım olsa denizaltı deyip geçerim sanıyorum bugün. Neyse ne, dedem bununkini beğenirdi manâsında söylüyorum. Terbiyeyi bilmem ama Kur’an kursunda cüze geçilmiş bir tecvid aşinalığı hissediliyor yani.
Çocuğun rüyasında, o sırada halife olan babası o kadar ağır bir suç istemiştir ki savunmasını üstlenen peygamber -yalnız ben atlıyorum diye Bıyık’ın salât, selam, hamd ve senaları geçiştirdiğini düşenmeyin, tadını çıkartıyor- kendi şefaatinin Ömer’i kurtarmaya yetmeyeceğinden korkarak yardım için diğer peygamberleri de toplayıp huzura öyle çıkar. Suçlama şöyledir:
‘’Şam’da bir köprü vardı, yaşlı bir kadının ayağı, bu köprünün çatlaklarına takılıp sakatlandı. Neden o kadına acı veren köprüyü tamir ettirmedin?”
Bugün olsa belediyenin imar-fen işlerinde dilekçe kaydı bile almazlar, üstüne bir de azarlanabilirsiniz; “Bastığı yere dikkat etseymis!” diye. Çok zorlasanız para cezalık bir ihmal. Ama Asr-ı Saadet ‘de işler böyle yürümüyor tabii, bilhassa rüyadaysanız.
“Allahım, ben Medine şehrinde oturmaktayım, bu nedenle o köprüden haberim yoktu.” demekle yetinir savunmasında halifelerin adaletiyle en meşhur olanı.
Günaha girmekten korkmasam tipik patron-genel müdür savunması diyebilirim. Aynı ölçüde haklı. Medine nere, Şam nere? Şunca yıl geçmiş hâlâ doğrudan uçuş yok, Kahire veya Beyrut’tan aktarma yapılıyor. Tamam, uzaklıktan değilse bile uluslararası ilişkiler sorunlu ama deveyle de yakın olmadığı kesin yani. Aktarmayı nereden biliyorsun derseniz; boş vakitlerimde uçak tarifesi okurum ben, oradan biliyorum. Sebep? Hobi diyelim. Neyse. Valiyi, kadıyı, müftüyü atamış, vermiş yetkiyi kendisi Medine’de halifelik yapıyor. Ne bilsin Şam’ın köhne köprüsünü? Haşâ huzurdan şantiye şefi mi bu adam?
Tabii bu youmlar bana ait. Bıyık bizzat yarattığı zamansal yanılsamaya zarar verecek tek bir güncel atıf yapmadan, vaaz tadında ezdirerek anlatıyor hikâyeyi. Yüzünü mahkeme heyetinden çok sanıklana dönmüş. Sadece şu anda onlara hitap etmesinden kaynaklanmıyor, geçmişleri varmış. Benim göremediğim ilk duruşmalarda sanıkların kullanmayı adet haline getirdikleri söylenen uhrevi savunmalar var: “Allahın huzurunda içim rahat… Öbür tarafta verilecek hesap açısından… Kendi vicdan mahkememde…’’ Hâlâ ara sıra ediyorlar bu gibi laflar. Hatta; “Vicdanım rahat olmasa yakarım kendimi Madenci Anıtı’nda!” falan gibi işi ifrada vardıranlar bile mevcut. Orası neresi? Bilmiyorum.
Nihayet, halifenin bana şimdi gayet mantıklı görünen savunmasının, “her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten” kovuşturma makamına tatmin edici gelmediğini öğreniyoruz. Rüyanın ikinci sorusu, berrak bir yıldırıcılıkla muhatabını çaresiz bırakır: “Dünya illerinden ve dünya emaretinden hakkında haberinin olmayacağı kadar toprağı niçin kendi egemenliğine alırsın?’’
“Büyük gerçekten” diyor Bıyık arkasında asılı heyulayı göstererek “Niçin kazdınız bu kadar? Para için mi?”
Sırf bu artistliği yapmak içindiyse servet verdi o PVC yelken bezine, umarım daha sonra da işe yarar. Şu anda çorbaya ara vermiş kelle didiklerken pek karizmatik görünmüyor ama sanık azarlama sırasında fena değildi diyebilirim. Ananem “Erkek iş yaparken güzel durur, otururken bakacaksın” derdi. Tavsiyesine uyup geçiyorum.
