BÖLÜM 18: BALA BULANMIŞ AĞIZ TIKACI
Sinek uçsa duyarız salonda.
Nefes bile almıyor kimse diyebilirim. Tanık dinliyoruz. Öyle böyle tanık değil ama Mucize Adam!
İki yüz altmış beş ölünün arasından çıkıp geldi. S panosu sabah vardiyasından -neredeyse- tek sağ çıkan bu adam ocaktan. Rashomon’u düşünüyorum.
Konuşma sırası ölüde şimdi. Ağır tanık. Ölmedi ama o korkunç günden sonra hala aynı adam mıdır bilemiyoruz tabii. Belki de şaman olmuştur, bize o adamın yaşadıklarını anlatacaktır.
Derviş’le bıraktığımız yerden “yalancı” tanıklık üzerine düşünmeye devam ettim. Kitap kaldı bende.
Kuzucuğu ayaküstü görebildim çünkü biz kaldıkları yere giderken çarşıda karşılaştık. Alışveriş yapıyorlar. Öğretmen bir kadın var yanlarında; duruşmalarda görüyorum hep.
Kollarımı açınca hiç itirazsız kucağıma gelip sarıldı. Saçımla oynamaya başladı. Uzun uzun koklayıp öptüm kulağından. Roza’nın hediyesi valizde; ikimiz için de erken daha bence. Üzerinde çizgili tırtıkları olan bebek bisküvisi gibi kokuyor. Adını hatırlayamadım. Parlak gri bir paketi vardı. Duruşmada buluşmaya karar verdik. Annesinin kucağına geri gitmeyip yere inmek istedi, bıraktım ben de. Ayrılmak o kadar yoğun bir boşluk duygusu yarattı ki sadece kısa bir an, Derviş’i kucaklamanın iyi gelip gelmeyeceği geçti aklımdan. Saçma tabii. Yapmadım zaten.
Stajda tanıkla ilgili anlatılan dersi düşünüyorum: “Tanıklar ya doğruyu söyler anlattıracaksınız ya da yalan söyler yakalayacaksınız…” İki ihtimal yani. Başka bir şey kalmamış aklımda. Aynı konuda dinlenecek üç yüz tanığınız varsa hiçbir işe yaramıyor bu sade formül maalesef. Melike’nin çok daha karmaşık bir algoritması var o nedenle. Anlatacağım.
“Keşfe doğru ancak…” diye nazlananlar da dâhil herkes gelmiş. Nergiz, Melike, İzmir ekibi, Bıyık; Derviş’le ben erkenciydik zaten. Böyle işte bizim Akhisar’ımız. Siren sesi gibi çağrısı, karşı koyamazsın. Katılan tarafta otuzdan fazla avukat var; sanıklar ve müdafiler de tam takım hazır. Sadece bu bile tanığın önemini göstermeye yeter. Bıyık dün geldi aslında ama henüz görüşemedik, bütün gün Adliye’de mahkeme kalemindeydi. Dosyaya yeni gelen evrakı tarıyorlar, heyetle de görüşmüş olabilir duruşma öncesi.
Melike’ye göre tanıklar “on iki” üzerinden puanlanıyor. Öncesinde sıkı bir hazırlık gerekiyor yalnız. Savcılıkta -geçen sene- hepsi birer kez dinlenmiş zaten; ifadeleri elimizde. Hazırlık ona göre yapılıyor. Kim? Nerede çalışmış? Olay günü neredeymiş? Ne söyleyebilir? Herkesin sayfalarca notu var. Küçük ekipten bir tek Alihan yok; onun el yazısını da tanıyorum kenar notları arasında. Gerçekten çok emek vermiş bu insanlar dosyaya.
Katliamı hemen izleyen soruşturmanın ilk aşamalarında sorumlu savcı tarafından bir soru listesi hazırlandığını tahmin ediyorum. Büyük ihtimalle birkaç konuşkan tanığı dinledikten sonra hazırlamıştır şablonu. Seri dinlemeler başlayınca, ek olarak görevlendirilmiş savcılara kopyalayıp dağıtılmış anlaşıldığı kadarıyla. Hepsi, herkese aynı soruları sormuş çünkü; tesadüf olamaz. On iki oradan geliyor.
