İnayet

BÖLÜM 28: YENİ HAYAT

Uyanışım pek yeniden doğuşuma yakışacak kalitede olmadı. Belim tutulmuş, ayaklarım su toplamış ve ağzım bu kadar kuruduğuna göre bütün gece horlamışım yorgunluktan. 

Neden filmlerdeki gibi olmaz ki bu işler? Yeni Hayat diyorum. Erken doğumdu belki? Prematüre sancıları çekiyorum. Saçmalama. Üşüdün sadece dün, sızlanmayı kesip kalk. Çok yoğun bir gün olacak.

Gece geç saatlere kadar keşif anlattırdılar; iyi ki not almışım. Herkesin -beni saymazsan- dosyaya nasıl hâkim olduğunu gördüm bir kere daha. Tarif ettiğim her yerin, her şeyin adı söylendi, dosyadaki önemi tartışıldı. Ne ekip ama! Çok iyi avukat bunlar. Bunu daha önce söylemiş olabilirim. Söylemediysem, kesin bilgi.

Bıyık -elbette- hiç yardımcı olmadı keşif gözcülüğü raporuma. Sadece Derviş’le onu ilgilendirdiği anlaşılan meseleleri fısır fısır çekiştirdiler gece boyunca. Anlamadık ne konuştuklarını. Olsun. Dinler gibi yapıp, bitince de “mükemmel” notlarım için teşekkür etti. Eh, o kadar değildiyse bile fena durmadı gerçekten anlatırken. Pişman olmadı kimse madene inmeme izin verdikleri için. Siparişleri de teslim ettim.

Gözüne çakılmış tekinsiz ışıltıyı ve bazı yeni hezeyanlarını saymazsak sağlığı tamamen düzelmiş görünüyor. Bol bol vanilya buharı püskürttü yüzümüze; sonra da bir laf yumurtlayıp bugüne olağanüstü toplantı konulmasına yol açtı! Anlatacağım anlatmasına da dönse çiçekle Latakya harmanına keşke şu adam; vanilya dokunuyor olabilir bunun akıl sağlığına. Çıktım yataktan.

Bende ışıltı falan yok maalesef. Ayna bakışım bile ruhsuz; yansımıyor Yeni Hayat. Dişlerimi fırçaladım, Pilgrim duası ettim, dil çıkardım. Nedense geleneksel törenlerim aşınmış göründü biraz gözüme. Var yani bir yavanlık. “Gelenek aptalların yasasıdır” derler. Doğru olabilir. Sabah sabah tek kişilik ülkemin yasadışı örgüt üyesi olamayacağıma göre, iyi vatandaş sıfatıyla kitapta ne yazıyorsa yaptım yine de hepsini. Kendiniz bile koymuş olsanız, kanunlara uymak rahatlatıcıdır. Özellikle “birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde”. Var böyle bir laf gerçekten, ne anlama geliyorsa artık. Yani ayrılık ve çatışmaya ihtiyaç duyduğumuz günün geldiğini nasıl anlayacağız? Bilmiyoruz.

Ben daha çok bazı cevaplara ihtiyaç duyuyorum bu sabah. Klasik sorumuz: “Bu adam niye intihar etti?” Yeni sorumuz: “Öbür adam benden ne istiyor?” Yel Değirmenleri Savaşı için askere çağrıldığım duygusunu aşabilirsem Bıyık’la konuşulacak ikisi de.

Neyine lazımım senin ben adam!?

“Devrim yapacağız” falan dememesini umuyorum. Bak şimdi başka bir Cervantes geldi aklıma. Adamın icat ettiği kural uyarınca şehir meclisine silahla girmek yasakmış ve cezası da ölümmüş. Bir gün, yasağı unutup kılıcını kuşanmış şekilde meclise girmiş ve onu uyardıklarında koyduğu kanunu cezasıyla birlikte hatırlayarak, oracıkta, kılıcını kınından çekip göğsüne saplamış. Böylece bir kanunu koyan, çiğneyen ve cezasını çeken ilk kişi kendisi olmuş. Ha..ha. Süper işte bu!

Saçma bulduysanız, büyük ihtimalle güç sahiplerinin kendileri bile koysalar yasalara uymadığını bildiğinizden değil; Chorandas ile Berganza arasındaki diyalogdan alıntı olduğundandır. Sokak köpeği ikisi de. Köpeklerde farklı demek ki. Şimdi düşünüyorum, saçmadan çok trajik olabilir. Umarım sonumuz benzemesin. Yel Değirmenleri Savaşı meselesini düzeltiyorum; bir şey umduğum falan yok. “Yürü, devrim yapacağız” demesinden korkuyorum açıkça. Kanunsuz işler çevirebilecek bir tip değilim kendi gözümde.

Boş duruyor gibi görünmüş olabilirim ama hazırlanıyorum bu arada. Giyindim. Kendinle bu illegal muhabbete son verip kahvaltıda Derviş’i yakalasan ne güzel olmaz mı acaba muhabbet kuşum? Küçük sarı papağan. Kızıl. Olur. Öğleye kadar şu “elektronik” ipucunu sonucuna bağlamak istiyorum, “Sadece diğer ucunda suçlunun bulunduğu ipi tutuyorsan ipucu denir Watson” Yok bizde daha maalesef. Pasadan çıkmadı bir şey: “Dökülünce geri atıyoruz onu!” At tabii de o dişleri yaptırman gerekiyor muhakkak.

Saat ikiden sonra büyük toplantı var. Oylama! Anlatacağım bıyıklı istikrarsızlığın gece başımıza açtığı işleri. İnanılmaz ama sırf bunun için apar topar İstanbul’dan, İzmir’den gelenler olacak. Nereden çıktığını çözemeyince, aşağıda Bıyık’la ikimize vahiy gelmiş olabileceğini düşünüp: “Keşifte mi konuştunuz yoksa siz bunu?” diye sordu Nergiz. O kadar yani. İlk defa duyduğuma okkalı bir yemin ettim. Az yemin ederim ama üstüme kalması riskini göze alamayacağım bir saçmalık gerçekten.

Kahvaltı salonu boş yine.

Yalnızım. Xebat da yok. Kızdırılmayı özledim. Kızdırıldığım için güzel görünmeyi de özlemiş olabilirim. Yakışma meselesi değil sadece, ayrıntıya girmeyeyim ama “çok güzelsin” dendi yani telefonda bile olsa. O bakımdan diyorum.