Peşinden gelen rüya tabiri, meselenin Kur’an Kursu değil Kuram Kursu tadında bağlanacağını gösteriyor. Özetle Bıyık, maden işletmenin “kusursuz sorumluluk’’ gerektirdiği gibi çağdışı bir görüşe sahip. Gündelik yaşam açısından bile gayet kulak tırmaladığının farkındayım: Hiç kusurum yoksa niye ben sorumlu olayım? Hukuka gelince iş daha da ciddileşir. Yanlış bir şey yaptığınız için değil sırf büyük ölçekte maden ocağı işlettiğiniz için ölümlerden sorumlusunuz demiş oluruz. Söyleyin tabii çok istiyorsanız ancak ciddiye alınma sorunu yaşarsınız.
Birini suçlamak isteyen evvela kusurunu göstermeli. Bıyık’ın kuram kursu işte burada devreye giriyor: Açıkça kusur tarif edip hukuksal iddiasını öne süreceğine, rüya tabirinin içinde sırtını yasladığı büyük otoriteye -tövbe yani- söyleyerek ciddiye alınma sorununun etrafından dolaşıyor. Laf, Talât Sait Halman’ın olabilir sanki? Kuram Kursu diyorum. Aynı zamanda hem ihtişamlı Shakespeare soneleri çevirip hem de bu kadar sevimli ses benzetme esprileri yapabilmek dahilere mahsus maalesef. Biz sıradan ölümlüler bunları okuyup unutmamanın hazzıyla yetinmek zorundayız.
İşin sonunda tabir faslı bittiğinde, Bıyık biliyorsa bile bize anlatmadığı için kararı öğrenemiyoruz. Başkanın ısrarlı sorusunu, daha ne söyleyeyim bunlara yüz ifadesiyle ‘’Bitti, bu kadar” diye cevaplayıp oturuyor. Belki gerçekten gerek de yok. Çünkü bu kadarı bile “Maden çok büyük, benim nasıl her şeyden haberim olsun?” diyen müdürcağızın davasını, Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nden kaldırıp Mahkeme-i Kübra -bu da Bıyık’ın lafı- önüne koymaya yetiyor. Beceremeyeceğin kadar derine niye kazıyorsun? Vesselâm.
Madeni işleten holdingin, Müslüman mahallesinde tezgah açtığı düşünülürse acımasız bir dava nakli denebilir. Gerçi “parayla imanın kimde olduğu belli olmaz” derler. Zaten bunlar dindarsa bile dinlerinin daha çok “Fıtratı böyle madenciliğin, kaza ve kader Allah’tandır, Allah verdi Allah aldı, başımız sağolsun…” dediğini düşünme eğilimindeler anladığım kadarıyla. Tutuklu sanıksanız rahatlatıcı bir inanç gibi duruyor
Bitti kelle. Paçaya döndü.
Bugünden benim payıma da yarısı içilmiş mercimekle “Nasıl? Anlıyor muymuşum din diyanet işlerinden İnayet?” kapağı kalıyor. Ruhsal hararet. Sesimizi duymayan bir Tanrı olsa? Biraz serinlik. Tövbe. Yahut bitirseler çıksak diyorum şuradan ama var daha. Fiziksel hararet denebilir, imtihan dünyası.
Aklımdan geçenlerin hepsini değilse bile hukuksal görünenleri anlatıyorum masaya bir yandan. Yerken dinliyorlar. Bıyık’ın öne sürdüğünün aksine yasa sorumlulukta mutlaka kast veya taksir arıyor. Kasıtlı olmayan kusurlara taksir diyoruz. Yani, yasada ve iddianamede büyük ocak çalıştırmak diye bir suç yok. Varsa ortada bir zarar, ölü, yaralı sorulması gereken soru şu: “Senin bir kusurun var mı?” Onu da ortaya soramazsın. Her sanık açısından tek tek şahsen incelenecek. Öyle Bıyık gibi; “Biz kasıta taksire bakmıyoruz, madem beceremeyip bu kadar adamın öleceği işe bulaştınız vereceğiz cezayı, siz de kusura bakmayın artık!” diyemeyiz. İddiayı genişletmiş, sorumluluğu belirsizleştirmiş oluruz.