Yalnız işin kötü tarafı, belki yorgun kâtiplerce belki de bizzat sıkılan savcılar tarafından çoğu kez cevapların da kopyalanmış olması. Hem de yazım hatalarına kadar. Melike’nin aşırı dikkat ve hassasiyetinin bir nedeni de bu olabilir. Asla emin olamıyorsunuz karşınıza neyin çıkacağından.
En faydalı tanık, ocaktaki sorunlara ilişkin tüm geçmiş ifadelerini tekrar eden gibi gelmişti bana. “On ikide on ikiciler” diyor Melike ama inanmayacaksınız sıfır puan veriyor.
“Sorsan Turgut Özal’ı da bu şirket öldürdü diyecekler, hissedemiyor musun seslerindeki düşmanlığı?” diyor. Akşamüzeri televizyondaydı adam, oğlunu diyorum, örnek ordan düştü aklına. Babaları ölen erkek çocuklar, ölümle aralarında artık kimsenin kalmadığını fark edip “sıra bana geldi” diye paniklermiş. Bu da muhtemelen aynı nedenle “ölmedi öldürüldü” diye makul katil adayları bulmaya çalışıyor yılardır. Yaratıcı buluyorum ben ama faydasız bir yaratıcılık elbette.
Kız çocuklarda ebeveyn kaybı farklı yaşanır. Her neyse, haydi ben acemiyim, bizim sıfır puanlı faydasızları mahkeme başkanının ayırt ettiği kesin Melike’ye göre.
Hakikaten “Yargılayıp ne yapacaksınız!? Verin bize asalım bahçedeki çitlembik ağacına!” duygusu fark edilmeyecek gibi değil bu tanıklar konuşurken. Çalıştıkları yerle ilgili bir iki teknik sorudan sonra, bilmeleri mümkün olmayan konularda da büyük bir özgüvenle şirketi suçlamaya devam ettiklerini görünce, Başkan kısa kesip işaret koyuyor yanlarına. Onunkini göremiyorum ama Melike’ninki daire içinde alınmış Roma rakamıyla on iki.
Zamanla, çoğunun içeriden babasını, kardeşini veya çok sevdiği insanları eliyle çıkarmış; yaralı, öfkeli, işsiz Paşa vardiyasından geldiğini anlıyorum. Sabah vardiyasının sonunda çıktı yangın. Kendi mesai sıralarını beklerken katliamı izleyen ve orada hazır oldukları için kurtarma çalışmalarının ana gövdesini oluşturan ekipti Paşa vardiyası. Ocak kapalı şimdi, herkes işsiz. Hepsi badem gözlü.
Diğerlerinin puanlaması cevaplar üzerinden yapılıyor.
“Eğitim falan yapılmıyordu, ben almadım”; “Hayır karbonmonoksit maskesi çalışmıyordu, kontrolü de yapılmıyordu”; “Tahlisiye tatbikatı görmedik”; “Maskenin nasıl çalışacağını bilmiyordum, hiç kullanmadım”; “Taşeron var tabii, olmaz mı?” on ikilik soru dizisinin işe yarar bazı cevaplarına örnekler.
Taraflı mı göründüm biraz? Değil. “Bilmiyorum” diyenler zaten puan dışı; “Hayır her şey yolundaydı” diyenler elbette negatif puanlanabilir ancak yok denecek kadar azlar. Esas zorluk şirket aleyhine yüzlerce ifadenin birbirlerine göre önem sıralarının belirlenmesinde. Önümüzdeki her olguya tek tek bakıyoruz kısacası. Tam olarak yangının patladığı yerde bulundukları -ve tabii sağ çıkabildikleri- için özel önem atfedilen yirmi kadar özel tanığı saymazsak ortalama tanık sorgusunun çerçevesi budur.
Derviş’in panik şaltercisiyle bantçıları işte o özel tanıklardan. Onlar için ayrı çalışma yapılıyor, birkaç kez daha dinlenme ihtimalleri var. Melike’nin favorisi; savcıların beş altı sorusuna ideal cevaplar verip, bilmediklerine de “Bilmiyorum” diyenler. Özellikle heyecanlanıp dizimi sıktığı örnekler oluyor;
“İşe girmeden önce üniversitede verilen kursun sonunda test sınavı yapılıp belge veriliyormuş yeni gelen işçilere, doğru mu?” sorusuna;
“Doğrudur, imzalayıp aldık ama okuma yazmam yok benim.” diyen tanık mesela! Ee, neyin testini çözdürdünüz siz adama yani? Veya “Taşeron var mı burada?” diye soruluyor;
“Taşeron yok. Dayıbaşı İhsan aldı beni işe, onun ekibindeyim” diyen -Derviş’in kulakları çınlasın- “Taşeron var” diyenden bile makbul Melike için.