Herkesin kahvaltısını bitirip gitmiş olmasına gocunmak yerine, bu sabah hayatta bazı şeylerin değişmemiş olmasını avutucu buldum. Onda bile çay-kahve yazan musluklu kazanların yeri değişmiş görünüyor, yoklar yani ortada. Çok fazla değişiklik var bu günlerde, bir şey de değişmeden kalsın. Hava artık iyice soğuduğu için bahçede kimse olamaz. Dün konuşmadık Xebat’la, aramadı keşiften sonra. Ben de galiba onun araması gerekir diye düşünüp aramadım. Oralarda bir yerde yaşadığını ve beni düşünüyor olma ihtimalini bilmek güzel şimdilik. Bugün de aramazsa huzursuzlanayım. İşin ilginç tarafı, aranmama ihtimali bile gerçekte aranma isteğini tarif ettiği için sevimli görünüyor gözüme. Bak bu da uzun zamandır yoktu ortalarda; aranma isteği diyorum. Hoşmuş, hatırladım.

Mavi Gözler geldi sonra. Bu adamın adını öğrenmeliyim bir ara. Gömleği gözlerinin renginde. Kemer yerine pantolon askısı takmış bugün. Ne işi var hâlâ acaba bu saatte?

“Günaydın, ne yapıyorsun sen burada?” dedi.

Repliğimi çaldı adam. Farkındadır herhalde gömleğinin gözlerine çok uyduğunun. Ayıp olmayacağını bilsem söylerdim. Gece nöbetini çoktan devretmiş olmalıydı.

“Esas sen ne arıyorsun bu saatte?” denmez ki koca adama.

“Kahvaltıya indim” dedim.

Hiç saatine bakmadan;

“Altı buçuk daha; bir saatten önce olmaz kahvaltı, dur kahve yapıp geleyim de içelim” dedi.

Aman Allahım!

Gece saati sağ koluma takıp baktım nasıl duracak diye -yanlış anlaşılmasın verilmiş bir söz yok henüz, bazı niyetler diyelim- sonra da rahatsız oldum, çıkarıp attım yatağın içine. Unuttum. Telefonuna bak bari be kadın, akıl almaz! Saat altı bile olmadan uyandım ben o zaman; gelmez tabii hiç kimse. Aşırı solcu oldun İnayet sen. Bundan sonrası Montiel Ovası; Bıyık’la birlikte Criptana’nın un değirmenlerine saldırmak paklar seni ancak! Devrimci bile olmuş olabilirsin farkına varmadan.

“Ben yapayım” diye fırlayıp yetiştim peşinden. Söylemedi bir şey ama geri de göndermedi. Misafirliğim çıktı mı acaba? Kırkın çıkması gibi o da. Bir dünyaya girerken de çıkarken de bekleme odası oluyor herhalde: Karantina. Kocaman porselen protez bir gülümseme kazanıyoruz sprint sayesinde. Umarım porselen yani; fazla düzgün, bembeyaz. Tamam sigara içmesin, kahveci bu da benim gibi en azından, olmaz yani o kadar beyazlık. Kurtul bu dişçi ruh halinden lütfen İnayet! Hemen değil; gülümsemenin ışıltısı geçirdi bütün prematüre ağrılarımı. Belkemiğim düzeldi sanki. Bir şişe sıvı soma içmiş gibi oldum. Menekşe geldi aklıma. Küçücük kızısın, niye sevmesin kadın seni gülümseme takıntılı sapık! Seviyordur tabii. Yeni Hayat bu olabilir işte: Annem beni seviyor!

Bak Huxley de konuşulacak Bıyık’la. Çok hızlı geçiştirdi dün Cesur Yeni Dünya’nın sıvı mutluluk ilacını. Ayaklarım yanmaya devam ediyor yalnız, o ayrı, psikosomatik değil bildiğin su topladı dün. Buradaki “soma” da beden demek. Psikosomatiktekini diyorum.

Ana girişin hemen sağındaki odasına ilk defa giriyorum. Yatağını kaldırmış, birleştirilmiş koltuklar duruyor. Aydınlık küçük bir oda; gündüzleri ofis galiba aslında. Gayet taze çekilmiş gibi kokan bir kavanoz kahvesi var. Giderken çelik ısıtıcımı ona bırakayım, plastik kullanıyor.

Yaptım kahveyi.

“Eline sağlık, benden güzel yapıyorsun” dedi.

Kıskanmadı, takdir etti işte yani. Bağımlı dayanışması. İsimsiz kahvekolikler sabah buluşması: “Merhaba adım İnayet, evet “Ye”yle, kahve bağımlısıyım, sizin adınızı da laf arasında öğrenmeyi planlıyorum….” Bahçe düşündüğüm kadar soğuk çıkmadı. Oturup kahvelerimizi içtik. Tuttuğum sigarayı alıp gömlek cebindeki klasik yerine yerleştirdi; sigaraya zarar verip kırmasın diye pantolon askısını kaydırdı sonra. İçeride siyah gibiydi gün ışığında lacivert oldu askı, o da seçilmiş. Söylemedi adını. Seviyorum bu adamı, bakıyor kendine.

Evren benden uzaklaşmamış madende ayaklarım su toplarken. Havalardan konuştuk. “Kestane Karası Fırtınası” diyor soğuklara. Yaşlanabilirsem diğer bütün bildiklerimi unutup sadece hava hakkında konuşmaya karar veriyorum. Çok güzeldi sohbet. Yedek battaniye verebilirmiş istersem. Teşekkür ettim, istemiyorum.

“Söyle ihtiyacın olursa” deyip fincanları aldı, gitti.

Pekâlâ.

Sabahın ilerlemesini bekleyeceğiz bütün aşırı solcular gibi. Kitleler uyuyor henüz. Uyandırılmaları taraftarı mıyım? Hayır şimdilik. Korkuyorum o rolden. Zeynep niye korkmuyor? Sorarsın gördüğünde, dün yoktu gece toplantısında. Zincirleme içici gibi yaktım bir tane daha; “Kork-Ma” dedi çakmak açılıp kapanırken. Beyefendi bir çakmak bu “Zip-Po” diye bağırmaz eğitim çavuşu gibi. Dedem de gerçek beyefendiydi. Dolmakalemi düşünüyorum. Dedeme ait bir nesneyi ilk defa hediye ettim. Özlediğim için söylemiyorum, kalemi yani, dedemi çok özlüyorum. Bana ait olup, bir başkasına benden daha faydalı olacağına inandığım eşyayı bu kadar kolay verebilmem ilginç sadece. Aynı sorunun yaşamım ve bedenim ile ilgili versiyonları olabilir. İnsanın sırf varoluşuyla, bir başkası için kendisinden daha büyük değer yaratması mümkün mü? Aşk gibi demiyorum. Ölümüyle de olabilir. Feda. Devrimcilik böyle bir şeyse manasında diyorum. Varlığım varlığına armağan olsun gibi hani? Emin olamadım. Herkes ve hiç kimse, bir de gerçekle gölge hakkında henüz emin olamadıklarım var.