Diyelim ki bu sorun, hukuk tekniği ile ilgili. Söylemiyorum ama Bıyık’ın uhrevi dava naklini acımasız bulmamın önemli bir nedeni daha var. Rüya tabiriyle kıyaslanınca failler arasında sadece sebep oldukları zarar açısından değil savunma ekipleri açısından da ağır orantısızlık meydanda. Bir tarafta savunması peygamberler heyeti tarafından üstlenilmiş halifenin, yaşlı kadının ayağının burkulmasına -o da dolaylı olarak- sebep olma suçu, öteki tarafta ceza avukatlığına pek de kafalarının basmadığı ilk günden beri sırıtan şirket avukatları tarafından kılıfına uydurulmaya çalışılan üç yüz bir ölü adam! Yargıç farkı meselesini hiç anlatmıyorum; buradakiler halim selim gençten mahkeme üyeleri sonuçta, çok gazaba gelseler beşte bir iyi hal indirimi uygulamazlar yani, öbür tarafta infazın ucu bucağı yok mazallah.
“Anladım nereden gittiğini” diyor Derviş.
Öteki araya kelle soktuğundan çorbayı bitiremedi henüz. Derviş’in yemeği tamam. Sarımsaklı Titan atmosferi nedeniyle düzgün nefes alamadığımdan ‘’sonuç yanlış ama gidiş yolunu beğendim” anlamında mı yoksa “nasıl saçma bir yolla yanlış sonuca vardığını görmüş olduk” anlamında mı söylediğini araştıracak takatim yok. Canı sağolsun. Anladım diyor en azından ne dediğini. Onunla kalmayıp sakalını hızlı hızlı iki kere sıvazlıyor ki devamı var anlamındaymış; derhal jest ve mimik kılavuzuma kaydediyorum.
Çorbasını yiyen -tabaktaki parçaların büyüklüğü açısından içmek denemez- Bıyık’ı, çorba ve bıyık kavramları arasındaki kan dondurucu hijyenik çelişki nedeniyle görüş alanımın dışında tutmaya çalıştığımdan Derviş’e yoğunlaştım;
“İnsani ölçek sorununu konuşmamız gerekir o zaman’’ diyor.
“O ne demek?”
‘’Objektif sorumluluk için tek sınırımız kanun olmamalı. Teoride yapılabileceği varsayılan her şeyin pratikte sorumsuzca denenmesi serbest mi bırakılacak?”
“Teorik akla uygunsa, çok lazım değilse bile birisi mutlaka dener pratikte…” dedim. İlerleme diyoruz buna yani. Ampulü deneyerek buldular, deneye yanıla oluyor bu işler.
“İnsani ihtiyaç, sebep, gereklilik; ne bileyim ayıp, günah, yanlış diye bir şey olmasın mı kanundaki yasak dışında?”
‘’Kömür çıkarmayı mı kast ediyorsun?”
“Bu kadar çok, bu kadar derinden, bu kadar hızlı kömür çıkarmayı kastediyorum para için.”
“Öncelikle para gayet iyi bir sebep. Herkese lazım ama kısa vadeli hiç bir ekonomik gerekçesi olmadan kutuplara, Ay’a, Mars’a gitti yani insanlık; teoride yapabilecek olduğumuz sürece insani ölçek diye bir sınır yok Derviş. Ceza Kanunu’nu ihlal etmiyorsan hayal edilebilen her şey denenir” dedim. Öyle de düşünüyorum.
“Donmuş kutup kaşifiyle patlamış Challenger astronotunun motivasyonu yok burada İnayet, yukarıda aç kaldıkları için mecburen iniyorlar madene, inince de ölüyorlar…”
“Konuyu değiştirme; başarısızlık olur, ölüm olur o ayrı, insan bu demek, suç değilse dener yine de mümkün görüneni…” diyorum. Suçsa da dener gerçi ama ilerleme eleştirisinin zamanı değil şimdi. Sustu biraz, düşünüyor.
