Bölüm 9: Üçte Üç!
“Başardım!” dendiğinde, Madam Laetitia Bonaparte: “Pourvu que cela dure…” dermiş. “Yeter ki uzun süreli olsun…” Napolyon kendisinin ikinci oğlu. On sekiz yaşında doğurmuş. Adı zaferle anılsa da istikrar açısından annesini tedirgin eden bir yaşam sürdüğünü biliyoruz tabii. O manâda söylenmiş olabilir. Sayı değilmiş, servis geçmiş. Bıyık karşısında pazartesi kazandığım teolojik zafer diyorum, kısa sürdü, anlatacağım onu ama başka önemli gelişmeler var.
Standart sosyal prosedürün çalışmadığından emin oldum. Ailelerden, avukatlardan ve Bıyık’tan mutlak olarak uzak durmak mümkün görünmüyor. Tamam ilkemiz “Sola Scriptura” ama kitabı bile dosyadaki tutanaklardan yardım almadan okuyamıyoruz. El yazmalarıyla uğraşmadığım saatlerde halkın arasına karışmaya karar veriyorum bu durumda. Xebat’ın uzun sorularına kısa cevaplarla devam; karar ihlali sayılmaz veya hâlâ güzel gülümsüyor diyelim maalesef.
Alihan ve Derviş’le kırtasiyeye gitmemiz gerekti dün gece. Alihan’ın da sakallı olduğunu fark ettim bu vesileyle. “Copy center” yazıyor kırtasiye dediğimin tabelasında, dijital baskı yapılıyormuş. Tam söylemek icap ediyorsa “Digital Copy Center” yazmışlar. Bugün tıraş olmamış, kirli sakal manasında değil yani bildiğin sakal. İlginç. Kısa sık siyah saç ve sakalı aynı boyda olduklarından tek parçada kodlamış görünüyorum daha önce. Nasıl bakıyorum insanlara ben acaba? Bir haftadır her gün gördüğüm adamın sakallı olduğunu bugün fark etmek, bakma kusurundan çok kodlama hatası herhalde. Esmerlerde daha önce de geldi başıma. Yahut doğru soru deli miyim? Mümkün. Kolonyalı mendilin son hamlesinde ayakkabılarının tozunu aldığını, markalı gömleklerinin ütülü temizliğini, alyansını, bakımlı tırnaklarını bile fark edip sakalına bugün uyanmak akıllı işi değil sanki. Doğru sıra yüz, el, masa, ayakkabı. Kolonyalı mendil diyorum. Belki daha sık sosyalleşmeliyim?
Aslında gitmesi gereken onlardı kırtasiyeye; iki saattir bilgisayar üzerinde bana verdikleri havalandırma kursu bitmediği için yolda devam ederiz diye ben de onlarla çıktım sendikadan. Sınıfla işimiz yok, memur sendikası bu, hatta memur da yok; perhiz var, düzeltiyoruz: Kamu emekçisi. Öyle olunca da yeniden sınıfa mı dönmüş oluyoruz bilemedim ama çok güzel bir terasları var, akşamları çalışırken kullanıyoruz bazen. Yakın öğretmenevine. Öğretmen zaten hepsi. Çok büyük bir harita bastırıyorlar. Kamu emekçileri değil de Derviş ile Alihan yani, maden haritası. Memurlar işçi sınıfına dahil midir? Bakılacak. Beyaz, muşamba kılıklı bir malzemenin üzerine basılıyormuş, “akşam gelip alın” demiş adam, “gece gelin’’ oldu akşam bu sefer. Dört metreye üç metre gibi devasa boyutlara sahip olduğundan baskısı bitmemiş.
“Ne yapacağız bunu?” diye sordum. ‘’Duruşma salonunda arkamıza asalım diye düşünüyor Başkan ” dediler. Sadece arkasından böyle denilince bir şeylerin başkanı olduğunu hatırladığımı fark ediyorum. Yüzüne de öyle hitap eden çok aslında. Tam Bıyık’a göre bir iş. Beş altı metre tavan yüksekliği var salonun; gabya yelkeni gibi yukarıdan sallandırıp önünde tahta bacağıyla volta atar artık. Yalnız şu Kaptan Ahab metaforundan kurtulsam biraz ne güzel olacak. Bütün keyfine ve çekici ayrıntılarına rağmen Moby Dick özünde karanlık bir hikâye, daha ışıklı olsun istiyorum şu adamla kısa ilişkimiz. Ayrıca tahta degil o bacak; balina kemiği. İlki öyle hiç değilse, sonuncusu dağılan sandalın tahtasıydı galiba? Yahut tam tersi.