Çünkü ortada istikrarlı bir öğretmen olduğu söylenemez. Deli bir tür aslında yani. Şimdi şöyle oldu olay tam olarak. Bıyık gece toplantısının sonlarına doğru;

“Eğer yangına yol açacak bir şey yaptılarsa Olası Kast söz konusu değil, ancak Taksir olabilir” dedi durup dururken.

Salonun ortasında soyunsaydı daha az ilgi çekerdi herhalde! Gözümde canlandırabildiğimden demiyorum, öyle denir, kalıp yani. Hayretin boyutlarının anlaşılması açısından. Yelekten başlar mesela, daha uyanmazsın, sonra müzik gelir -çello- gömlek düğmeleri falan… Kes İnayet! Anlam bilimi bu değil. Her neyse, kısa sessizliği takiben bir dizi çapraşık tepki aldı:

“Anlamadım!?”

“Başkan çay alacak mısın?”

“Hayırdır İnşallah?”

“Bana mı dedin abi?”

Gayet net duyanlardan; “Espri yaptı abi, sazan gibi atlamayalım” ruh halinde tebessüm edenler var gülünecek yeri beklerken. Melike bile son bir haftasının her anını kaplayan hesap uzmanlığına ara verip 

baktı gözlerini kocaman açarak. Günlere yanında el işi götüren kadınlar gibi elinde gezdiriyor o listeleri bir haftadır. Sendikada, kafeteryada, toplantılarda bir yandan konuşulanları dinleyip diğer yandan iş yapıyor. Yatıncaya kadar evde de elinden bıraktığını sanmıyorum ama bilemiyoruz orasını tabii. Ömrümüz o Şato’ya girmeden nihayet bulacaktır korkarım. Canımız sağ olsun, ruhumuz solmasın.

Tekrar ettirip gerçekten söylediğine emin olduktan sonra kıyıdan köşeden klasik tezimizi savunmaya başlayanlar oldu:

“Abi n’aptın!? Bırak olası kastı Amerikalıların dediği gibi ikinci dereceden doğrudan kast var demek gerekiyor. Ölümlerin hepsini göze almış bu adamlar…”

“Öngörü diyorsan, raporlar var Başkan; farkındalar sorunun, kesin burada felaket olacağı…”

“Ortada her şey, sadece zamanı belli değilmiş abi…”

Benim favorilerim, yanındakine “Alkollü mü?” diye soranla, direkt yüzüne: “Abi bizden yana mısın domuzdan yana mı?” diye soran ikisi.

“Keşifte bir şey mi oldu?” sorusu ilk ortada dolaştığında tehlike sinyalini almıştım zaten; işin ucu bana dokunabilir. Biraz çalkalandıktan sonra duruldu ortalık.

“Nereden icap etti şimdi bu?” diye sordu Nergiz.

“Değiştirmemiz lazım iddiayı”diyor.

“Nesini değiştireceğiz?”

“Yürümez bu tek parça olası kasıtla yangın çıkarma işi, anlatayım mı gerekçelerimi?”

“Anlat bir bakayım” demek en iyisi tabii normalde ama demiyor kimse. Tansiyonun niye bu gibi kısa devre empatilere izin vermediğini tarif etmek gerekiyor öncelikle.

“Olası Kast” ve “Bilinçli Taksir” diye, gündelik yaşamda zahmete girip birbirinden ayırmaya tenezzül etmeyeceğiniz kadar yakın iki kavram var elimizde. İş mahkemelik olunca dünya tersine dönüyor;

aralarındaki devasa uçurumun üzerine gerilmiş ipte cambazlık yapmak zorundasınız. Virgül yanlış yerde diye adam asılan hukuk dünyasındasınız artık.

Şöyle deneyebilirim anlatmayı: Şimdi, -Müntehir’in babasının kulakları çınlasın- yediniz bir halt diyelim, öldü insanlar. Sizin yediğiniz zaten belliyse, haltı diyorum, bilerek mi bilmeyerek mi yediğinizi

araştırıyoruz. Ceza davası denilen şeyin temel meselesi bu.

Kasıtlıysanız, hem sonucu bilip hem de tam öyle olmasını istiyorsunuz. Ne yaptıysanız, bilerek isteyerek yapmışsınız zaten. Yangından söz ediyorsak Kundakçı’sınız, ölümden söz ediyorsak Katil. Bizdeki suçlama bu değil, Olası Kast. Bunda, sonucu öngörmüş olmanız yeterli, üstüne bir de istemeniz gerekmiyor. İlla o sonuç meydana gelsin diye bir beklentiniz yok, hatta genellikle başka niyetle yapıyorsunuz ama o da olursa olsun gibi yani. Var elbette bir göze alma, ne bileyim yani umursamama filan. Katil’e Kundakçı’ya verilecek cezayı verip, sonra da biraz indirim yapıyorlar. Biraz dediysem, yatan sizseniz hafife almayın, bayağı bir indirim yani.

Bu işin Kasıt kısmı için.

Taksir ayrı bir maddede düzenlenmiş. Kusur kelimesiyle aynı kökten geliyor fark ettiğiniz üzere. Şimdi buradaysa bilmek de yok istemek de; kasıtlı değilsiniz. Kaza oluyor. Acemilikten, şanssızlıktan, eşeklikten filan öyle davranmışsınız sonu iyi olmamış. Az bir ceza yiyorsunuz. Trafik kazası gibi diyelim.

Nesi zor bunu ayırmanın denebilir. Elde sadece bu üç tarif olsa ananem bile ayırır. Kaza mı oldu; olursa olsun diye mi yaptın; niyetin mi bozuk? Ayırmışlığı var yani sonsuz sayıda kırık tabak, vazo ve pencere camı için; biliyorum da söylüyorum. Sevmediğim tabağı çaktırmadan kırardım ben çocukken, bazısında yakalanırdım.

Sorun yasada dördüncü bir versiyon daha düzenlenmiş olması: “Bilinçli Taksir.” Yani o haltı yerseniz kötü bir sonuç doğabileceğinin ihtimal olarak gayet farkındasınız ancak asla istemiyorsunuz tabii öyle olmasını. Allah korusun! Olmaz bir şey… Korusun da “şeytan doldurur” işte maalesef; boş silahı bile çevirip sıkma adamın üstüne üstüne. İki dubleden bir şey olmaz, ev yakın diye oturma direksiyonun başına. Oturdun. Belli olacağı da biz yine kaza oldu kabul edip, az biraz arttırıyoruz bu durumda. Öngörülebilir, engellenebilir bir kaza olduğu için. Yahut ortalama zekâda herkes öngörebileceği için sen de öngörmüş olmalıydın diyelim. Herhangi bir insanın, tersine emare göstermedi diye ortalama zekâlı kabul edilmesi beni çok yordu geçmişte. Genellikle yanılırım ve dâhilerden kazık yerim duygusal olarak. Özel yaşam farklı oluyor tabii hukuktan.

