OCAĞIN ARABI
Havaalanı servisi sahil yolundaki sıkışıklığa takıldı. Reklam panolarına bakıyorum hayretle; hepsi değişmiş! Gerçi “pano” bile aynı anlamı taşımıyorken artık benim için neye şaşırıyorum? İstanbul’a döndüm.
Sadece on altı gün sonra kentin benden bu kadar uzaklaşmış olması zoruma gitti hafiften. Yabancılık çekiyorum. Reklam panoları önemlidir. Beatriz Viterbo’nun ölümünü izleyen ilk anlarda, meydanda değişmiş gördüğü panoya bakarak hüzünlenen adamı anlatır Borges; “… çünkü bu küçük değişikliğin sonsuz değişimler dizisinin ilki olduğunu sezmiştim, ucu bucağı olmayan duraksız evren Beatriz’den uzaklaşmaya başlamıştı bile…”
Alef böyle başlar. Uçak, eğer inmek yerine düşmeyi tercih etseydi yoktu bu panolar benim için. Hiç olmayacaktı yani İstanbul’un bu hali; uzaklaşmaya başlamıştı evren.
İstanbul’da kaçırdıkları aktarma nedeniyle bir gün önce vazgeçtikleri uçuşun yerine binmişler o uçağa annemle babam. İlkini değiştirmemiş olsalar sağdılar şimdi. Bir daha yirmi yıl hiç Van uçağı düşmedi. Artık profesör olmuş yardımcı doçentler gelip gidiyordu belki hâlâ? Tam da bu nedenle yedi yaşımda dedem tarafından bindirildiğim ilk uçaktan beri hava yollarıyla hep ciddi bir ilişkim oldu. Programlarıma sadık kaldım.
O ilk uçuş, annemle babamın ölüm yıldönümünde -aynı sefer sayılı bir başka uçakta yapılmış Ankara aktarmalı İstanbul-Van seyahatiydi. Ananem binmeyi asla kabul etmediği gibi benim bindirilmemi engellemek için de elinden geleni yaptı. Birkaç ay küs kaldılar dedemle.
Beni pencere kenarına oturtup sırasıyla Nemrut Krater Gölü’nü, Süphan Dağı’nı, Van Gölü’nü ve annemin uçağının çarptığı Erek Dağı’nı aynı sükûnetle gösterip anlattı dedem. Sefer aynı saatte olduğu için, üç yıl öncenin kaza anında alçaldık ve dağın etrafından göle doğru döndük. Havaalanına gölün üzerinden yaklaşılıyor. İlk uçağın sis nedeniyle yapamadığı manevra buydu. Dedem saatine baktı, arkasına yaslandı ve “işte böyle İnayetçiğim” dedi.
Size çok acımasız gelmiş olabilir; yöntemleri değişikti ama beni severdi. Ona göre yeterince büyümüştüm. Ya şimdi aşardım ya da hayatım boyunca uçaktan korkup rüyalarımda bu anı yaşardım. Belli bir açıdan bakıldığında haklı da çıktı. Giderken biraz korktuğumu kabul ediyorum ama dönüş uçağında, hayatında ilk defa otlu peynir yemiş, büyük bir mutlulukla, ortada sadece iki seçenek bulunduğuna ve ikisinin de birbirinden güzel göründüğüne inanan yedi yaşındaki torununu İstanbul’a geri götürüyordu: Uçak iner ananeme ya da uçar düşer anneme kavuşurdum. Sorunum yok yani uçağa binmekte.
Uzun yıllar arka tekerler piste sürtünceye kadar hangisini tercih ettiğimden tam emin olamadım; sonra da kadere bıraktım işi. Annem şimdi nerededir bilmiyorum? Ucu bucağı olmayan duraksız evren uzaklaşmıştır herhalde ikisinden de yeterince. Gitsem bulmak zor olabilir artık her neredelerse.
Alihan’la beni İzmir havaalanına bırakırken bununla ilgili bir hikâye anlattı Bıyık. Uçaklarla ilişkimden konuşuyorduk.
Pek geri durmamışsın uçağa binmekten, nasıl baş ettin?” diye sordu Alihan.
“Lades oynarken aklında tutmak gibi” dedim. Bilmiyormuş şiiri:
“Uzayacağa benzer
Tutuştuğumuz lades.
İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nazır
Bir eve taşındım.
Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!”
Uçağa değil trene binseydim yolculuk için, başka bir insan mı olurdum acaba? Havaalanlarının kapısından girmeyi reddetseydim mesela? Sanmam. Tavuk kemiğinin diğer ucundan uçak tutmuyor herhalde; biliyorum ben kiminle iddialaştığımı. Tövbe de İnayet: Tövbe.
Alihan sormadı şiir kimin diye, ben de Necatigil demedim. Söylensin yüksek sesle diye yazıldığına göre, kalabalıkta şiir okumakta intihal tehlikesi bulunmadığına mı ikna oldum acaba bununla geze geze? Yok. Kimse sormazsa, belki. O zaman anlattı işte Bıyık.