“Yeterli malzeme veriliyor muydu işiniz için?” sorusuna; “Bizde eksik malzeme olmaz. Bulamayınca söküp kullanıyorduk eski panolardan.” diyen adamcağız benim bile takdirimi kazandı diyebilirim. Göçer tabii o eski pano, çok sakat iş.
Tanıktan beklenen -bizim beklediğimiz yani en azından- şirketi suçlaması değil durumu olabildiğince açıklıkla ve görgüsüne dayanarak tarif etmesi. Şirketi suçlamak isteyenin işine yarayacak olan da bu zaten.
Mucize Adam’ın üzerimizde “çoklu patar” etkisi yaratmasının sebebi bu oldu işte. Madenci karısı gibi benimsedim literatürü cümle içinde kullanıyorum yalnız, bomba etkisi yarattı diyorum adam. Dondu kaldı herkes.
Melike’nin yüzündeki şoku görebiliyorum; çok önemliydi bu tanık onun için. Sağlı sollu geldi darbeler; “Yangın falan görmedim, sıcaklık normaldi, çalıştığımız için terliyorduk…”
“Maske kullanmayı öğrettiler, çalıştı benim maskem.”
“Şirketin işçisiyim ben, duymadım taşeron…”
“Hayır, olağanüstü bir durum yoktu, her zamanki gibi bir gündü.”
“Basınçlı hava borusunu delip oradan hava emdim, tahlisiye ekibi gelip kurtardı sonra…”
“Burnunuza takılı maske mandalını çıkarmayın dedim, beni dinlemediler, çıkarmasalar kurtulabilirlerdi.”
Çok sessizdi Bıyık adamı dinlerken. Bizim taraftaki avukatlardan dayanamayıp laf atanlar oldu “Doğru söyle!” diye. Yalan dinlemek yalan söylemekten zordur derler. Ayaklı mucize dönmedi bile sesin geldiği yöne; iki eliyle tanık kürsüsünün ahşap parmaklıklarını tutup sıkmış, eklemlerinin bembeyaz olduğunu görebiliyorum oturduğum yerden. Hafif hafif sallanıyor konuşurken. “Rüzgârdaki dal gibi” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Şaman dans ederek anlatıyor ölünün öyküsünü. Mahkeme başkanı çok kibar, kelimeleri seçmenin öneminin farkında. Yine de gerçeği öğrenmeye çalışmaktan vazgeçmiş değil. Empati denemez o yüzden, belki eğitimli bir ısrar. Simone Weil; “Hiçbir şey, ince nükteler sıralayarak zarif bir dil konuşan yargıç karşısında kekeleyen bir zavallıyı görmek kadar korkunç değildir” der. O seviyenin sınırındayız. Geçmiyor çizgiyi, tamamladı sorguyu. Dayandı adam.
Sorgu bitince Nergiz kalkıp doğrudan soruya başladı. Eşitsiz bir an daha. Bir tarafta ülkenin en parlak avukat derneğinin “tanığa doğrudan soru sorma” eğitimi veren yöneticisi, diğer tarafta ölümden dönmüş, bitkin görünen, yalınkat bir adam. Ve söylediklerinin büyük çoğunluğu yalan muhtemelen. Sert oldu karşılaşmaları.
Nergiz devam ederken koptu salon.
Gözüm Melike’nin listesinde olduğu için ilk pet şişenin fırlatılışını görmedim. Iska. Daha ilk şişe yere düşmeden Bıyık yerinden sıçrayıp adamın önüne geçmişti. İkinciyi kafaya yiyişini gayet net gördüm o yüzden. Söylemiştim sanıyorum, kafasının vücudundaki en narin yer olmadığı gözle görülebildiğinden o anda fazla endişelenmediğimi hatırlıyorum.
Sonrası çok kötüydü gerçekten.