Yetmez, bir de hesabı var bu işin: Hukuk Matematiği. Elimizde üç yüz bir ölü var; adam başı on beş yıl hapis cezası vermekle otuz yıl hapis cezası vermek arasında ne fark olacak? Ömür kaç sene? Ha dört yüz elli yıl yedin ha dokuz yüz yıl, yatacağın bir ömür değil mi?

Öyle olmuyor işte. Skandal burada havai fişeğe dönüşüyor çünkü hukuk hesabı öyle yapmıyor. Taksirli suçlarda -bilinçlisi, bilinçsizi fark etmez- tek ceza veriliyor. Yani istersen on bin kişi öldür toplu olarak fark etmez; alacağın en fazla bir kere yirmi iki buçuk yıl hapis! Ondan da kapalı hapishanede yatacağın -aferin İnayet hapishane- en fazla yedi sekiz yıl. Kalanı şartlı tahliyeydi, açık hapishaneydi, denetimli serbestlikti derken yaşlanmadan evindesin.

Oysa Olası Kastta, istersen bir yıl ceza ver suçtan, her ölü için ayrı ayrı vereceksin. Birer yıl versen üç yüz bir yıl eder; otuz altı seneden önce bırakmazlar hapisten anlayacağınız, orada ölürsünüz. İşte dananın kuyruğunu koparan bu şok edici fark. Amele göre değil niyete göre veriyorsunuz cezayı.

Ben nereden bileceğim peki adamların aklından ne geçtiğini? İkisinde de aynı iş yapılmış, aynı sonuç öngörülmüş; o da gerçekleşmiş. Eylemden çok akıldaki farkı nasıl bulacağız? Adamların savunmasına mı baksak?

Bakıyoruz zaten de kim diyecek size: “Ölürlerse ölsünler, madende çalışmaya hevesli işsiz mi yok dışarda? Her küreğinden çil çil altın kazanıyorum ben bu kömürün; ölürse yenisini buluruz, işçiyi değil parayı bulmak zor bu dünyada…” diye?

Kimse demez.

Herkes “Olmaz bir şey diye düşündük, daha önce yapmıştık bişi’ olmamıştı, niye gelip bizi bulsun, Allah korusun, inşallah, maşallah, fıtrat, kaza, kader…” deyip geçiyor işte. İşadamı o demek.

Kanun maddelerini işçiden yana değil işveren çıkarına yorumlamakla meşhur savcılık teşkilatı bile Olası Kast’tan binlerce yıl hapis cezası istemişken, bıyıklı hezeyanın taksirden söz ederek yarattığı dehşeti anlatabilmişimdir biraz umarım.

Dün geceye dönersek;

“Yürümez bu tek parça olası kast iddiası, anlatayım mı gerekçelerimi?” sorusuna “Anlat bakayım” demek yerine,

“Hayır. Ciddiysen çağıralım herkesi yarın anlat. Aşar Başkan boyumuzu böyle bir iş, yaptım oldu yapamayız, uzun konuşmak lazım…” demiş olması gayet normal Nergiz’in.

Ayrıca hep söylüyorum örgütü bu kadın yönetiyor diye. Gizlisini bilmem ama açığının fren dengesi bunda kesin.

Cevap olarak; “İyi çağıralım o zaman. Anlaşamazsak oylarız” dedi bıyıklı spekülasyon.

Gözüne yeni oturmuş deli pırıltısını o sırada gördüm. Tanıyorum, çünkü bir kez “Ambulansta Hemşireye Saldıran Maden İşçisi” fantezisi sırasında parlamıştı bahçede. Oylama nedir yani? Dava dosyası bu, seçim mi yapıyoruz? Tam saçmalık. Sonra da uyumaya gitti. Yahut ne yapıyorsa artık geceleri Şato’da.

Pelerinine sarılıp tabutta gözlerini dinlendiriyor olabileceğine dair ilk tahminim aklıma gelince utanarak neşeleniyorum biraz. Kısa ama fırtınalı bir ilişkimiz oldu. Kitap okuyup uyuyacak muhtemelen fakat insanlarda güçlü hisler yaratmak için doğmuş bir adam bu; sevebilirsiniz veya nefret edebilirsiniz. İlgisiz kalmak zor gerçekten.

Ben ne hissediyorum? İstikrarsız davrandığında korkuyorum biraz. Onun kastettiği anlamda olmasa bile ben de seviyorum istikrarlı insan yani. Tamamen uydurulmuş olmasına rağmen kulağa son derece etkileyici gelen bir isme, Baron Cosima Piovasco di Rondo Ombraso’ya göre, kişinin kendi koyduğu kurala tavizsiz uyması kişiliği ayakta tutar. Öldürmediyse yani. Cervantes’teki gibi şak diye kılıcı çekip göğsüne saplamaktan daha uzun ve acılı bir süreçtir. Mesela kuralınız tırmandığınız ağaçtan inmemekse, bunun yaşamınızın varlık sebebine dönüşmesi mümkün. Seviyorum ben Calvino mübalağası, berraklık artıyor. Bıyık’ta yok bu açıklık işte.

“Bir çıkar bir fikirle çatışmaya girdiğinde ne pahasına olursa olsun gülünç düşen fikirdir” dedi bir seferinde bana. Söyledim katılmadığımı. Sınıfın çıkarı neyi gerektiriyorsa fikri oymuş kendisinin. İlkesiz bir eğilim gibi görünmekle birlikte Marx’tan yürüttüğünü tahmin ediyorum; onun tarzı gibi. Referans vermediği alıntıları tarzlarından kimliklendirmeye çalışıyorum. Bıyık’la ilişki sürekli bir fazla mesai tadında. Anlattım niye her intihalin öyle çat diye yüzüne sorulamayacağını; sormuyorum.

Her neyse. Kendi koyduğu kurala bile uymayabilir diyorum yani sınıfın çıkarıyla -nasıl bir şeyse o artık- çatışacaksa. Savcı’ya davayı olası kasttan açtırmak için yemedikleri sopa, çekmedikleri eziyet kalmamış bizimkilerin. Bıyık da dâhil. Başarmışlar güç bela. Şimdi de böyle diyor adam! İstikrar yok işte. Menekşe tanısa sever miydi bunu acaba? Kim bilebilir? Neyse, Calvino’dan gidilecekse “Ağaca Tünemiş Baron”dan çok “İkiye Bölünmüş Vikont” olur Bıyık’tan. Hangi tarafını daha katlanılabilir bulacağımdan emin değilim. İç içe geçmiş zaten bunda aydınlıkla karanlık, öyle şıpınişi ortadan bölünemeyebilir.

“Yeni Hayat”ımın orta yerinde dikiliyor olması dışında çok mu meraklıyım pekiyi ben bu Bıyık’a? Hayır. Belki? Frapan diyemesek de dekolte bir ruh bu; geçerken bile olsa içeride neler olup bittiğine bir göz atma isteği uyandırıyor insanda.