“Z” raporumun Melike’de infial uyandırdığını sanıyorum. Çıtlattım biraz, şikâyet etmiş beni bunlara. Duruşma çıkışında yakaladılar, o saatten beri anlatıyorlar. İşçi başına düşen hava miktarı konusunda bilirkişinin hesap hatası yaptığı doğruymuş, bulmuştum ben zaten. Ama kişi başına 3m³/dk. Bu büyüklükteki bir madende övünülecek hava miktarı değil diyorlar. Yeni fan siparişi verilmiş, kurulmak üzereymiş katliamdan önce. Madenin hava çıkışına kurulmuş “emici” büyük fan -vantilatör dediği oymuş- dışında, içerideki galerilerde havayı paylaştırmak ve dolaştırmak için bir sürü küçük tali fan bulunduğundan söz ettiler. Hava miktarını artırmıyor ama havayı ocak içinde hareket ettirerek her yere ulaştırmaya çalışıyor bunlar. Yüksek kapasiteli yeni fan çalışmaya başlasaymış kişi başına çok daha yüksek hava düşecekmiş.
Bu kadar büyük bir alanın yapay olarak havalandırılması ürkütücü biraz. Zorunluluk tabii de nasıl kaybolup gitmiyor o hava toprağın altında dağılıp ? Elindeki meyve suyu kutusundan pipeti çekip, normal deliğin biraz uzağına bir delik daha açıyor Derviş tükenmez kalemin ucuyla. Pipeti dışarıda U şeklinde kıvırıp bir ucunu ilk delikten sokuyor, hafif bir uğraşla diğer delikten çıkarıyor. Tamamen el çabukluğu. Denedim yani odaya geldikten sonra üç kere, mümkün değil. Neyse, yaptı işte bu. Pipetin bir ucundan emici fan gibi çekince, meyve suyu yerine dışarıdaki öbür uçtan emilen hava geliyor elbette.
“Tek bir anayol tüneli olsaydı ocakta, yaklaşık olarak böyle bir şey olurdu işte… ” diyor illüzyonist madrabaz. Denedim diyorum yani, yapılamaz.
İçerideki pipet dallanıp budaklandıkça kavşaklara tali fanlar, belli aralıklarla üzerinde açılmış mazgallardan hava üfleyen bezden hava kanalları falan döşenecek ek olarak. Havanın sadece miktarı değil ocakta dolaştığı yönler de bu yolla yapay olarak değiştirilebiliyor anladığım kadarıyla. Netice olarak bunların hepsi çıkışa yerleştirilmiş emici fanın giriş deliğinden çektiği toplam havayla yapılıyor. Ana yollardaki hava üflenmiyor emiliyormuş o zaman. Sonuç aynı gibi sanki?
Son olarak her yerde işçi başına 3m³/dk. kalitesinde hava sağlanamaz dediler. Mesela olay günü yangının başladığı 4. bant galerisinde hava akımı o kadar azmış ki havanın hareketi “negatif” denebilirmiş. O ne demek? Hava durgun, sıcak ve pis yani. “Durgunluğa negatif hareket denmez, hareket tanımı gereği pozitiftir’’ diye ukalalık etmem sayesinde de negatif havanın, kağıt üstünde planlandığı yön dışında hareket eden hava olduğunu öğrenmiş oldum bana neyse?
“Anladım onu; haklı mı haksız mı şimdi bu adam?” diye sordum.
“Haklı ama alacağı yok” dedi Alihan. Laf işte bu da. Soğuk avukat esprileriyle atlatmalarına izin veremem:
‘’Doğru mu benimkinin hesabı?”