Hazret-i Ebubekir, yıkılacak gibi bel vermiş duvarın yanında yürümesi gerekince yolun karşısına geçmiş. Etrafındakiler; “Kaderinden mi kaçıyorsun? Olur olacaksa, kaçılmaz” demişler halifeye. “Allah’ın bir kaderinden, başka bir kaderine kaçtım” demiş. Ne güzel. Öyle yaptım ben galiba geçen hafta sonu. Sadece halife hikâyelerinden müteşekkil -ilgim artıyor bu kelimeye, içimi gıcıklıyor- bir kitap bastırmayı düşünmez misiniz, diye eğlendim biraz; sonra da aklımda tutum işte her zamanki gibi. “Fena fikir değil” dedi kitap için.
Alihan’ın arabası da kiralıkmış bu arada; Bıyık’a bıraktık. Üç dört gün daha oralarda. Kınık’a, Savaştepe’ye, Soma’ya gidecek. Dün gelen bir dolu genç avukat, mühendis ve ne iş yaptıklarını bilemediğim insan var yanında.
Niye evine gitmez bu adam, karısını da mı özlemez bilemiyorum. Belki küstürler. Doktor bile var aralarında. Kalabalığı diyorum. Neyle uğraştıklarını öğrenemedim. Çok merak ettim de denemez; kendi dertlerim var. Dert demeyelim de elim kolum dolu. Orada bir şeyler bıraktım, buraya bir şeyler getirdim işte.
Xebat’la konuştuk. Asıl derdi çok olan o. Aynı olaydan hem taziye hem tutuklu var ailede, bir yere kıpırdayamıyor.
“Senin için ne anlama geliyor bilmiyorum ama ben çok sevindim gitmediğine” dedi. Bir şey söylemedim. Vedalaşırken Nergiz’e;
“Karmakarışık nedenleri var gitmekten vazgeçmemin, çoğu kendimle ilgili; umarım fazla üstüne alınmaz” dedim. O söyler, konuşuyorlar.
“İyi çocuk” dedi.
Otuzlarının ilk yarısındadır, belki en fazla ortasında bu kadın. Yaşla değil saçla ilgili olabilir bizden sürekli çocuklar diye söz etmesi. Yeterince büyüdüğüme ikna olursam ben de çok kısa kestirmeye karar verdim bir gün.
Birisi için “iyi adamdır” denilince, dedem; “Cami mi yaptırmış?” diye sorardı. Erken yaşta kazandığı Alman çalışma kültürü nedeniyle işinde iyi olmak dışında genel bir “iyi insan” kavramına yabancıydı. Öyle der Almanlar: “İyi insan olmak meslek değildir”. Sen işini düzgün yap, boş lafı bırak anlamında olabilir.
“Bekleyip anlayış gösterecektir; yine de kolay vazgeçeceğini sanmam İnayet” dedi Nergiz. “O niyeymiş?”
“Güzelin senin kadar akıllısını bulmak zordur, uğraşsın biraz kaçırmamak için…”
“Göründüğü kadar değil ikisi de” diyorum. Gülüşüyoruz.
İnayet kuzusu ve annesinin peşindeyim. Ne toplantıya ne de duruşmaya geldiler. Sordum, köyde iş zamanı şimdi, gelememiştir dediler. Kayınpederinin evinde kalıyormuş hâlâ, şaşırdım biraz. Bulacağım gidince. Orada da burada da çok iş var: İş zamanı!
Kapattığım yerleri kontrol edip ananemi görmeliyim. Roza aranacak. Melike de döndü benden bir gün önce, belki görüşürüz. Mühendisin Kitabı’yla, kırtasiyeden döndüğümüz gece Derviş’in verdiği Zonguldak kitabı yanımda. Akşamları çalışabilmeyi umuyorum.
Şehir korkutsa da çatı tanıdık neyse yeterince. Biraz havasız, faturalar gelmiş, kargo bildirimleri var – abone olduğum dergiler olabilir- açtım her yeri. Balkondan boğazı seyretmeyi özlemişim. Kahve makinemi, kütüphanemi; buraya teras denmesi daha doğru olabilir; geniş balkonun üstü açık çünkü. En üst kattayız.
İki yıl olacak önümüzdeki ay buraya taşınalı. Dedem’den bir süre sonra evden hiçbir şey almadan çıkıp geldim. Sonradan getirdim bir iki parça; yine de çok az eşyam var. İlk yalnız mekânım. Tahminimden hızlı alıştım, sevdim bile galiba biraz. Ev olarak değil kalacak yer olarak diyelim.
Özlem gidermeyi uzatmayıp duş aldım, üstümü değişip ananeme çıktım. Güzel bir gün var dışarıda, serin yine Akhisar’a göre. Efsane saç kurutma makinemle sadece dört dakikada kuruttum saçlarımı. Bıyık’ın kötü makinesi valizde, çıkarmadım onu. Belki kendi makinemi götürürüm dönüşte.
Odanın kapısında durup seyrettim girmeden. Yaşlandı.