Arkasından bir saat daha konuşuldu gece. İçten yemini o sırada ettim işte.

Yemin işleri çetrefillidir biraz. Her çağın, her sınıfın, cinsiyetin kendi yemin metni olur. Shakespeare, sevgilisinin yeminini beğenmeyen Hotspur’a “Sütçü karıları gibi yemin etme, gerçek yemin istiyorum!” dedirtir. “In good shot” vallahi billahi diye çevrilecekse, sütçü karıları gibi yemin ettim denebilir. Şekerci karısı da olabilir o yalnız, emin olamadım. Gecenin bir yarısı “Sizi onur ve bağlılığımın güçlendirdiği bütün varlığımla Kılıç ve Tanrı önünde temin ederim…” tarzında bir şövalye romantizmi gözetebilecek durumda değildim. Bıyık’ın suç ortağı olarak yaftalanmak tehlikesi var ortada. Bırak perhiz bozmayı “taksir” tabusunu ihlalden linç bile edilebilirsiniz. Tamam, bizimkiler bunlar neticede ama ben Bıyık’tan farklı olarak kırılan kolun yen içinde kalacağına inanmıyorum. Atel, bandaj, alçı ister yani o iş. Acılar içinde kalırsınız ancak.

Derviş’e göre hezeyan yeni değil, kafasındaymış bir süredir. Kafalarında ya da? Topuk yangını meselesindeki kaçamak gülüşlerden, gölgeli gerçeklerden falan huylanmıştım zaten. Şimdi salonda yalnız kaldığı için çaktırmamaya çalışıyor olabilir suç ortaklığını, hak veririm yani sonuçta. “Yarın konuşulur” diye kaçmakta buldu o da çareyi.

Dağılırken “Yakacak başımızı bu adam!” diye hayıflanan birisine “Hasta gibiydi sanki, yaramadı keşif…” dediklerini duydum. Değil bence. Kulağıma eğilip “Ah Dike! İntikamın ile adaletsizi ezersin…” deyişi gözümün önünde hâlâ. Elimi tutmadan hemen önce. Gayet keyfi yerindeydi ocaktan çıkarken. Hastaysa da Dike’ın hastası, ne giyiyorsa artık kadın!? Başka bir niyeti var bunun, anlarız toplantıda.

Toplantıdan önce kolayla işlerini İnayet. Xebat yok henüz yeni hayatında farkındaysan. Aramadı. Ayak ağrısı çekiyorum. Kalktım masadan.

Roza’dan mesajlar. Uyanıyor kitleler. Derviş’le buluştuk.

Nihilist Mühendis’le “Süper Elektronik Kundakçı Pasa Makinesi” teorimi anlattım. Çok güldü. Güzel tabii gülmesi, gülsün diye anlattım ama fikre gülmekle yetinip üstüme gülmesin diye Karşı Yaka’nın Hikâyesi’ne hiç girmedim. En az iki yıl tel ve altı implanttan önce söz konusu bile olamaz zaten Jetts çetesine transferim.

“Tam Zihni Sinir’likmiş” dedi.

Karikatür dergileri çağından kalma bir çizgi bant tipi olabilir laf kalabalığından anladığım kadarıyla. Çok gülmesini “komik, bakılacak” diye kodladım kaldırdım yerine. Sonrası tanıdık;

“İkna olmuyorsun ama metan drenajı pompasının elektronik kayıtlarından söz ediyor; tabak gibi ortada işte. O eski panodaki metanı deşarj edelim derken sızdırdılar ocağın içine…”

Dinledim ben bunu daha önce ama çok istekli anlattığı için kesemiyorum;

“…kılçık bacayı açarken iyice hırpaladıkları kırıklı ezikli topuktan dördüncu bant boyuna kaçtı metan. Orada hava zaten negatif biliyorsun…”

Biliyorum.

Evet, ortada tabak gibi her şey sen anlatınca ama çay tabağı maalesef. Derviş’in kapsamlı teorisini ciddiye alıp iki cümle kurmuş bir maden profesörü yok koca bilirkişi heyetlerinde iki yıldır. Diyeceksin ki profesöre mi güvenirsin buna mı; buna ama profesyonel destek lazım diyorum. Susturmadım. Bilimsel açıdan yangını çıkartınca rahatlayıp sustu kendiliğinden nihayet.

“Derviş, ne zaman geldi o kayıtlar dosyaya?”

“Metan drenajı mı? Savcılıktan beri var…”

“Ee, ben ne diyorum sana? Öyle olmadı olay mı diyorum? Tamam öyle olmuştur, görmez bunlar benim işimi yani!”

“Niye ki” dedi anlamıyormuş gibi.

Aslında hiç ilgisini çekmiyor dertlerim. Anlattım bir daha tane tane;

“Annesi yirmi sekizinde görmüş, gayet neşeliymiş; babası dördünde gördü, Cuma günü, çökmüştü. Aradaki altı günde bir şey oldu.”

“Yer değiştirmedi mi işte; tartıştı diğer sanıklarla metan drenajı yüzünden…”

Aklı bende değil bunun. Ateşnefes yakmış tamamen beynini. Belki öğleden sonraki toplantı yüzünden odaklanamıyordur. Soracaksın aslında suratına çat diye: “Senin o demin çıkardığın yangın Olası kastla mı taksirle mi çıkarılmış oluyor bu durumda?” diye. Görecek gününü. Buluştuğumuzda şöyle bir aradım ağzını Bıyık’ın hezeyanlarıyla ilgili, laf alamadım. Poker suratı var zaten sakal yüzünden, rulette hiç tutturamazsın. Toplantıda öğreneceğiz artık neyin peşinde olduklarını. Sinirlenmeme engel değil tabii;

“Kırk beş gün önce oluyor senin o dediğin Derviş! Altı gün önce diyorum, altı, son altı gün!” diye yükselttim sesimi.

“Kızma ya, yeni okumuştur belki metan kayıtlarını?”

Yeni okumuş! Bak şimdi gerçekten sinirlenmeye başlıyorum. “Aferin İnayet, biz becerememiştik öğrenmeyi demeyi biliyorsun! Kim yaptı o metan drenajını?! Oradaydı zaten adam, kendi kayıtları, neyi okuyacak? Sakal fazla uzayınca beyinlerine yeterli besin gitmesine engel mi oluyor acaba bunların? Küpe de o aşamada takılıyor olabilir. Yok gerçi hâlâ bunda.

Bir kere daha Bıyık gibi Derviş’in de müntehiri hafife aldığını fark ediyorum. Azıcık doğru düzgün inceleselerdi kitabı, her belgeyi, her iddiayı, duruşmada olan biteni günü gününe nasıl el yazmalarında değerlendirdiğini görürlerdi. Müntehir’in davayla ilgili bir belgeden haberdar olup da okumadan tek bir gece bile uyuması mümkün değil.