Her dediğini kayıtsız şartsız kabul etmekten vazgeçersem daha iyi olurmuş, her şeyi o biliyor olsa zaten başımıza bunlar gelmezmiş… Yılmadığımı görünce: “Evet, doğru.” demek zorunda kalıyorlar. Bu kadar işte! Elde var bir. “Kolay ispatlanmış” sayarım ben bunu.
Ayrıca “Havalandırma Başmühendisliği” diye koca teşkilât var, ne alâkası olur bu işlerin emniyetçiyle havasındaydım, söndürdüler havamı: Bir adam, bir defter, bir anemometre! Rüzgar ölçer demekmiş o. Yani, sıkı durun, belinde MX4’ü, elinde rüzgar gülüyle gezen tek bir adamcıktan ibaretmiş o koca Başmühendislik! Tek kişilik müessese. Kurumsal kişilik. Söylediler adını, tutuksuz sanıkmış, bakacağım tipine yarın. Bazı günler ölçmekten sıkılıp eski sayfaları kopyaladığından şüpheleniyorlar. Kanıtları varmış, günahı bu ikisinin boynuna.
Sonuç olarak, olay günü başlayan yangına neden olabilecek lokal bir hava durgunluğunu anlayabilirim fakat maden havasının ister havalandırma ister şu gizli yangın nedeniyle kalitesiz olduğu, bunun da çalışmayı eziyet haline getirdiği hususundaki ısrarlarını abartılı buluyorum. Yasal sınırlar aşılmamış görünüyor: ‘’Hava kalitesi kötü diye üretim duracak olsa üzerinizdeki o taşlanmış kotlardan kauçuk tabanlı ayakkabılarınıza kadar zor bulurdunuz giyecek şeyi’’ diye diklendim biraz.
Hayır, pislik bir insan olduğum veya söylediğime inandığım için yapmıyorum. Aklımda atlet kemiren fareler cirit atıyor ve soğuk su isteyen çocuklar tarafından uyandırıldım sabah. Objektif olmaya çalışıyorum. Ortam nezih değil diye ölmedi yani bu insanlar. Yoksa farkındayım madende çalışmanın zor olduğunun. Bazı işler diğerlerinden daha kirli havada yapılmak zorunda herhalde?
“Dört yıldır giyiyorum ben onu, kendim beyazlattım üstümde” dedi alıngan Derviş. Onu diyorum sanki? Yok mu kot taşlama diye bir sey? Var. Bu giymiyormuş. İşçilerin bunları üretirken akciğer kanserine yakalandığını bile bile talep etmiyor mu insanlar mağazalardan?
Alihan’a bakıyorum; şöyle basit bir “diyaloğu ilerletelim’’ onayı için. Gayet aşağılayıcı bir yüz ifadesiyle ayak ayak üstüne atarken, jilet gibi ütülü kanvas pantolonundan benim görmediğim bir tozu fiskeledi. Ben de giymiyorum ama bırak taşlanmışını, sırf kot giydiği için bu kadar aşağılanmaz yani soyut mağaza müşterisi. Kendisi dışında gören yoktur tahminim fiskelediği tozları. Ayakkabısının temiz kösele tabanı zaten yüzüme “sensin kauçuk” dediği için yanlış yolda olduğumdan emin oldum. Çorapsız kirli sandaletlerimi masanın altındaki koyu gölgeye çekip: “Var silikozis diye bir hastalık” şeklinde kapattım mevzuyu.
Üretimindeki işçiyi kanser yaptığını bile bile taşlanmış kot giymekten vazgeçmeyen narsisist tüketicinin, cep telefonunun ön yüzündeki kamerayı çalıştıracak elektriği şarj edemezse yaşayabileceği nevrotik hal dehşet verici olabilir yalnız. Linyit kömürünün neredeyse tamamını elektrik santralleri için çıkaran işçiye sauna koşullarında kırbaçla üretim baskısı yapılmasını makul karşılayabilir: “Çalışın domuzlar! Yeni kestirdim saçımı, derhal çekilmek zorunda bunun selfie’si, şarjım bitti! ‘’
Domuzun gayet kendisiyle barışık bir hayvan olup kimseye zararının bulunmadığını lisede öğrenip türcü saplantımdan utanmıştım ama ağız alışkanlığı kolay değişmiyor. Al bunu da perhize İnayet. Ayrıca tadını kaçırma, yapay solunum ünitesine bağlanmış sevdiklerimizin de elektriğe ihtiyacı var. Lâzım elektrik.