Güzel hâlâ yine de. Çiçek suluyor. Hep çok canlı çiçekleri oldu, bayılır çiçeğe. O kadar sık suluyormuş ki çürümesin diye o dışarıdayken saksıları değiştirip kuru toprak koyuyoruz haftada bir dedi kadın. Özene bak. Onun için bu kadar pahalı burası. Olsun, var paramız.
Geldiğimi fark ettiğini anladıktan sonra bile önce onun konuşmasını bekliyorum; bazen hiç konuşmayabiliyor çünkü. Alzheimer benim ananem. Dedemin son yıllarında yavaş yavaş ağırlaştı. Onu kaybettikten sonra da işte, koptu film. Buraya yatırdım.
“Menekşe, girsene kızım içeri, ne bekliyorsun orada?”
“Davet edilmeyi” dedim. Davet edilmediğim evlere girmem, aile terbiyesi.
Menekşe, annem. Kendi adı Yasemin, kızının adı Menekşe olan bir kadının, İnayet isimli torunuyum yani. Papatya yahut akşam sefasının hakkını yemişim gibi hissediyorum düşününce.
İnayet.
Hiç görmediğim babaannemin adı bu. Görmedim dediğim yaşıyor hâlâ; beni göresi yok diyelim. Annemden hoşlanmamış, babama da küsmüş evlendiği için. Düğün fotoğraflarında bile yok. Ben barışma projesiyim hesapta: “Artık bırak küslüğü, bak, bebeğe senin adını koymuşlar” denince;
“Gerizekâlılar, sormuşlar mı bana, ben adımı pek mi beğeniyorum sanki? Babaannemin adıydı, kadından da adından da nefret ederim” demiş diyorlar. Barışmamış. Hayata başarısız bir proje olarak atılmışım görüldüğü gibi. Gerisi de oradan devam işte.
Teselliyi Toni Morrison’da buldum yıllar sonra. Song of Solomon. Adından hazzetmeyenlere tavsiye edebilirim. Kendi babasının ölü olduğunu nüfus cüzdanına ancak soyadı olarak yazdırmayı başarabilecek kadar okuma yazmayla işi olan kahramanımız Macon Ölü’nün üç kızından birisinin adı “1. Korintliler”dir. Adamcağız kızına isim seçmek için Kutsal Kitap’ın herhangi bir sayfasını açıp parmağını bir kelimenin üzerine koyarak yapar seçimini. Başlığa denk gelir parmak; “Pavlus’un mektupları: “Korintlilere 1. Mektup”. Kutsal bir tesadüf olduğunu varsaydığı için de vazgeçirilemez.
Morrison, mektubun konusuna hiç girmediği için ben de yapmayayım ama fuhuşla meşhur bir kent Korint, mektubun yazıldığı yıllarda demiş olayım artık size. Adınızı sevmeye çalışın diyorum, neler var.
Anlaşılabilir nedenlerle kimsenin babaannesi olmak niyetinde değilim. Bir noktada kırmak gerekir bu tip nüfus kaydından Kanzleipapier’i -aksanım düzelmiş- “Kâğıttan zincir kolay yırtılır, iste yeter ki!” Güzel söz. Kafka’ya mı Bıyık’a mı kataloglanacak? Kalsın dağınık, bakarız ileride. Onun adına sevindiğim günler oluyor. Ananemi diyorum. Kızının öldüğünü unuttuğu günler mesela, bugün gibi. Varsa yaşamının bir hedefi tutturulmuş oluyor.
Alicia Jurado’ya On Beş Mektup’un beşincisinde böyle der Borges; “Hedef unutmaktır, daha önce varmıştım”. Mektuptan mı geldi şimdi bu aklıma? Hayır. Borges günümdeyim. Aynı zamanda şair olduğunu bilmez çoğu insan; ben severim şiirlerini. Niye havaalanından beri aklımda bu adam? Olur bende bazen. Takılırım içlerinden birisine o gün, dünyayı onun gözünden görmeye karar veririm. Kör bir adam seçerseniz biraz sıkıntılı bir gün olur tabii. Görme engelli demiş kabul edin, gevşedi perhiz İstanbul’da. Yine de aslolarak unutmanın kendisi hastalık işte, hatırlayıp acı çekmeye de sağlık demek zorundayız.
Benim açımdan bazı güçlükler oldu diyebilirim. Unuttuğu için değil; hatırladığı, yani unutmayı hatırlayamadığı anlarda. İlki dehşet vericiydi. Bu yıl. Aniden başını kaldırıp ağlamaya başladı: “Öldü” diye. O an duymuş gibi. Sanki ben haber vermişim gibi yüzüme bakarak “Nasıl olabilir? Nasıl öldü?” diye sorarak ağladı uyuyuncaya kadar. Uyandığında unutmuştu. Unutmayı hatırlayabilmişti veya.