Dindar Aramis’in ilgisini fazla çekememişiz gibi duruyor. Roka yiyor. Sanıyorum paçacı klasiği rokayla bitirmek. Ağızlarının tadı düzelsin diye yiyorlarsa orman yangınına işemek gibi bir şey, düzelmez bence yani. Ayrıca işeyerek yangın söndürmenin zararları, Lilliput tarihinin en önemli kayıtlarındandır. Kraliçe’nin kendisini ölümden bile kurtarmış olsa itfaiyecisini affetmeyişi Gulliver’in en…
“Mesela üç yüz bir tane işçinin ölmesi ihtimali varsa kazmayacaksın o kadar, yeterli değil mi ölçek olarak?”
Düşüncem bölününce geriliyorum hafif. Bence en iyi hikâyesi Lilliput’tur Gulliver’in. Bütün seri işlerin ilki parlaktır zaten; Baba 2’yi ayrı tutabiliriz tabii. Teslim olmuyorum;
“Sonuçtan gitme, öyle olacağını bilseler bunlar da kazmazdı herhalde ” dedim.
“Üç bin kişiyi yedi gün yirmi dört saat çalışmaya zorlarsan belli değil mi birilerinin öleceği, tahmin de mi edemediler ?
Hepsi aynı anda inmiyor yalnız, vardiya usulü diyecektim, yüzündeki ifadeyi görünce vazgeçtim. Biliyor tabii bu da, vurgu artsın diye öyle söyledi. Ne yapayım, hassasiyet geliştirdim bölme meselesine.
“Şimdi oldu bak. Kusur sorumluluğu bu dediğin zaten; tahmin edip etmediklerini araştırıyoruz. Eğer öngörmüşlerse sonra da tedbir alıp almadıklarını araştıracağız”
Daha nezih bir ortamda şu “ç” harfinin üzerine binilerek vurgulanan “üç bin işçi çalıştıran şirket’’ için de bir değerlendirme yapardım. Walmart şirketi iki milyon yüz bin kişi çalıştırıyor. China International bir milyon altı yüz elli bin işçi istihdam etmiş. Bunların hepsi insan yapısı olduğuna göre ölçek tartışmasında muhafazakâr davranıyorlar bence. Çin Seddi’ne Mısır piramitlerine gidip “Harika!” diye fotoğraf çektirmeyi biliyorsun, kaç kuşak işçi çalıştı, kaç insan öldü sormuyorsun. Nedir yani insani ölçek?
Şam’daki köprü konusunda Tanrı’nın da bir parça muhafazakâr davrandığını anlıyoruz, tamam. Tövbe diyeyim. İnananlar kendisine muhafazakar diyor diye Tanrı’nın muhafazakâr kabul edilmesi de saçma duruyor ayrıca. Sonsuz bir yaratıcılık nasıl muhafazakar olabilir? İguana ile Sophie Marceau arasında bir yaratıcılık skalası ancak ancak avangart kabul edilebilir kanaatimce. Tövbe ediyorum bu sefer samimiyetle yalnız. Kalkıyoruz neyse nihayet.
Ya bunlardan hesap almıyorlar ya da haftalık ödeniyor; direkt kapıya yöneldik. Tamamen deney amacıyla üç saniye duraklıyorum. Eli belime gidiyor ama dokunmadan. Aradaki hava boşluğunu itiyor. İnsanoğlu hiç sebepsiz Ay’a gitti, dener diyorum yani. Çekersen ciğerine sarımsak buharını böyle deneysel halüsinasyonlar gelişebiliyor demek ki. Anane tavsiyesi dinle. Ayaktaki de demin oturan adam sonuçta. Yılma bari de önümüzdeki iş konuşulsun hiç değilse. Eli hâlâ sakalında gidip geldiği için lafın gerisi gelebilir Derviş’ten diye bekliyorum. O gayet dokunularak itildiğinden arkamda yine.
“Para hırsını çok hafife alıyorsun, bu kadar hırs için kusur dışında da bir yaptırım olmalı.” diyor.
Para hırsı sorgulamasını ilk duyuşum değil. Mühendisin kitabı daha birinci bölümünde “Maliyet Tartışması’’ başlıklı El Yazması’yla sert ama etkileyici bir yorum yapmıştı. Bir süredir aklımda evirip çevirdiğim fikri açtım:
“Varsayalım ki pislik bunlar Derviş, para hırsı gözlerini kör etmiş; insani ölçeğin, insan yaşamının değerinin farkında değiller…’’
Durdu Bıyık.