Tıkandım yine, bulamayacağım.

Çaresizlik nasıl akıyorsa artık suratımdan;

“O altı günde dosyaya giren yeni bir şey olup olmadığına bakayım mı senin için?” diye sordu acıyarak. 

İşte bu! Hoş çocuk, akıllı Derviş! Yakışıyor ayrıca sakal buna, gözleri güzel; kırıklarının alınması lazım biraz:

“Evet lütfen! İstiyorum ne varsa!” dedim.

“Erken sevinme, binlerce sayfa olabilir. 

Dijitalde bulayım ben, önce bir bak, istediklerini bastırırız sonra…”

Bastıralım. Dijital Kırtasiye Center’ımız var bizim. Yalnız altı günde bin sayfa nedir yahu? Nasıl bir canavarla boğuşuyoruz biz böyle? Olsun. Son çarem artık o belgeler. Bulacağım benden ne saklıyorsan!

Dolabında iskelet saklayan sadece müntehir olmayabilir bu arada. Kimin ne çevirdiğinden emin olamıyoruz ki bir türlü. İngilizler ifşa edilmemiş kirli sırlara öyle der: “Skelton in the cupboard”

“Onun bir deyim olması Watson, cesedin gerçekten dolapta olamayacağı anlamına gelmez, bak sen yine de…” Sordum ben de Bıyık’a açıktan:

“Bana bu işi verirken, suçluluk duygusuyla intihar etmiş olabileceğini düşünmüş müydünüz?”

“Hiç aklıma gelmedi İnayet; hâlâ da bilmiyorum ne düşünerek böyle gereksiz bir harekette bulunduğunu…”

Samimiydi sanki.

“…emin ol bir fikrim yok; sen ne dersen o.”

Yok gibi duruyor dolapta iskelet falan. Onun yerine artık huzursuz eden tesellisini dinliyorum bir kez daha:

“Bulamazsan, onunla birlikte gitmiş olur sebebi, sıkma kendini…”

Çok istekli durmuyor muydu bu adam işin başında? Söndü mü merakı? Beceriksizliğime üzülmeyeyim diye böyle söylüyor olabilir. Var bazı zarif huyları. Az sadece.

Bulmak zorundayım.

Kendisini neyle suçladığını bilmenin dosyaya bir katkı sağlayacağını düşündüğümden demiyorum. Onun hikâyesine müdahale etmek de söz konusu olamaz. İntihar basitçe öz yıkımdan ibaretse, yapıldı, seyrettik bitti zaten. Yok başka hikâye. Ama ya Bıyık’ın işin başından şüphelendiği gibi bir şey söylemeye çalışmışsa? Mazeret, sebep, kefaret?

İşte o sözün boşlukta yitip gitmesini, unutulmasını kaldıramıyorum. Şimdiye kadar bunun için uğraştım hiç değilse.

Şimdi durum nedir? Yeni Hayat. Emin değilim. Biraz farklı hissediyorum.

Dürüst olalım, ilk yeni hayatım sayılmaz bu benim. Benden çok daha başarılı selefimi, dört buçuk yaşındaki küçük kız çocuğunu kıskanıyorum bazen.

“Biraz unutmayı öğrenmeye çalış yavrum, yeni hayatımız böyle…” demişti ananesi. Ciddiye aldı. Elindeki fotoğraflara rağmen, sokakta karşılaşsa tanımayacak kadar unuttu anne babasının yüzünü, sesini, kokusunu. Sadece ananesi değil kendisi de korudu kendisini kayıp acısının dokunuşundan, yoksunluğun hasarından becerebildiği kadar.

O bile kefareti unutmadı.

“Peki beni size bırakmak için gelirken trafiğe takılmasalardı kaçmaz mıydı ilk uçak?” Yasak soru. Kaçmazdı tabii. Biner giderlerdi, iner dönerlerdi. O küçücük kız baş etti bununla; ne kadarından ben sorumluyum? Nasıl düzeltebilirim? Şimdi ne yapmalıyım?

Şimdi, yoksunluğun bende bulunmayan özel bir türü daha çok ilgimi çekiyor; yoksulluk. Soru hep aynı sanki: Ne kadarından ben sorumluyum? Nasıl düzeltebilirim?

İlginç.

Müntehir köprü gibi görünüyor gözüme. Onu geçebilirsem beni artık sadece İnayet’lerin yaşadığı bu ıssız kıyıdan karşıya, insanların arasına geçirecek diye umuyorum hayat. Gerçi karşısı da pek tekin bir yer gibi durmuyor; kayıplar, katliamlar, günahlar, öfke… Çocuk tecavüzcüsünü yaratan Tanrı’yı bile kavrayabilirim, vardır bir bildiği ama kefareti unutanı kaldıramıyorum işte.

Of. Tövbe ediyorum şu anda yalnız, kafam karışık. Daha basit düşünürsek -sade demiyorum- “Erdem işini iyi yapmaktır”; işim bu benim burada.

Toplantıdan önce bir şeyler yiyelim diyoruz Derviş’le. Kimseler yok ortada. Bu şu anlama geliyor ki her köşede küçük

Uyanışım pek yeniden doğuşuma yakışacak kalitede olmadı. Belim tutulmuş, ayaklarım su toplamış ve ağzım bu kadar kuruduğuna göre bütün gece horlamışım yorgunluktan. 

Neden filmlerdeki gibi olmaz ki bu işler? Yeni Hayat diyorum. Erken doğumdu belki? Prematüre sancıları çekiyorum. Saçmalama. Üşüdün sadece dün, sızlanmayı kesip kalk. Çok yoğun bir gün olacak.

Gece geç saatlere kadar keşif anlattırdılar; iyi ki not almışım. Herkesin -beni saymazsan- dosyaya nasıl hâkim olduğunu gördüm bir kere daha. Tarif ettiğim her yerin, her şeyin adı söylendi, dosyadaki önemi tartışıldı. Ne ekip ama! Çok iyi avukat bunlar. Bunu daha önce söylemiş olabilirim. Söylemediysem, kesin bilgi.

Bıyık -elbette- hiç yardımcı olmadı keşif gözcülüğü raporuma. Sadece Derviş’le onu ilgilendirdiği anlaşılan meseleleri fısır fısır çekiştirdiler gece boyunca. Anlamadık ne konuştuklarını. Olsun. Dinler gibi yapıp, bitince de “mükemmel” notlarım için teşekkür etti. Eh, o kadar değildiyse bile fena durmadı gerçekten anlatırken. Pişman olmadı kimse madene inmeme izin verdikleri için. Siparişleri de teslim ettim.