“Whatever it was about
Someday maybe
I’ll remember to forget”
der Bob Dylan;
“Artık her neydiyse konu
Günün birinde belki
Hatırlarım bunu unutmayı…”
Garip mi? Değil, var bir anlamı emin olun. Çocuğunuzun her hatırladığınızda ilk defa ölmüş olması nasıl bir acıdır bilmiyorum yahut böyle bir acıya nasıl dayanılır? Çocuğun soğuk su istediğini hatırlayıp buzdolabına bakmaya gider mi insan koydum mu diye? Atletleri katlarken gözümüz, o değilse elimiz delik arar mı yamamak için? Belki. Unutmayı hatırlamak gerekebilir yaşamaya devam etmek için yahut asla unutmayacağından bir an için bile aklından çıkamayacağından emin olmak. Dava böyle bir etki yaratıyordur diye umuyorum. Yaşamını sürdürebilmek için bir davaya sahip olmak o yüzden gerekli belki de.
Japonca Sumire, Menekşe demektir. Sputnik Sevgilim’in çatlak Sumire’sini sırf şu laf yüzünden çok severim; “Eğer mükemmel olmayan yaşamlarımızdan, tüm bu boşa harcanmışlıkları çıkaracak olursak yaşamlarımız mükemmel olmama özelliğini bile yitirir…” Elbette Murakami gibi soğuk nevaleden yaşam dersleri çıkarmamıza gerek yok, ben de yapmıyorum; Menekşe yüzünden kaldı aklımda.
Seviyorum ayrıca yaşamayı, yok bir sorunum. Varsa da herkes kadar işte.
Üç saatten fazla oturdum. Kocamı daha sık yemeğe getirmemi ve gebeliğime dikkat etmemi söyledi. Bamya yapacakmış yarın. Öptü uğurlarken, ben de uzun uzun sarıldım. Son derece sağlıklı ve endişesiz görünüyordu. Arada hiç konuşmadığımız bir buçuk saati saymıyorum; yere taşırarak çiçek suladı o sırada. Bir de hiç tanımadığım Mukaddes isimli bir kadının yerine -on dakika kadar- azarlandım. Yanlış anlamadıysam bebek “zıbınları” üzerine. Ne işe yaradığı konusunda hiçbir fikrim yok.
Dönmeden önce eski eve uğradım.
İki daire birleşik bu koca katı ne kadar daha açık tutabileceğimden emin değilim. Her şey yolunda görünüyordu. Mobilyayı geçtim, binlerce kitap nasıl tasfiye edilebilir? Güvenli bir bina en azından – dedem yaptı sonuçta- ve haftada bir, benim için temizleyip kapatıyorlar. Her hafta mutlaka uğrarım kitap almak veya bırakmak için. Kanada’ya gitmiş olsaydım burası da Roza’ya teslimdi. Çok geldi lisede, sever burayı. Roza’yı, Melike’yi aradım. Melike çalışıyormuş, hafta sonundan önce uygun olmayacak. Roza; “Yarın akşam sende olayım” dediği için boşum artık. Kahvecime uğrayıp yarım kilo kadar az kavrulmuş taze çekirdek aldım makinede çekmek için, çatıya döndüm.
Aransalar iyi olacak beş altı kişi daha var: Akhisar’da cevapsız bıraktıklarım. Sonra. Bugün değil. Yoruldum.
Küçük kitabımı bitireyim hiç değilse diye terasa yerleştim. Eski evden getirdiğim en önemli mobilya, okuma koltuğum. Ayak uzatılabilir bir eklentisi var. Okurken ayağımın birisini uzatma alışkanlığımın da kaynağı kendisi; ayağımın yetişmediği zamandan beri üzerindeyim. Yüzyılın başında İngiltere’de yapılmış. Dedemin “Arts and Crafts” merakından kalma. Bunun değil de geçen yüzyılın başı tabii ama babaanne olmayı gözüme kestirsem birkaç İnayet kuşağını daha okutur. Çok sağlamdır. Ahmet Naim Çıladır yazarın adı. O da geçen yüzyıldan kalma, soyadı kanunundan önce yazıp çizdikleri bile varmış. Hem solculuk hem de gazetecilik nedeniyle madenlerle yakından ilgilenmiş. Nefis anıları ve tadı tam damağıma uygun bir dili var. Taşkömürü elbette burası. Bazı benzerlikler fark edebiliyorum.
Uzandım kahvemi alıp.
Desandre yok, kuyudan asansörle iniyoruz. Kaçıncı bant boyu beli değil; korkarım bant, konveyör falan da yok.
Kılçık bacaya dönülecek kurveye geldik. Eh, bu “curve” den; viraj, kıvrım falan. Fiilse kıvrılmak ama bu sanki sapağın başı gibi, isim yani. Kılçık da kestirme anlamına geliyor olabilir, bizimkinde öyle. Madende baca deniyorsa yatay olabileceğine alışacaksınız evvela. Madene alışılacak. Alışamadım önceleri, diyor.