Avukatların sarılmasıyla falan yatıştırılamayacak haldeki aileleri çevik kuvvet polisi salondan çıkarmak zorunda kaldı. Kargaşanın içinden Bıyık’ın bağırdığını duyuyorum;
“Yoksulu yoksula mı kırdıracaksınız? Atmayın! Bu mu öldürdü çocuklarınızı? Atmayın!…”
Salondan gelen en kibar yorum: “Geberseymiş keşke orada!” dersem daha iyi anlaşılabilir ortam. Sinir krizi geçirenler var. Bariyeri geçmeye başaranlara: “Bana vurun!” diye bağırıyor Bıyık; hiçbir savunma refleksi göstermeden. Ellerini -biraz da arkasındakini korumak için- iki yana indirip hafif geriye doğru uzatmış. Kontrolünü kaybetmiş gibi görünüyor yine de. Mucize tanık -ufak tefek bir adam zaten- arkasına saklanıp belinden sarılmış Bıyık’a. Korktuğu için mi yoksa sadece ayakta kalabilmek için mi tutunuyor; emin olamıyorum. Bitik durumda. Polis kucaklayıp sanık avukatlarıyla birlikte çıkarıyor yan kapıdan. Sanıklar, zaten ilk şişeler havalandığında jandarma tarafından kaçırılıyor genellikle.
Adamın sağ salim çıkışını gördükten sonra, önce salonda Nergiz’le sonra da dalga dalga sürüklenerek çıktığımız bahçede ailelerle tartıştı bağıra çağıra. Nergiz sakinleştirmeye çalışıyordu aslında;
“Sormayacak mıyız bunu da? Yalan söylüyor adam…” diye.
“Abi sakinleş” diyenler var.
Melike yanımda hala; onun tanığa öfkesi geçmemiş daha;
“Yerüstünde iş vermişler buna, şirketin depo görevlisi olmuş, işi kaybetmemek için yapıyor bu rezilliği” dedi. Her göz kırpışı çakmaktaşına çelik sürter gibi kıvılcım çıkarıyor. Dışarıda iyice tatsızlaştı durum.
Her taraf cam kırığı. Polis yüklenince kanatlı fuaye kapısı patladı eski tiyatro salonunun.
“Sen niye araya giriyorsun!?” diye kızan kadınlara;
“Sizinki ölmeseydi, sabah tanıklığa gönderirken nasıl uğurlayacaktınız kapıdan?” diye bağırıyor. Anlamıyorum ne anlatmaya çalıştığını. Kimse kimseyi dinlemiyor zaten.
“Ölen öldü diyecektiniz. Git attır kendini işten, çocuklara ben bakarım mı diyecektiniz? Denmez! Ölen öldü diyecektiniz…”
Sesi çok yüksek. Ailelerle bu şekilde ilişkilenmesine alışık değiliz hiç birimiz.
“Benim asabımı bozma! Ahlaksız mıyız biz bunun gibi?” diyor elleri titreyen yaşlı bir kadın.
“Yoksula ahlak lâzım değil, ekmek lazım” diyor Bıyık.
Ayağındaki lastik ayakkabıya ve el örmesi hırkasından görünen triko kazağın sökülmüş yakasına bakıyorum kadının. Ağlamaktan korkuyorum şimdi. Başörtüsü omzuna kaymış, kına var beyaz saçında.
“Defol git gözümün önünden! Avukatlığımı da yapma benim” dedi kadın. Bayıldı sonra da zaten. Diz çöküyorum başı basamaklara vurmasın diye. Çok bayılan var. Normal günlerde de bir ambulansla sağlık ekibi bekliyor salonun önünde; birkaç tane olmuş şimdi görebildiğim. Çoğu yaşlı bu insanların, sıradan seyrini bile kaldıramadıkları oluyor duruşmanın. Yanımızdan koşarak inip çıkanları görmeden hissediyorum.
Takip edemiyorum artık konuşulanı; ağlayanlar, bağıranlar var her tarafta. Bedduaları ayırt edebiliyorum arada. Öfkeden ağlıyorlar. Bıyık’ı da sakinleştirememişler. Kalıyorum ben basamaklarda, dizim kadının başının altında, sağlıkçı bekliyorum. Kalkamam.
“Ölüsü gelmişti! Adam ölüydü zaten! Ölümüzü de mi bize dövdürecekler?” diyor koluna giren Derviş’e. Çok yüksek hala sesi. Yavaş ama istikrarlı bir basınçla çıkarıyor Derviş Bıyık’ı kalabalıktan. Sesini duymaya devam ediyorum; anlaşılmıyor, uzaklaştırdılar.