Gözüne çakılmış tekinsiz ışıltıyı ve bazı yeni hezeyanlarını saymazsak sağlığı tamamen düzelmiş görünüyor. Bol bol vanilya buharı püskürttü yüzümüze; sonra da bir laf yumurtlayıp bugüne olağanüstü toplantı konulmasına yol açtı! Anlatacağım anlatmasına da dönse çiçekle Latakya harmanına keşke şu adam; vanilya dokunuyor olabilir bunun akıl sağlığına. Çıktım yataktan.

Bende ışıltı falan yok maalesef. Ayna bakışım bile ruhsuz; yansımıyor Yeni Hayat. Dişlerimi fırçaladım, Pilgrim duası ettim, dil çıkardım. Nedense geleneksel törenlerim aşınmış göründü biraz gözüme. Var yani bir yavanlık. “Gelenek aptalların yasasıdır” derler. Doğru olabilir. Sabah sabah tek kişilik ülkemin yasadışı örgüt üyesi olamayacağıma göre, iyi vatandaş sıfatıyla kitapta ne yazıyorsa yaptım yine de hepsini. Kendiniz bile koymuş olsanız, kanunlara uymak rahatlatıcıdır. Özellikle “birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde”. Var böyle bir laf gerçekten, ne anlama geliyorsa artık. Yani ayrılık ve çatışmaya ihtiyaç duyduğumuz günün geldiğini nasıl anlayacağız? Bilmiyoruz.

Ben daha çok bazı cevaplara ihtiyaç duyuyorum bu sabah. Klasik sorumuz: “Bu adam niye intihar etti?” Yeni sorumuz: “Öbür adam benden ne istiyor?” Yel Değirmenleri Savaşı için askere çağrıldığım duygusunu aşabilirsem Bıyık’la konuşulacak ikisi de.

Neyine lazımım senin ben adam!?

“Devrim yapacağız” falan dememesini umuyorum. Bak şimdi başka bir Cervantes geldi aklıma. Adamın icat ettiği kural uyarınca şehir meclisine silahla girmek yasakmış ve cezası da ölümmüş. Bir gün, yasağı unutup kılıcını kuşanmış şekilde meclise girmiş ve onu uyardıklarında koyduğu kanunu cezasıyla birlikte hatırlayarak, oracıkta, kılıcını kınından çekip göğsüne saplamış. Böylece bir kanunu koyan, çiğneyen ve cezasını çeken ilk kişi kendisi olmuş. Ha..ha. Süper işte bu!

Saçma bulduysanız, büyük ihtimalle güç sahiplerinin kendileri bile koysalar yasalara uymadığını bildiğinizden değil; Chorandas ile Berganza arasındaki diyalogdan alıntı olduğundandır. Sokak köpeği ikisi de. Köpeklerde farklı demek ki. Şimdi düşünüyorum, saçmadan çok trajik olabilir. Umarım sonumuz benzemesin. Yel Değirmenleri Savaşı meselesini düzeltiyorum; bir şey umduğum falan yok. “Yürü, devrim yapacağız” demesinden korkuyorum açıkça. Kanunsuz işler çevirebilecek bir tip değilim kendi gözümde.

Boş duruyor gibi görünmüş olabilirim ama hazırlanıyorum bu arada. Giyindim. Kendinle bu illegal muhabbete son verip kahvaltıda Derviş’i yakalasan ne güzel olmaz mı acaba muhabbet kuşum? Küçük sarı papağan. Kızıl. Olur. Öğleye kadar şu “elektronik” ipucunu sonucuna bağlamak istiyorum, “Sadece diğer ucunda suçlunun bulunduğu ipi tutuyorsan ipucu denir Watson” Yok bizde daha maalesef. Pasadan çıkmadı bir şey: “Dökülünce geri atıyoruz onu!” At tabii de o dişleri yaptırman gerekiyor muhakkak.

Saat ikiden sonra büyük toplantı var. Oylama! Anlatacağım bıyıklı istikrarsızlığın gece başımıza açtığı işleri. İnanılmaz ama sırf bunun için apar topar İstanbul’dan, İzmir’den gelenler olacak. Nereden çıktığını çözemeyince, aşağıda Bıyık’la ikimize vahiy gelmiş olabileceğini düşünüp: “Keşifte mi konuştunuz yoksa siz bunu?” diye sordu Nergiz. O kadar yani. İlk defa duyduğuma okkalı bir yemin ettim. Az yemin ederim ama üstüme kalması riskini göze alamayacağım bir saçmalık gerçekten.

Kahvaltı salonu boş yine.

Yalnızım. Xebat da yok. Kızdırılmayı özledim. Kızdırıldığım için güzel görünmeyi de özlemiş olabilirim. Yakışma meselesi değil sadece, ayrıntıya girmeyeyim ama “çok güzelsin” dendi yani telefonda bile olsa. O bakımdan diyorum.

Herkesin kahvaltısını bitirip gitmiş olmasına gocunmak yerine, bu sabah hayatta bazı şeylerin değişmemiş olmasını avutucu buldum. Onda bile çay-kahve yazan musluklu kazanların yeri değişmiş görünüyor, yoklar yani ortada. Çok fazla değişiklik var bu günlerde, bir şey de değişmeden kalsın. Hava artık iyice soğuduğu için bahçede kimse olamaz. Dün konuşmadık Xebat’la, aramadı keşiften sonra. Ben de galiba onun araması gerekir diye düşünüp aramadım. Oralarda bir yerde yaşadığını ve beni düşünüyor olma ihtimalini bilmek güzel şimdilik. Bugün de aramazsa huzursuzlanayım. İşin ilginç tarafı, aranmama ihtimali bile gerçekte aranma isteğini tarif ettiği için sevimli görünüyor gözüme. Bak bu da uzun zamandır yoktu ortalarda; aranma isteği diyorum. Hoşmuş, hatırladım.

Mavi Gözler geldi sonra. Bu adamın adını öğrenmeliyim bir ara. Gömleği gözlerinin renginde. Kemer yerine pantolon askısı takmış bugün. Ne işi var hâlâ acaba bu saatte?

“Günaydın, ne yapıyorsun sen burada?” dedi.

Repliğimi çaldı adam. Farkındadır herhalde gömleğinin gözlerine çok uyduğunun. Ayıp olmayacağını bilsem söylerdim. Gece nöbetini çoktan devretmiş olmalıydı.

“Esas sen ne arıyorsun bu saatte?” denmez ki koca adama.

“Kahvaltıya indim” dedim.

Hiç saatine bakmadan;

“Altı buçuk daha; bir saatten önce olmaz kahvaltı, dur kahve yapıp geleyim de içelim” dedi.

Aman Allahım!