Alışamadım. Alışırsın. Başımdaki tepe lambasının solukça aydınlattığı dar bir dehlizdeyim. Yürürken başımı sallamamaya gayret ediyorum. Çünkü başımla birlikte bütün dünya hareket ediyor gibi. Işık çalkalanıyor. İlginç. Yukarıdaki halimiz de o değil mi? Yani kim başını çevirmediği yeri görüyor ki; acılar, ölümler, çalkalanıyor dünya. Pek de farklı değil ama korkutucu sanki biraz. Adamı gördüm sonra kurveyi geçince; duvara yakın duruyor. Beyaz tulum giymiş, çok bol. Kazması elinde. Yaklaşıyorum, tulum değil üstündeki, kazma da yok. Sopa belki! Boyundan uzun. “Geri bas! Ateş nefes kütleyecek!” diyor. O ne? Bir iki adım daha atıyorum. “Sen orada güvendeysen ben de olurum” diye geçiriyorum içimden. Anladı aklımdakini. Gülümsüyor. Dişleri bembeyaz. Belki yüzü kömür tozundan kararmış olduğu için öyle görünüyordur. Sigara içmediği kesin. Yasak zaten, metan var burada! Ateş nefes o işte: Grizu. Bir adım daha. Kömür tozu falan değil. Uzun etekli beyaz elbisesi kafa lambamın ışığında altın rengi yansımalar yaratıyor. Zenci bu adam! Gözlerinin akı dişlerinden fazla parlıyor. Duruyorum. Çok uzun boylu.
“Saçının rengine bakılacak olursa alev yalamış senin kafanı zaten…” diyor. Şimdi kızdım. Nakıs iki yüz ellide bile peşimi bırakmadı bu iş. “Ayıp. Öyle söylenmez” diyorum. Zenci dedin sen de adama; Toni Morrison’dan utan. Dedemin zenci bir arkadaşı vardı evimize gelen. “Arap Süleyman Bey” Arap falan değil tabii ki, ananemin icadı o isim. Belki Habeş; sanat tarihi profesörü. Ananem yüzünden hepimiz öyle diyoruz. “Arap değil Xebat” diyorum. Sesini çıkarmıyor dedem, arkasından diyoruz sadece, yüzüne “Süleyman Bey”. Fotoğrafın arabı anlamında, negatif. Kendisi hiç öyle değildir ama çok pozitif bir adam. Hep güler. Damla sakızı getirir bir de. Çok şey öğretmiştir bana. Osmanlı Donanması, Sakız Adası’nı 1566’da fethetti mesela.
“Ocağın Arabı!” diye bağırıyorum, sesim çıkmıyor. Koş. Spor salonundan yatakhaneye giden yoldaki depoya benziyor tünel; karanlık, uzun. Koşarak geçmeye çalışıyorum, içimden sayarak. Dokuzda kapı.
Nakıs, eksi demek değil mi? Hani kot hesabına göre denizi sıfır kabul ediyorduk?
“Ocak, denizin iki yüz elli metre altında zaten, Zonguldak burası” diyor Hasan Paşa. Gramer Hasan Paşa. Kulağımın dibinde aniden söylediği için sıçrıyorum. Çalkalanıyor. Lamba tepende olamaz, yağlı el lambaları vardı o zaman. Tepemde ama başını öne eğmezsen bastığın yeri nasıl göreceksin? Antrenman lobutlarıyla sağlık toplarını koyduğumuz sandık var, takla kasası aslında, içi boş, çarparsın dizini.
Çarpmam. Hep çarparsın, karanlık, say, say, dokuzda kapı. Telaştan bacaya giriyorum; yatay değil! Dikmiş bu. Kaydım artık aşağı. Düştüm.
Allah cezanı vermesin senin Derviş. Düştüm koltuktan, uyandım. Dirseğim kötü acıdı. Sırf beni eve davet etmemek için gece yarısı üzerime attığın kitap yüzünden terastan düşüyordum. Düşülmez, korkuluk var yani de uyumuşum ben burada okurken.
Gülmeye başladım düştüğüm yerden. Gördün ocağın Arabını, iflah olmazsın sen artık diye. Hep yalnızken görülürmüş. İki kişi birlikte gören yok diyor, materyalist Ahmet Naim. İki kişi olunca ev oluyor, vardı benim de eskiden, çağırma bakalım sen. Hava kararmış. Üşümüşüm. İçeri girip ışığı açtım.
Yüzünü göremedim ama esas adamım Hasan Paşa. Tam benlikmiş. 1896 yılının Maden-i Hümayun Nâzırı. İngilizcesi çok iyi olup düzgün konuşulmasına merakından geliyor lakâbı: Gramer Hasan Paşa. Kurve olmaz “Körv” denecek o vakit. Tarih öncesi Zonguldak’ındayız yahu, bant yok; öyle de böyle de söylenebilir, ikisi de caizdir bence. Aralarında iki yüz elli yıl olmayaydı evlendirirdik bunları Madam Dominique’le; bozuk gramerle birbirlerini tahrik eden bir evlilik yaşamı. Erotik gramer. Ancak isme, öldüğü yılla bakarsan gayet erkek bir Cizvit rahibi Dominique, yatar o iş. Yahut neden olmasın tabii de erken sanıyorum bu işlerin resmiyet kazanması için o yüzyıl.