Bahçe durulmadı akşama kadar. Aileleri tekrar salona almadılar. Mübaşır kırılan kapıların camlarını süpürüyor. Alınmayınca kapının önünde bağırıp çağırdılar. Yorulunca da oturup beklediler duruşmanın bitmesini.
Bıyık dönmedi.
Tahmin edebiliyorum nerede olduğunu. Mahkeme başkanı bir tanık daha dinledikten sonra, keşifle ilgili ara kararlarını yazdırıp bitirdi duruşmayı. Onun da tadı yok; iyi idare etti sayılır. Sık sık kürsünün önünde toplanan avukatlarla tartıştı, ailelere küstü ve sanıkların “Hayatımız tehlikede!” iddialarını pek katılmadığını belli eden bir yüz ifadesiyle dinleyip “salondaki güvenlik tedbirlerinin” yeterli olduğunu bildirdi. Sanık müdafilerinin geçmişte de davayı başka bir kente nakledebilmek için bu iddiayı ileri sürdüklerini öğrendim sonradan. İşin aslı, mahkeme heyetinin davayı fazla ciddiye almasından hoşlanmıyor olmaları büyük ihtimalle. Yoksa hayati bir tehlike ancak bu kalp ve yüksek tansiyon hastası insanlar için söz konusu olabilir; turp gibi sanıklar için değil.
Bıyık’ın arkasını toplamak Nergiz’e kaldı. Ailelerle ilgilenip sakinleştirdi herkesi; giremedikleri duruşmayı anlattı; yatıştı biraz insanlar. Kızgın olanlar var Bıyık’a. Nergiz izin vermiyor; “Öyle söylenir mi ablacım, çok üzüldü söylediğine…” diyor. Açık yalan. Kadın bayıldıktan sonra bile beş dakika bağırdı Bıyık, götürülünceye kadar. Üzüntü demek zor ona biraz.
Yorgun kadıncağız; “Oğlum o benim, üzülmeyiversin; ona bağırma, buna bağırma, ben kime bağıracağım?” dedi yazık. Ayılınca Bıyık’ı sormuş sürekli; “Gelsin barışalım, kurban olurum ben ona, gitmem yoksa…” diye ısrar etti Nergiz öyle deyince. Geliniyle kocası da onu götürdü sonunda. Bitti nihayet. Herkes gergin, benim eklemlerim yanıyor adrenalinden. Huzursuz bir kalabalık toplandı akşamüzeri öğretmenevinin bahçesinde. Serin artık ama oturulur bir ay daha, Ege’deyiz sonuçta.
Tahmin ettiğim gibi ıhlamurun altındaki sandalyesinde Bıyık. Geç kaldım ben toplantıya. Bütün o yürek sarsıntısından sonra yılmayıp kuzuyla annesini buldum. Sadece zarar görmüş olabileceklerinden korktuğum için değil, daha çok vakit geçirmek istiyorum kızla. Yine ayaküstü sohbet edip bir kere daha sözleştik. Ben gittiğimde Nergiz konuşuyordu;
“Anladık biz senin ne dediğini, bir de sen bizi dinlesen? İşe alınmasına kızdı insanlar, işsiz herkes…”
“İş nedir?! Bala bulanmış ağız tıkacı; nefes bile alamıyordu o adam!” diyor.
Boş bir sandalye çekip Melike’nin yanına ilişirken; “Neymiş o tıkaç?” diye sordum. Benden yana doğru eğilip kısık sesle;
“Adama depoda verdikleri iş için diyor…” dedi.
İlginç lafmış.
Balla ilgili deyimler genellikle Fransızca kökenlidir ama bunu ilk defa duydum. Hafif midem bulandı ağzıma sıkıştırılmış ballı bez hayal edince. Ben gelinceye kadar, başka tanıklara genelleştirilmemek şartıyla -hatta galiba sadece bu adam için- Bıyık’ın tutumuna anlayış gösterilebileceğine karar verilmiş gördüğüm kadarıyla. “Anlıyoruz seni” diyenler var. Ben anlamadım. Ama “geçti gitti, sakinleş biraz” diyenlere katılıyorum. Sakinleşmiş sayılır zaten.
Dağılacak gibiyiz artık.
Mahkemenin akşam açıkladığı ara kararları görmediği için tutanağı ona bırakıyorlar. Tahminlerinden erken verildi keşif günü, hazırlık için programını değiştirip kalanlar var sanıyorum. Dinlenmek için ayrılanlar dışında, karşımdaki kıpırtıdan bir akşam organizasyonu planlayanlar da olabileceğini hissediyorum. Meraklı bakışım Melike tarafından cevaplanıyor.