Gece kırtasiye gezmeleri dahil son gelişmelerin sosyal hayatımı renklendirdiğini kabul ediyorum ama aklım kitaptan kopmuyor. Koca maden ocağı yavaş yavaş belirginleşiyor muhayyilemde. Dedem bu kelimeyi cümle içerisinde her doğru kullanabildiğimde on lira verirdi. Kaynağımız kurusa da kelime kaldı yadigar olarak. Muhayyile diyorum, hayal gücü demek.
Şimdi, pipet-kutu numarasını kıvıramamış da olsak bunu gözünüzde canlandırabileceğimi umuyorum. Yeryüzünde kilometre kareler büyüklüğündeki Soma havzası, kuzey-güney yönünde uzanan ve yer üstünden başlayıp üç yüz metre derine kadar eğimli bir hat çizen otuz-kırk metre kalınlığında kömür damarlarına sahip. Güney dediğim Manisa il merkezi, Kuzey dediğim Balıkesir civarı. Soma ortalarında sayılır.
Yüzeye yakın olanına açık ocak deniyor. Kepçeyle kazıp kamyona dolduruyorlar özetle, genellikle devlet kendisi yapıyor. Yeraltına gelince, derine doğru artan eğim yüzünden bir ucundan makineyle girip sonuna kadar mekanize üretim yapabileceğiniz bir ortam yok yani. Zaten düz bile olsa otuz metre kalınlığı, tek seferde tıraşlayacak makine olmaz herhalde? İşte bu yüzden dilim dilim çalışmanız gerekiyor. Ayak deniyor her dilime. Sözlüğüm kalınlaşıyor. Dur, önce Pano’dan bahsedersem ayak daha kolay anlaşılabilir. Buldunuz yerin altında damarı diyelim; oraya kadar kazdığınız tünel ana yol sayılır. Üretim için değil hazırlık için diyelim. Damara girdiğiniz yere pano diyoruz. Aynı damar üzerinde yüzüncü metresinde ayrı, iki yüzüncü metresinde ayrı pano yapmaya bir engel yok. Bazı uzun damarlar üzerinde farklı ocaklar bile kurulabiliyor. İşte, girdiğiniz yerden eğimin çalışmayı imkansız hale getirdiği noktaya kadar üç ayrı ayak katı oluşturuyorsunuz otuz metre kalınlığındaki damarda: Tavan, orta, taban. Yani ayak, her panoda doğrudan kömür üretimi yapılan küçük koridor ceplerin adı. Küçük deyince, ayakkabı numaram nedeniyle benim ayak hakkında minimalist önyargılarım yok ama sizi bunların büyüklüğü konusunda hataya sevk etmek istemem; yüz metreyi bulanı var.
Tavan en üst dilim demek doğal olarak. Üstten başlayarak üç katı da çıkarttıktan sonra yarattığınız boşluğu çökertip damara bir başka yerden girmek üzere yeni pano açıyorsunuz.
Eğer eğim, ayağın hepsini -ya da çoğunu- lokomotif kılıklı bir makineyle almanıza izin veriyorsa “Mekanize Ayak” diyorlar. Seksen metreye kadar uzayabiliyor anladığım kadarıyla bunlar. Yok eğer dinamitle patlata patlata işçiye çıkarttıracaksanız kömürü, yüz yirmi metreye kadar uzatabiliyorsunuz bu üretim koridorunu. Buna da “Klasik Ayak” deniyor. Tam adı şöyle bu modelin: “Dilimli Çok Katlı Arkadan Göçertmeli Uzun Ayak”. Pek şiirsel değilse de tanımlayıcı olduğunu kabul edin. “Yalancı Kaplumbağa Çorbası” türünden bir belirsizlik yok en azından. Bu bol sıfatlı tamlamanın sonuna ihtiyaca göre mekanize, yarı mekanize veya klasik ekleyip servis ediyorsunuz. Öbüründe de kaplumbağa mı çorba mı yalancı yani? İlginç.