Esas bana “sade konuş” diyeni vereceksin Maden-i Hümayun Nâzırı’na sınav yapsın gramerden. Az kaynak kullanana yüz değnek. Elli yeter yahut: B Artı. Uçak sandviçi dışında bütün gün hiçbir şey yemediğimi fark ediyorum. Buzdolabı tam takır elbette. Kahveden başka alışveriş de yapmadım. İyi, otur kahve iç. Akhisar’da fazladan yediğin köftelere sayarsın.
“İyi senin kilon, yeni tartıldın” diyor içimden bir ses, yalnız o perhiz değildi konuştuğumuz. İşin öbür kısmının sarılmaktan ziyade tartılmaya benzediğini kabul edebilirim tabii. Dizbağı Nişanı’nın vakarını takın. Deri yelekli baskül.
Saç kurutma makinesinin kutusunu koyduğum dolabın- geceleri yemek üzere grissini depoladığım -alt rafından başlayarak dalga dalga öğretmenevi hasreti yayılıyor içime. Belki mutfakta yiyecek bir şeyler olsaydı daha hızlı atlatırdım. Açım.
Değil. Akhisar’ı özlüyorum.
Büyük boy İtalyan espresso makineme bakarak; kaçak plastik su ısıtıcımı, French Press kahveyi, hatta diş fırçası bardağından kahve içmeyi özlüyorum. İlginç. Kahve makinesini kurmaya gelen adam -süt çırpıcı ve buhar için bazı bağlantılar yapılması gerekti- “benim arabam bundan ucuz” dediği için ne kadar utandığımı hatırladım. Onu hatırlayınca da kırmızı kapüşonlu kabanımı. “Onların alacak durumu yok” açıklamasını kabul etmeyip ağlamıştım. Altı yaşında olabilirim, belki biraz daha küçük. Onlar çarşıya gidecek vakit bulamıyor diye ben niye en sevdiğim kabanımdan olayım!? “Durum”un ekonomiyle ilgisini çözebilseydim bile; “Siz ona yenisini alın, bu bende kalsın” diyebileceğim kadar düşkün olduğum kabanım. O işleri kavrayabilmem birkaç yıl sonrasına denk geliyor maalesef. Erken yerleşti sayılır yine de suçluluk.
Yoksulluk! “Voila, qu’on m’accuse; qui m’attaque la?” Bak işte bana yönelik bir suçlama! Kim bu beni suçlayan?.. O yaşta Bachelard okumuş olamayacağıma göre, yoksulluğun suçlaması altında ezilmeyi kendim keşfettim demektir. “Yoksulluğun sıkıcı yanı, görülmesidir…” diye eğlenir bizimle. Kabanlar, ayakkabılar, tırnaklar, saatler, telefonlar… Dil! Üzerinde taşınır gerçekten yoksulluk ve sizi suçlar: “Sende var, benim yok!”
Adaleti de üstünde başında taşımak gerekir mi? Utanmak?
“Utanma, bizim suçumuz değil tavşanım, evine dön” diyor Roza. Öyle demedi, “İşini bitirince eve dön” dedi. Bitmedi daha işim. “Utanıyorum ben!” demekten utanır mı insan? Mümkün işte. Dönecek bir evimiz yoksa da yatacak yerimiz var; rüyayı yakalarım belki kaldığı yerden diye yemeyi içmeyi bırakıp yatağa gidiyorum.
Sabah Roza uyandırdı.
Akşam beklemeye gerek yokmuş, buluşup “dökülen” üstüme başıma bir şeyler alacakmışız; kaftanın içine. “Cüppe” diyorum uykulu uyanık;
“Her neyse artık, çevre yolundan döndüm bile…” Aşağıda bekliyor olacakmışım kendisini.
Hızla toparlanıp çıktım.
Açık siklamen rengi dört çeker bunun suçu değil. Babası sormadan almış: “Yakışır benim güzel kızıma” yakışmış. Tektir korkarım İstanbul’da. Belki fabrikadan bile tek çıkmıştır yani; öyle “ben buradayım” diyor. Ananem görse “Buhurumeryem araba için doğru bir renk değil” derdi. Kızıl saçlıların asla mor renk giymemesi gerektiğini ve esmerlerin kırmızıdan uzak durma zorunluluğunu da ondan öğrendim: “Karaya al bağla, geç karşısına ağla”.
Adını Kızılderili kabilelerinden alan arabalar hep ilgimi çekmiştir. Araba kullanamıyorum ben. Dedemin inşaatlarına giderken kullandığı bir “Cherokee”si vardı; bu da “Cayenne”. Otomotiv endüstrisiyle hiç ilişkisi olmayan mazlum bir milletin kabile adları niye verilir bu arabalara merak konusu benim için. Artık bir de Zaza’ları merak ediyorum. Adı Zaza olan bir araba yapılırsa belki denerim öğrenmeyi. Ama önce görmem lazım. Çünkü “Tarihin Müz”ü Clio’nun adını gasp etmiş bir araba görüp dehşet hayal kırıklığı yaşamıştım. Sardalya konservesi kutusuna benziyordu.