“Akşam bir şeyler içmeye gidelim diyoruz, birazdan gelip alırım seni”
“Tamam” diyorum.
Kaldık yine ıhlamurun altında Bıyık’la. Kafiyesiziz, serbest vezin. Hava karardı. Dejavu da yok. İpi takılı gözlük masanın üzerinde katlanmış duruyor. Sarmış ipi. Bunalmış. Ara kararları okuyup kâğıdı katladığını görünceye kadar bekledim.
“İyi misiniz?”
Baktı kafayı kaldırıp. Dedemden yaşlı görünüyor. Göz altları morarmış hafif. Pet şişenin isabet ettiği yer kızarmış. Şişlik yok; kalın kafalıyız. Ne çok saçı var bu adamın bu yaşta? Dağılmış görünüyor iyice,karmakarışık. Hiç beyazı yok ama.
“Adam o cehennemden sağ kurtulmaktansa ölmüş olmayı tercih etti bugün İnayet.”
İlk defa -bugün çok ilk var gerçi- bu ölçüde melankolik bir ifadeye rastlıyorum suratında. Bu kadarı günah olabilir: Acedia. Bu arada, buldum Müslümanların günah listelerini karşılaştırdım; anlatırım, peşindeyim o işin bırakmadım yani. Roza bile listenin favori günahlarına ikna edemediğine göre, günah olarak sadece kibre alışkınım Bıyık’ta. Sevmedim melankoliyi. İyice deli gibi görünmesin diye, sağa sola dağılmış saçlarını elimle düzeltme isteğini bastırıp:
“Hangi duruma düşerse düşsün, yaşamak daha güzel diye avunacaktır bu geceyi atlattığında” diyorum. Çalıyor içimde şarkı: “Başımıza gelen bütün bu şeyler, dünyada olmamaktan daha iyi…” söylemedim o kadarını. Küçükken güzeldi sesim -ding dang dong- şimdi kendim bile katlanamıyorum. Şarkı sevmeye engel değil tabii ki.
İddialaşamayacak kadar yorgun bu da;
“Sen de haklısın” dedi. Eliyle yüzünü sıvazlayıp, yine sönmüş pipoyu yaktı. Yüzünden değil kafandan geçirsen o eli de saçın düzene girse biraz ne güzel olacak. Cesaretimi toplayıp uyaracağım bir gün: “Yapmayın şunu, üşenmeyip yenisini doldurun veya verin ben temizleyip doldurayım” diye. Çok yaptım dedem için. Bugün pek nasihat dinleme havasında olmayabileceğini fark ettiğimden erteliyorum.
“Görüyorsun yoksuldan yana olmak zor değil, yoksuldan yana kalabilmekte zorluk var.”
Yanlış anlayıp;
“Çok üzüldü o kadıncağız, sizi aradı gidene kadar” diyorum.
“Merak etme, elini öperim yarın barışırız, onu söylemiyorum”
“Ne, o zaman?”
“Germinal’i ne zaman okudun?”
Okudun mu diye sormuyor; ne zaman okudun diye soruyor. Gururlandım azıcık, övgü gibi hissettim niyeyse.
“Üniversite birinci sınıfta”
“Edebiyatta mı hukukta mı?”
“Edebiyat” Ne alâkası varsa?
“İhtiyarın kızın boğazını sıktığı sahne üzerinde düşündün mü okurken?” Aha. Onun için sordu. Sahneyi edebiyat niyetine okumakla hukuksal okuma arasında fark gözetiyor. Yok bence fark, yakın birbirine o işler.
“Hiç hatırlamıyorum” dedim.
Öyle deyince “Üzerine düşündüğümü hatırlamıyorum” gibi durdu ama sahneyi hatırlamıyorum. Derviş’in ahı tuttu. Aynı kitaptan ayna gibi kendisine bakıyor herkes demek ki. Kitabı okudun mu yerine kitapta ne okudun diye sorulması gerekiyor herhalde bu durumda.
Bende bir karşılığı olmadığını görünce vazgeçti ihtiyar katilden. Ölüyor o kız, hatırladım gibi şimdi, ikisi de ölüyor. Yok başka bir şey bende kalan.
“Seremoni’yi seyrettin mi?”