Konuşmayı yürüyerek, dinlemeyi durarak seviyor demek ki. Üçümüz de durduk. Devam ettim akıl yürütmeye:
“… İşleri durdu. Borçlandıkları tazminatları, ocaktaki hasarı, cezaları, hapishaneyi boşver en az elli milyon kârdan zararları var. Para hırsı yüzünden bile bile bu kadar zarara razı oldular deyince oksimoron olmuyor mu biraz?”
Bir sakal sıvazlama daha umuyordum, gelmedi. Sırtüstü bilgisayarın ağırlık merkezini değiştirdi sadece askılarla oynayarak. Devam o zaman:
“Finans okudum Amerika’da diyor adam, elli milyon kaybedeceğine dair en küçük bir öngörüsü olsa almaz mı gereken tedbiri? Sırf paragözlükten diyorum hani?’’
Geldi sakal.
‘’Paragözlük nedeniyle para kaybetmenin oksimoron olmadığını sanıyorum ama önce netleştireyim sonra devam ederiz” dedi sağlamcı hesap kitap adamı. Salıverse kendini biraz hakikaten çok güçlü değil teorim. Yürü Molière’den çöker mesela; cimrilik en tanınmış para kaybetme sebebidir. Polemik benimkisi ama bilim kurgu tipi var bunda, sanmıyorum Molière okuduğunu. Neyi netleştirecekse içinden yapacak artık.
“Seninki ne diyor Topuk Yangını’na?” dedi Bıyık.
İyelik eki enflasyonuyla yaşamaya alıştım. Belki de temiz havaya çıkınca beynime yeniden oksijen gitmeye başladığı için “Niye eve çağırmıyorsunuz siz beni acaba?” demedim. Hakettiği oydu aslında. Mühendisin Kitabı’ndan söz ettiğinin farkındayım. Bu seferlik “benimki” Müntehir. Elinde sadece bir gece tutmuş olmasına rağmen hepsini okumuş olma ihtimalini unutma eğilimindeyim genelde. Ne zaman açıkça gönderme yapmadan el yazmalarından bir görüş savunsam ya kibarca hatırlatmak için yahut belki de merakından soruyor. Anlamak zor.
“Her söylediğine inanma diye uyardı Alihan’la Derviş” diye yan çiziyorum.
Boşver sen onları, kitap ne diyor?”
Sola Scriptura!
Geçtim cinsiyet kodlamasını beni sadece kitap olarak görüyor bile olabilir bu adam! “Kitap gibi kadın, çevir çevir oku’’ derdi ananem. Asla gözümde canlandıramadım ama beğendiği kadınlar için söylerdi. İltifattı yani. Estetikten çok kütüphanecilikle ilgili gibi duruyor bunun bakışı.
‘’Kesinlikle yanmıyor topuk” dedim niyetlendiğimden biraz daha güçlü bir vurguyla. Sonra hiç değilse kendi açımdan yumuşatmak için “Emin benimki” diye ekledim. Kefil olacak durumda değilim henüz. Sesimdeki “o ayrı ben ayrı” tonunu ciddiye bile almadan;
“Derviş de sizin gibi düşünüyor” dedi Bıyık. “… hatta ben de sizin gibi düşünebilirim…”
Derviş başını ona çevirip sallıyor ama parmakları askıda, konuşmayacak.
“… daha doğrusu ben topuk yangınının gerçek olduğunu düşünüyorum ama gölgesiz bir gerçek olduğunu”
O nedir acaba?
“Yanıyor mu, yanmıyor mu?” diyorum ortalarına. Derviş’in omzuna eliyle tutunup sağ bacağını dizinden kırarak, geriye, yukarıya doğru kıvırıyor iyice Bıyık. Bunu bilirim, gerçek bir klasik yaşanacak. Eğilmeden topuğuna vurarak kaldırıma silkeliyor piposunu ve ayağını indiriyor. Dedemi çok özlüyorum. Yürüyoruz.
Eve gideceklermiş, beni öğretmenevine bırakmayı öneriyorlar. Davet et be adam, yemedik evinizi! Soylu Athos’dan çok D’Artagnan’a yakışacak taşralı metanetini jeste dökmeyi başararak başımla kabul ediyorum.
Gölgesini yitirmiş gerçeği anlatıyor yolda Bıyık.
İlginç.