“Ee, yarı-mekanizeyi anlatmadın?” diyecekler için çok önemli bir yaşam tecrübesine işaret edebilirim. Bir meseleyi çözmenin birbirine karşıt iki ortodoks yolu bulunduğunda -kabul edersiniz ki tek yol varsa zaten ortada mesele yoktur- hiç istisnasız üçüncü bir yol aradan sırıtır: ‘’Biraz öyle biraz böyle yapsak?” Bıyık bu nedenle yarı-mekanizeye oportünist ayak diyor. Gayet kârlı ve aynı oranda sulandırılmış üçüncü seçenekler utanmazlıkmış ona göre. Bağlantıyı doğru kuruyorsam “Tek Yol Devrim” diyen solcularla “Parlamenter Demokrasi” diyen solcuları iki farklı ortodoks ayak kabul edersek, “biraz parlamento, biraz devrim” seçeneği oportünist sayılıyor. Ya da bu gibi bir şey. İlgim artsa da zorluk çok henüz solcu literatüründe, yanımda konuşulurken kaptığım kadar işte. Orta yolculuğu teorik açıdan itici bulmasını anlayabilirim ama maden işletmecisi olsa pratik açıdan onun da karşı çıkabileceğini sanmam. Aynı anda diz üstü bilgisayar, tablet, telefon, e-kitap okuyucu, harici disk ve yedek şarj ünitesini çantasında taşıyabilen tiplerden. İhtiyaç, kibrin başlıca düşmanıdır; ağır çanta da kas iskelet sisteminin. İlkini biz biliyoruz, ikinciyi de o yaşlandıkça öğrenecek. “Medio tutissimus Ibis” derler: Orta yol en güvenlisidir. Elektrik üretilmek zorunda.
Alihan içerde koca haritayı rulo yaptırırken, Derviş yangın eğrisini anlattı kapının önünde. Anladığım şudur: İkide iki!
Kömür damarının içindeki ayakta üretim yapılırken damarın bize dönük yüzüne Ayna deniyor. Kömürden ayna! Simsiyah duvar yani, dil bile çıkaramazsın. Belki de aynalarla özel ilişkim nedeniyle bana öyle gelmiştir ama ilginç yani işte. Bu aynaya kalın matkapla delikler açılıp dinamit yerleştiriliyor. Herkes güvenlik koridorunun arkasına çekildikten sonra Topçu patlatıyor dinamitleri. Bu arkadaş da kurumsal rüzgar gülü gibi defter tutmakla yükümlü maden esnafından sayıldığından cilt cilt topçu defteri var dosyada. Ocakta patlatılan her dinamit kaydediliyor. Toz duman dağıldıktan sonra işçiler ayağa tekrar girip patarın parçaladığı kömürü bandın üzerine atmak için topluyorlar. Anayollarda sürekli çalışan o koca sabit konveyör değil yalnız bu bant. Toplanan kömürü ayak içinde taşıyan, zincirli, daha küçük bir şey. Ayağın işi bitince sökülüp yenisine kuruluyor olabilir.
Bu çapta modern tekniğe ısınmak kolay değil benim açımdan. Hukuk tekniği sanki önümüzdeki meseleyi yeterince gündelik yaşamdan uzaklaştırmıyormuş gibi bir de teknolojiyle boğuşmak gerekiyor. Anayoldaki konveyör nehrine ayaklardan akan küçük kömür dereleri diye pastoral benzetmeler yapıyorum yalnızken. Belki köylüden dönme işçiler de öyle yapıyordur.
Her neyse. Pekiyi patlamanın ortaya çıkardığı toz duman nereye gider? Çekiyoruz pipetten. Yol boyundaki sabit sensörlere pik yaptıra yaptıra ilerleyip fan tarafından emildiği ocak çıkışından atılıyor. Yerine girişten çekilen temiz hava yetişince, ocaktaki patar karbonmonoksitinden kurtulup yeniden kişi başına 3m³/dk’lık taze nefese kavuşuyoruz.