Kahvaltı bile yapmadan alışverişe sürüklendim. Benim değil onun mağazalarında gezindiğimiz için -mümkün olan- en mazbut seçimleri yapmaya çalışıyordum.
Fiyattan çok tarzla ilgili bu söylediğim, hepsini ben ödeyeceğim dedi zaten. İtiraz etmedim. Parayla ilgili hiçbir tartışma yaşamadık küçüklüğümüzden beri. Son iki yıldır daha da garip bir haldeyiz. Dedemi toprağa verdikten bir hafta sonra, özenle benim için bırakıldığı belli olan “mali işler” klasörünün başına oturduk Roza’yla. Çalışma masasının çekmecesinden çıktı kalın klasör. Ekonomi okuyup işletme MBA’sı sahibi olduğuna göre doğru insan Roza diye düşündüm. Gerçi sanat tarihi doktorası yapmış olsaydı da onunla otururduk diye düşünmeden edemiyorum. Hep yanımdadır çünkü.
Hızlıca bir göz attıktan sonra “yeterince” param olduğuna karar verip: “Ne yapacaksın şimdi bununla?” diye sordu.
“Dursun durduğu yerde” diyebildim.
“Büyük para ama durmaz işte öyle çalışması lazım, azalır yoksa” dedi.
O kadar boş bakmışım ki “Seni portföyüme aldım. Dövizi, altını, borsayı takip et; her yıl en yüksek hangisi veriyorsa o kadar para kazanacaksın…” dedi.
Dayanamayıp sordum meraktan:
“Sen nasıl bilebiliyorsun hangisinin o yıl en çok kazandıracağını?”
“Bilmiyorum tavşanım, hangisi yüksekse yıl sonunda hesabına onu yatıracağım, bende paran…”
Söylemiş miydim hatırlamıyorum ama zengin çocuğu olmak, zaten meslektir kanaatindeyim.
“Ee, yıl içinde ne yapıyorum? Bana harçlık ver o zaman” dedim umutla. Dünyadaki en güvenli helal gelirin harçlık olduğuna inanmışımdır her zaman.
Ananemin vasisi olarak tayin edilip onu şimdiki yerine yerleştirmemden birkaç hafta sonra -nasıl olabiliyorsa- hepsi adıma çıkmış üç kredi kartı ve bir banka kartıyla geldi. O gün bu gündür ne limitlerine yaklaşabildim, ne de otomatik ödemeler ve virmanlar nedeniyle bana sormadan lâzım olan her şeyi ödeyen sistemi çözebildim.
Ananesinin vasisi olan bir torun için garibinize gidebilir ama harçlığı tercih ederdim. Güven verir insana.
Kabinlerin önüne oturmuş, giyinip soyunmamı seyrederek edepsiz yorumlar yaptığı sırada anlatıyorum Bıyık’a kahve götürdüğüm günü. Beklediğim tepkiyi vermedi.
“Direnmeyebilirim mi yoksa direnemeyebilirim mi dedi ensest baskısına?” diye sorup güldü yine de.
Gerisi daha ilginç: “Hebat’la konuştun mu?” sorusu, belki ben de Türkçe’deki ince “H” ile söylemeliyim çocuğun adını diye düşünmeme sebep oldu. Hatalı telaffuz ama sonuçta. “Gramer Hasan Paşa’dan gelince yüz değnek!”. İlginç olan, hiç merakını uyandırmamış çocuğun adını hatırlaması tabii. Nedeni şu bence; Bıyık’la ilgili konuşmak istemiyor. Hatta abartıp “Dikkat et sen yine de, önüne gelen adamla dost olmak için fazla kıvrımlısın, belli olmaz bu işler” dedi. Sarılma kısmını atlasam iyiymiş, canım sıkıldı ama uzatmadım. Bugüne kadar her şeyi anlattığım kadına birden ayıklayarak anlatmaya başlayacak halim yok. Tarttı adam sadece, baskül kadar risk var diye rahatlattım kendimi. Hani şu boy da ölçtüğü için sizden uzun olan basküller gibi. Belki de boyunun ölçüsünden hoşlanmadı Roza.
Nihayet bir şeyler atıştırdıktan sonra iç çamaşır ve ayakkabı faslı var. İç çamaşırın, dış görünüşün bir parçası olduğuna -yahut çok hızlı olabileceğine- dair inancını paylaşmadığımdan sağlam durup klasik tercihlerimi değiştirmedim. Sandalet mevsiminin bittiğine ise ikna olmak zorunda kalıyorum. Bitti yaz gerçekten.