“Chabrol mü?” Hayır. Ünlüdür ama gerçekten. Klasik kabul edilir. “Duydum sadece” diyorum Chabrol’e kafa sallayınca. Neyse ki Derviş’in bilgisayarında yatıyordur o film bunun aklına düştüyse. Beraber adet görme meselesi. Seyrederim yarın. Kahvemiz olsaydı şimdi diye huysuzlandım kendi kendime. Masadaki gölgeler koyulaştı iyice. Yakmadılar bahçenin ışıklarını. O karanlıkta, sakin sakin önce Germinal’deki ihtiyarın -Bonnemort’muş adı- hikâyesini, sonra da filmi anlatıyor.
Anlamak için anlatmak zorunda olan insanların tercih ettiği kısa, kalın fırça darbeleriyle hikâyelerin üzerinden hızla geçip birkaç sahneyi renklendiriyor sadece. Bütün roman o sayfa için yazılmış, bütün film o sahne için çekilmiş gibi duruyor böyle anlatınca. Seviyorum dinlemeyi ama bugün biraz korkutucu görünüyor.
“Orta sınıf ahlakına ters düşecek şeyi yaptığında zordur yoksulun yanında kalmak, yoksa ne var acıyıp da sevmeye, utanarak yapıyor onu yapabilen herkes zaten…” dedi bitince. Bittiyse.
Bu haliyle yeni ve karanlık ufuklar beliriyor. Sadece masa karanlık olduğu için de öyle hissediyor olabilirim. “Utanma tavşanım” diyor Roza, “bizim suçumuz değil, dön sen evine”. Utanmaktan çok korktum sanki bu sefer.
“Dönmeyeceğim”
İçimden söylemediğimi yüzündeki ifadeyi görünce anlıyorum. Sormadı bir şey. Onun yerine;
“Lütfen çizmelerinizi çıkartın! Ambulans burası; deseydi hemşire…” Hiç iyi değil gözündeki ışık. Tekinsiz yani evvela. Biraz daha aydınlık olsaydı bahçe.
“… Arkadaşlarım geberiyor boğularak aşağıda, yediririm sana çizmeyi deyip saldırsaydı seninki…”. Yeni haliyle canlandı gözümde sahne. Allah cezanı vermesin senin adam, o nasıl bir fantezi acaba?
“… klip gibi döndürecek miydi yine televizyonlar?” dedi.
Anladım ne dediğini. Deli bu adam tamamen.
“Sanmıyorum” diyebildim.
Sevimsiz yoksul! Senin iyiliğin için hijyen açısından söyledi onu hemşiranım. Yine de sığınabilmek için umduğumdan çok silik ve uzaktan geliyor gibi sağduyunun sesi.
“Terbiyeli yoksul seviyor herkes. Yalancısıyla katiline ben düşkünüm sadece herhalde” diyor.
“Though this be madness, yet there is method in’t”. Öyle der müstakbel kayınpederi Hamlet’e: “Bu delilik olsa da yine de içinde bir yöntem saklı…”. İlginçtir; Holmes da deliliğin içinde bir düzen ortaya çıkabileceğine inanır. İngilizlerin yönetme merakındandır belki. Sağduyuyu tercih ederim ben.
Bonnemort’du Seremoni’ydi derken hasar vermiş olabilir sağduyuma bu yöntem sahibi deli. “Güzel ölüm” demek Bonnemort. Katliamın ilk günlerinde, aklı sıra öfkeli aileleri sakinleştirmek için “güzel öldüler” demiş bakan. “Çok acı çekmediler” gibi bir şey kastetmeye çalıştı muhtemelen. Delirmiş tabii herkes. Bıyık’ın güzel ölümü farklı biraz; yoksulun ölümünden çok öldürmesine odaklanıyor korkarım. Adamın en gergin telinden çekmişiz o gün. Ucuz atlatmışım diye seviniyorum. Bugünkü tepkisine bakılınca, yetim hassasiyetime de vurabilirmiş piyango. Cesurum yine de hala; dostuz biz -iyi arkadaş anlamında kullanıyorum-. İnsan dostlarına cesaret borçludur, deli bile olsalar.
“Bırakalım yalan mı söylesin?” diye sordum.
“Nergiz’e mahkemede yalan söylemek haddine mi düşmüş! Kim ki o adam? Yapamazdı zaten. Ama sınırı var her şeyin.”