Derviş uzun ayaklarda dumanın çekilmesi için on-on beş dakika beklemek gerekebileceğini söylüyor. Olması gereken bu en azından. O kadar beklemek işi yavaşlatıp üretimi azaltacağından pratikte hiç de böyle yürümediğine dair bir araba laf dinledikten sonra ilgimi çeken tek soruyu sorabildim.
“O sensörlerdeki sürekli pikler, çok dinamit atıldığı anlamına mı geliyor yoksa yangın mı var?’’
Derviş açık konuştu.
Küpe takmayan sakallıların önemli bir ortak özelliği olduğunu düşünüyorum açık konuşmanın. Örneğin Roza küpeli erkeklerden hiç rahatsız olmaz, gerçi sakal yoksa ben de olmuyorum galiba, sakal karıştırıyor bendeki devreleri. Onun tezine göre, bir erkek küpe takmışsa evlenmeye hazır demektir. Ne alâka? Çünkü kendisi için bile olsa bir mücevher satın almayı başarmış ve acıyı tatmıştır. Kulak deldirme acısı gibi sade bir kahramanlığın, Roza’yla evlenmek için hazırlık kabul edilemeyeceği kesin olmakla birlikte, internetten öğrendiğini tahmin ettiğim bu aforizmaları çok ciddiye alır. Unutuncaya kadar. Onun unutması bir haftadan uzun sürmese de benim aklımda kalıyor işte. Benim lanetim de bu. Neyse, yok bunun küpesi diyorum.
‘’Geriye doğru binlerce sensör verisi inceledim İnayet, metan veya oksijen değerlerini sonra konuşuruz ama karbonmonoksit sensörlerinin ölçtüğü, patar piki gerçekten…’’
“Vay, vay!” diyebildim.
“Yangın esnasında ölçülen karbonmonoksit miktarı yavaş ama istikrarlı bir biçimde artmak zorunda. Yükselen bir yangın eğrisi oluşuyor. Bir kere başlayınca müdahale edilmeden sönmez yangın, eğrinin de devam etmesi lazım yükselmeye…”
“Ama çok pik var, saatlerce beş yüzün üzerinde kaldığı oluyor” dedim sağlama almak için.
“Kaç kez pik yaparsa yapsın, devamında kendiliğinden değerleri düşen sensörler, dinamit karbonmonoksiti ölçmüş; çok kirli zaten hava özellikle ‘’S” panolarında, söylüyorum sana…”
Bırak şimdi kirli havayı : Skandal! Haklı yani Müntehir. Bıyık yüzünden artık sonsuza kadar böyle herhalde bu adamcağızın adı. Savcılık bilirkişisi karbonmonoksit tablolarını da yanlış okumuş yani!
“Ee, herkes biliyor mu bunu?” diye biraz korkarak soruyorum bu sefer. En önemli iddiamızın kusurlu olduğunu bilen küçük bir azınlıksak Cosa Nostra kuralları geçerlidir herhalde : Omerta! Konuşanı öldürüyor olabilirler. O havada değil neyse ki:
‘’Biz biliyoruz” dedi sakin sakin. “Onlar zaten farkındadır herhalde, hâkimin çözmesi de çok uzun sürmez…’’
Dedemin cezalandırıcı dini hassasiyetlerini boşverip ananemin kayırmacılığıyla Müntehir yerine Rahmetli diyesim geliyor adama. Üçte üç! Z raporumun hava miktarı, sıcaklık ve patar piki maddelerine mavi birer tik atıyorum. İster miydi bilmiyorum ama rahmet hak edecek kadar anlıyormuş bu işlerden, özgüveni boş değilmiş.
Ufukta beliren masumiyet, gözümü yelken direğine çivilenmiş İspanyol Altını gibi kamaştırmaktayken Ahab’ın üçüncü kaptanı müdahale ediyor:
“Yine de o madenin bir yerinde yangın olmadığı anlamına gelmez. Kimyasal bu yangınlar İnayet, alevsiz. Gazı sensörlere yakalatmadan yukarı sızdıracak bir yol bulduysa yıllarca fark edilmeden yanabilir…”
‘’Eh yani! Ne zaman konuşacağız varsa öyle bir şey?”