Kalan günler hızlı geçti; Kanada’yla akademik özür yazışmaları, bebek sahibi olmayı başarmış bir lise arkadaşını ziyaret -sordum zıbını o da bilmiyor- ve korkarım benden bebek sahibi olmayı planlayan bir üniversite arkadaşıyla atlatılamamış akşam yemeği. Xebat’la ilgili çalkantılar durulmadan gayet mesafeliyim o işlere. Taze anne: “Sen bu rahibe yakasını bırakmadın mı hâlâ” dedi. Gençken de onu her tanıyanın dörtte üçüne aşina olduğu bir sağ memenin, emzirme vesilesiyle -aslında her ikisinden de yapılabiliyormuş- tamamını seyretmek zorunda kalmam nedeniyle açıldı konu. Okuldayken de Neruda’nın “noterlerle evlenen dalgın kızlar” kategorisinden sayılmazdı bu annecik. Hâlâ güzel, işin aslı genç annelik için. Aklıma teyzeliğim gelince susuyorum. Banka müfettişiymiş kocası. “İyiyim böyle” diye geçiştirmeme izin vermeyip “Çok aseksüel duruyor” dedi.
O sırada bir şey düşünmedim; sevdiğim kitapçıları gezdim, ufak tefek Akhisar alışverişleri yaptım ve sonra kahve molasında durup düşündüm: Aseksüel miyim? Haksızlık gibi göründü gözüme. Cinsellikle ilgili bir sorunum olmadığını sanıyorum. Tamamen soyunmanın özel, kısmen soyunmanın kamusal alanla ilgili olduğuna inanıyorum sadece. İlkiyle bir sorunum yok bildiğim kadarıyla; kamusal alanla ilgili olabilir demek ki hassasiyetim. Benim kamusal alanımın yaş ortalaması yüksekti standartlarım oluşurken. Bunu düşünürken dedemin “mazbut adam” tarifi geldi aklıma; “Giyindiğin evde soyunacaksın”. İlk duyduğumda sağlam bir ilke gibi gelmişti ama şimdi o kadar güvenilir görünmedi gözüme; güldüm. Özlüyorum onu.
Ananemle ilgilendim -yok bir değişiklik- ve baştan büyük ciddiyetle Mühendis’in Kitabı’nı çalıştım. Geldiğim yere kadar yok bir şey kesin.
Bıyık “Eğer katil tanımına incinmiş bir masumsa kafası çalışmıyormuş” deyip bırakabilir peşini ama ben kafasının gayet iyi çalıştığının farkındayım çocuğun. Davanın ilerisinde diyebilirim kavrayışı için. Başka bir şey arıyoruz biz; bırakmayacağım peşini. Holmes; “Görüyorsun ama gözlemlemiyorsun, aradaki fark gayet açık” diyebilirdi. Buldum belki de farkına varamadım. Bulurum tekrar, kararlıyım.
Ahmet Naim’in kitabını bitirdim.
İstanbul döneminin tek dikkat çekici buluşması Melike’ydi herhalde. Önce kitap için bir şey söyleyeyim; Derviş’in onu bana -o telaşın içinde- boşuna vermediğini tahmin ediyordum; tam da düşündüğüm gibi çıktı. Gidince konuşacağım onunla. Son pazar, Melike’yle kahvaltı yaptık sahilde. Yanında staj yaptığı avukatla çalışıyormuş. Adam ünlü bir cezacı, solcu o da. Bilmesinde gariplik yok yani bu işleri. Yine de Akhisar’da nasıl bu kadar iyi ekip çalışması çıkarabildiklerini sordum. “Dernekten alışkınız, bir sürü toplu dava takip ediyoruz” dedi. Sevgilideki “uzatmalı” hissinde yanılmamışım, okuldan beri beraberlermiş. Evlilik? “Bakacağız sonra” diyor.
Bıyık’la ilişkilenmekteki zorluğumu konuştuk;
“Çok kolaylaştıran bir adamdır aslında işleri, takılma sen her söylediğine” dedi. Roza’nın pek “kolay” bir adam olmadığını düşündüğünü söyledim gülerek. Laf olsun diye bile gülümsemeden, tane tane;
“İkisi de harika insanlardır; tanısa Betül ablayı da sever. Yalnız tersinden emin değilim, arkadaşın çok tarzı değil Betül ablanın” dedi. Betül, Bıyık’ın karısı. Geç anlayan birisi değilimdir, kaptım yani vurguyu ama yine dayanamayıp sordum:
“Ne kadar az görüşüyorlar, araları mı açık biraz?”
“Hayır, koşullar izin vermiyor, yoldalar sürekli ikisi de. Ayrı hapishanelerde yattıkları dönemde bir sene hiç görüşmediler alışkın onlar…” dedi.
İlginç oldu.
Yüzde elli tutturdum diyelim yine; açık gözle bu sefer. Melike’nin Roza hassasiyeti, kendisini aileden kabul etmesinden kaynaklanan bir korumacılık gerçekten. İşin diğer tarafı eksik bilgi. Araları açık değil; ilişkileri uzaktan gücünü kaybetmiyor. Beni, alyans taktığı elinden çok akik taşlı yüzük tarafı ilgilendiriyor zaten: Dizbağı. Dost olacağız biz. Kırıp dökmeden becerebilirsek yani.
Yola çıkmadan ananemi gördüm tekrar. Üç saat oturduk. Hiç konuşmadı. Saksılar değişmiş. Çiçekler gayet mutlu.
Akhisar’a dönüyorum.