“Siz de söylüyorsunuz, mahkemedeyiz işte, gerçeği arıyoruz yoksullar için. O değil miydi sınırımız?”
“Yoksulun boğazına basıp doğruyu söyletmek için linç edelim o zaman. Söyletiriz kendi gerçeğimizi; onun doğrusu bile değil…”
Gerçek diyorum be adam! “Kendi gerçeğimiz” nedir? Bu sefer ben “Quid est veritas?” demek istedim. Anlıyorum galiba artık niye diline pelesenk ettiğini. Kabullenemiyorum şimdilik. Susuyoruz. Zor bir gün oldu. Davaya ilgisini kayıp mı ediyor acaba bu deli?
“Baktın mı?” diyor önüne katlanmış mahkeme tutanağını bana doğru iterek.
“Yok. Ben İnayet’in annesiyle program yapmaya çalışırken aldı arkadaşlar.” İnayet’i anlatayım biraz, değiştirelim konuyu.
“İyi, bak bari”
“Okurum akşam” diye hiç göz atmadan alıyorum çantama koymak için. Serinledi iyice hava.
“Şimdi bak!”
Germeyelim daha fazla ortamı diye açıyorum kağıdın katını. “Lütfen” deseydi bari denecek zaman değil. Bıyıklı Hamlet. Dengesi bozuldu dağ gibi adamın.
Sıradan bir tutanak. Tutukluluk devam. Ara kararlar. Adım var; duruşmaya katılan avukatlar… değil. Ara karar bunlar. Allah’ım sen büyüksün! Keşfe katılacak avukatlar listesinde adım. Elim ayağıma dolanıyor. Şaşırdım. Korktum. Budur sürpriz!
“Anna’nın mektubuna razıydım ben…” diye geveliyorum. Çok sevindim galiba, bastırdı korkumu. Fark etmedi bile ne dediğimi.
“Bitmedi daha yalnız o iş, toplantıda bizimkilere anlatmak lâzım sebebini; kızdılar bugün bana, kolay olmaz” diyor.
Eyvahlar olsun! Kendisi karar verip yapmış kimseye danışmadan. Bittim ben. Başımız iyice belada o zaman. Gitmemeye karar veriyorum akşam her ne yapacaklarsa ki Melike bitti tepemde; “kalk hadi gidiyoruz” diye.
Bıyık oralı değil hiç. Gelmeyecek. Şimdi mahvoldum diye geçiyor içimden. Ara kararları almış önümden, tekrar bakıyor; görüyorsa tabii baktığı yeri. Tepe lambası bunun için işte, bastığın yeri değil baktığın yeri görüyorsun. Öyle tercih ediyorsan tabii.
Kalktığımı hissedince, kafayı kaldırıp;
“Boş ver Anna’yı, Jean Valjean’a yazalım mektup, aklını başına toplasın, olmaz o kafayla…” diyor.
Sormadı bile bu sefer okudun mu diye. Sefiller. Mösyö Valjean’a gerek yok, seviyorum ben yoksulun ahlaklısını; kucağımda yattı bugün senin bayılttığın zavallı kadıncağız demek istedim. Ama karışık kafam biraz. O kadar uzun cümle çıkmayabilir.
“İyi olun siz, görüşürüz yarın” diyebildim kestirmeden.
Melike bir şey anlatmadığı için Bıyık’la konuşmamızı düşünüyorum yolda. Kadın “Kurban olurum ben ona, gitmem getirmezseniz” dedi. Tanrı gibi yoksullar da sadece azizlerle ve günahkarlarla aşk yaşayabiliyor herhalde. Şiddet şefkatle iç içe geçmiş. Senin gibi terbiyeli Bebek sakinlerine göre olmayabilir bu dünya.
Yoksula karşı işlenmiş günahı kınamak azizin, yoksulu ayağa kaldırıp kendi günahının faili yapmak şeytanın işi gibi görünüyor. Aziz mi günahkâr mı olduğunu bilemiyorum tabii bu delinin. Kendisinin de bildiğini sanmam.
Sen derdinle ilgilen İnayet. Cehenneme iniyorsun.
Melike üstünü değişmiş.
Makyaj mı var kızın yüzünde acaba diye bakıyorum yandan; bugünkü öfke pembeleştirmiştir belki yanaklarını.
Güzel bu zaten; öfkeliyken özel olarak ışıldıyor sadece.