Olabilir, yanabilir türünden genellemeler yerine yanan yeni göstermezlerse bunu da “kolay ispatlanmış” sayarım. Gösteremiyor Stubb. Şimdi ikinci kaptan Nergiz’dir diye buna üçüncü dedim ama emin olamıyorum adından. Starbuck da olabilir. Öyle bir şeydi yani. Hiç değilse içilecek seviyede kahveye ulaşmak mecburiyetindesin İnayet, çık çarşıya bağır gerekirse!
“Ayrı bir konu o. Sondaj yapmak lâzım, kapatılmış eski panolarda bazı sorunlar…’’
İçeriden yardım için seslenerek kestiler konuşmayı. Fazla ihtimalli görünmeye başlamıştı zaten gözüme. Ruloyu sırtlayıp çıktık dükkândan. Fiyatı duyunca dudağım uçukladı. İran halısı mı bu yahu!? Metrekare fiyatıyla gayrimenkul sahibi olunur. Dilimin ucuna geldi:
“Onu yapın bunu basın… ” diyen Bıyık parasını da veriyor mu bari bunların diye? Neyse, asıl soru şu yani; midye gibi yapışmış kalmış adam buraya aylardır, parayı nereden kazanıyor? Saç Kurutma makinesinin kalitesinden yola çıkarsak bunları karın tokluğuna çalıştırıyordur kesin.
Birisi önden diğeri arkadan omuzladığı için ruloyu, ben ortada kaldım. Attım elimi ama omzum değmiyor, uzun bunlar benden. Herhalde dik değil de yatay duruyor olsaydım, yol arkadaşından çok ormandan köye taşınan ava benzeyecektim bu iki yabaninin arasında. Öğretmenevine gelince ayrılıyoruz; eve gidecek onlar. İkisine birden yaftayı yapıştırdığıma bakmayın, biri yabani sadece. Zarif Alihan;
“Ben de buraya döneceğim, gel istersen bir çay içelim evde, beraber döneriz…” diyor ama daha resmi bir davete ihtiyacım olduğuna karar veriyorum o ev açısından. En azından ev sakinlerinden birinin çağırması lazım ilk sefer için. Derviş çağırmak yerine el sallıyor, aklı haritada; sakalı gereksiz uzun bence zaten. Alihan’ınki daha hoş. Nergiz’le Melike’ye selam söylüyorum. Bıyık’ı katmadım hiç. “Bana selam söylemedi mi?” diye soracak tiplerden değil. Fuzuli mazot yakmayalım. Çağatay Bey vardı, kapıcımız. Nisan ayından başlayarak haftada bir kez ananemi yakalayıp; “Artık kapatsak kaloriferi, fuzuli mazot yakmayalım’’ derdi. Ananem asla ciddiye almazdı adamı. Sıcak sevdiğinden değil, adamın adı yüzünden. O yaşta bir kapıcının adının Çağatay olmasında onu rahatsız eden bir tını vardı. Cidden, arkasından bile olsa “Çağatay Efendi” derken huzursuzlukla yüzü buruşurdu. Olmuyor işte! “Hasan efendi, Mehmet efendi” tadı yok. Öyle diyemediğinden “O adamın doğduğu tarihte bilinmiyordu bir kere öyle bir isim, sonradan almış olsa gerek…” demek zorunda kalmıştı. Bundan on beş sene önce elli yaşlarında olmalıydı Çağatay Bey. İsmin, isimlerin sadece kaderle değil sınıfla da ilgili olabileceği şüphesine izin vermeyecek gariplikte olduğundan, ne Cengiz Han’ın soylu ikinci oğlunu ne de on beşinci yüzyıldan bu yana bu isimle anılan dili kabul ettirmem mümkün olmuştu ananeme.
Saat ilerlemiş iyice. Mutsuz kapıcımı bulup uyandırmalıyım, merdiveni bana açması için. Adını bilmiyorum, konuşmaz hiç. Fuzuli mazot yaktırdığın için mutsuz adam belki de İnayet? Mümkün. Esas Bıyık’ın çağırması lâzım bence, gidilmez yoksa. Aniden Derviş geri dönüp sesleniyor; tamamdır bu iş! Anladı ayıp ettiğini, eve çağıracak. Sakala takılmamak lâzım; bu da ev ortağı olduğuna göre fazla kapris yapmadan…
“Şuna bir baksana” diye kesiyor düşüncemi.
Ruloyu sırtından bırakmadan sırt çantasından kitap çıkarmayı başarmış. Uzanıyorum mecburen; bakayım tabii, işimiz kitap bizim, siz gidin evde harita partisine. Dönüp gittiler gerçekten.
Eski püskü bir şey kitap, ayrıntılı bakamadım, ışık az burada. Şu adamı bulup merdiveni açtırman lâzım. Dürüst olmak gerekirse -sokak lambası yanıyor ışık değil de- heves az şu anda. Çok büyülü kırılmalar yaşanır ikisinde de bildiğiniz gibi. Seversin yalnızlığı sen İnayet, icat çıkarma başımıza akşamları lütfen. İkinci oluyor bugün. Sabah çamaşır teslimi de ümit vericiydi, tam davet edilmek üzereyken potadan sektim. “Direkten döndüm”ün durumu daha iyi anlattığını kabul ediyorum; futbolla mesafemi korumaya çalıştığım için öyle dedim. Futbol da dine benziyor biraz, gerçekten ilgisi olsun olmasın her konuyu futbol terimleriyle açıklayabiliyor insanlar. Erkek insanlar daha çok ama kadınlarda da yaygınlaştı. Üniseks şapka.
Sabah dereotlu poğaça macerasından duruşmaya giderken -evet Xebat salondaydı- bir yerlerde sorun olduğunu hissetmeye başlamıştım zaten. Futbol değil din diyorum, şu serinlik konusu. Bizi dinlemeyen Tanrı işte. Duymayanla dinlemeyen arasında bir fark tarif edilmesi gerekiyordu. Hiç değilse dualarımızı duyacak kadar bile bizi dinlemeyen Tanrı’nın bizi yargılaması garip olabilir gerçekten.
‘’Tanrım, bizi kendi suretinde yarattın ama suret eşitlik demek değildir. Bize ses verdin ama kendine kulak vermemişsin, gidiyoruz…” Ne tirattır ama! Icomale’yi kuraklık nedeniyle terk ederken kilisesini arkada bırakan Rahip Pasqual öyle der. Yok burada da yağmur falan. Tamamen uydurmuyorsam, kuruyup susuzluktan çatlamış toprağa da işer protesto etmek için yola çıkmadan. Yok benim öyle militan öfkelerim. Yola çıkmama var daha. Tövbeye bile gerek yok, çünkü bizzat kendisi tarafından yaratılmış hafıza nedeniyle geliyor bunlar hep aklıma. David Toscana tövbe etsin uydurduğu rahibin saygısızlığı için. Aslında senin kadar gerçek o rahip, hepsi gerçek, yoksa nasıl bu kadar uzun yaşasınlar hafızanda? Tamam, tövbe yine de.
Girdim dün gece içeri elbette sonunda, yakıldı yani o fuzuli mazot. Adam normal bir biçimde mutsuzdu, başka bir durum varsa da ben göremedim. Nijerya Köy Cemaati tanrıları ve teolojik tenis maçına gelirsek bayağı karıştı o iş; set sayımı iptal ettim -Bayan Bonaparte’ın kulakları çınlasın- ama Bıyık’ın da bugünkü kural dışı servisi nedeniyle tövbe etmesi gerekebilir.
Anlatırım, ilginçti.
Kitaba, kursakta kalmış hevesin izin verdiği kadar şöyle bir göz attım yatakta. Madencilikle ilgili. Güzel kelime yine de. Ev diyorum. Sırf öyle isimlendirdikleri için saçmalıyorum belki. Kendi kaybettiğini başkasında seyretme arzusu. Çağataycası haset olabilir.
Aslında Rahip Pasqual yanılıyor; dua asla karşılık bulmamalı belki de. En azından benimki kadar dengesiz dualar. Eğer karşılık bulursa dua olmaktan çıkıp diyaloğa dönüşür ve bırakalım mahcubiyeti, elalemin evine bir göz atmak uğruna kendini Tanrı’yla konuşurken bulmak hiç tercih edeceğimiz bir hal olmayabilir.