Gece saati sağ koluma takıp baktım nasıl duracak diye -yanlış anlaşılmasın verilmiş bir söz yok henüz, bazı niyetler diyelim- sonra da rahatsız oldum, çıkarıp attım yatağın içine. Unuttum. Telefonuna bak bari be kadın, akıl almaz! Saat altı bile olmadan uyandım ben o zaman; gelmez tabii hiç kimse. Aşırı solcu oldun İnayet sen. Bundan sonrası Montiel Ovası; Bıyık’la birlikte Criptana’nın un değirmenlerine saldırmak paklar seni ancak! Devrimci bile olmuş olabilirsin farkına varmadan.

“Ben yapayım” diye fırlayıp yetiştim peşinden. Söylemedi bir şey ama geri de göndermedi. Misafirliğim çıktı mı acaba? Kırkın çıkması gibi o da. Bir dünyaya girerken de çıkarken de bekleme odası oluyor herhalde: Karantina. Kocaman porselen protez bir gülümseme kazanıyoruz sprint sayesinde. Umarım porselen yani; fazla düzgün, bembeyaz. Tamam sigara içmesin, kahveci bu da benim gibi en azından, olmaz yani o kadar beyazlık. Kurtul bu dişçi ruh halinden lütfen İnayet! Hemen değil; gülümsemenin ışıltısı geçirdi bütün prematüre ağrılarımı. Belkemiğim düzeldi sanki. Bir şişe sıvı soma içmiş gibi oldum. Menekşe geldi aklıma. Küçücük kızısın, niye sevmesin kadın seni gülümseme takıntılı sapık! Seviyordur tabii. Yeni Hayat bu olabilir işte: Annem beni seviyor!

Bak Huxley de konuşulacak Bıyık’la. Çok hızlı geçiştirdi dün Cesur Yeni Dünya’nın sıvı mutluluk ilacını. Ayaklarım yanmaya devam ediyor yalnız, o ayrı, psikosomatik değil bildiğin su topladı dün. Buradaki “soma” da beden demek. Psikosomatiktekini diyorum.

Ana girişin hemen sağındaki odasına ilk defa giriyorum. Yatağını kaldırmış, birleştirilmiş koltuklar duruyor. Aydınlık küçük bir oda; gündüzleri ofis galiba aslında. Gayet taze çekilmiş gibi kokan bir kavanoz kahvesi var. Giderken çelik ısıtıcımı ona bırakayım, plastik kullanıyor.

Yaptım kahveyi.

“Eline sağlık, benden güzel yapıyorsun” dedi.

Kıskanmadı, takdir etti işte yani. Bağımlı dayanışması. İsimsiz kahvekolikler sabah buluşması: “Merhaba adım İnayet, evet “Ye”yle, kahve bağımlısıyım, sizin adınızı da laf arasında öğrenmeyi planlıyorum….” Bahçe düşündüğüm kadar soğuk çıkmadı. Oturup kahvelerimizi içtik. Tuttuğum sigarayı alıp gömlek cebindeki klasik yerine yerleştirdi; sigaraya zarar verip kırmasın diye pantolon askısını kaydırdı sonra. İçeride siyah gibiydi gün ışığında lacivert oldu askı, o da seçilmiş. Söylemedi adını. Seviyorum bu adamı, bakıyor kendine.

Evren benden uzaklaşmamış madende ayaklarım su toplarken. Havalardan konuştuk. “Kestane Karası Fırtınası” diyor soğuklara. Yaşlanabilirsem diğer bütün bildiklerimi unutup sadece hava hakkında konuşmaya karar veriyorum. Çok güzeldi sohbet. Yedek battaniye verebilirmiş istersem. Teşekkür ettim, istemiyorum.

“Söyle ihtiyacın olursa” deyip fincanları aldı, gitti.

Pekâlâ.

Sabahın ilerlemesini bekleyeceğiz bütün aşırı solcular gibi. Kitleler uyuyor henüz. Uyandırılmaları taraftarı mıyım? Hayır şimdilik. Korkuyorum o rolden. Zeynep niye korkmuyor? Sorarsın gördüğünde, dün yoktu gece toplantısında. Zincirleme içici gibi yaktım bir tane daha; “Kork-Ma” dedi çakmak açılıp kapanırken. Beyefendi bir çakmak bu “Zip-Po” diye bağırmaz eğitim çavuşu gibi. Dedem de gerçek beyefendiydi. Dolmakalemi düşünüyorum. Dedeme ait bir nesneyi ilk defa hediye ettim. Özlediğim için söylemiyorum, kalemi yani, dedemi çok özlüyorum. Bana ait olup, bir başkasına benden daha faydalı olacağına inandığım eşyayı bu kadar kolay verebilmem ilginç sadece. Aynı sorunun yaşamım ve bedenim ile ilgili versiyonları olabilir. İnsanın sırf varoluşuyla, bir başkası için kendisinden daha büyük değer yaratması mümkün mü? Aşk gibi demiyorum. Ölümüyle de olabilir. Feda. Devrimcilik böyle bir şeyse manasında diyorum. Varlığım varlığına armağan olsun gibi hani? Emin olamadım. Herkes ve hiç kimse, bir de gerçekle gölge hakkında henüz emin olamadıklarım var.

Çünkü ortada istikrarlı bir öğretmen olduğu söylenemez. Deli bir tür aslında yani. Şimdi şöyle oldu olay tam olarak. Bıyık gece toplantısının sonlarına doğru;

“Eğer yangına yol açacak bir şey yaptılarsa Olası Kast söz konusu değil, ancak Taksir olabilir” dedi durup dururken.

Salonun ortasında soyunsaydı daha az ilgi çekerdi herhalde! Gözümde canlandırabildiğimden demiyorum, öyle denir, kalıp yani. Hayretin boyutlarının anlaşılması açısından. Yelekten başlar mesela, daha uyanmazsın, sonra müzik gelir -çello- gömlek düğmeleri falan… Kes İnayet! Anlam bilimi bu değil. Her neyse, kısa sessizliği takiben bir dizi çapraşık tepki aldı:

“Anlamadım!?”

“Başkan çay alacak mısın?”

“Hayırdır İnşallah?”

“Bana mı dedin abi?”

Gayet net duyanlardan; “Espri yaptı abi, sazan gibi atlamayalım” ruh halinde tebessüm edenler var gülünecek yeri beklerken. Melike bile son bir haftasının her anını kaplayan hesap uzmanlığına ara verip 

baktı gözlerini kocaman açarak. Günlere yanında el işi götüren kadınlar gibi elinde gezdiriyor o listeleri bir haftadır. Sendikada, kafeteryada, toplantılarda bir yandan konuşulanları dinleyip diğer yandan iş yapıyor. Yatıncaya kadar evde de elinden bıraktığını sanmıyorum ama bilemiyoruz orasını tabii. Ömrümüz o Şato’ya girmeden nihayet bulacaktır korkarım. Canımız sağ olsun, ruhumuz solmasın.

Tekrar ettirip gerçekten söylediğine emin olduktan sonra kıyıdan köşeden klasik tezimizi savunmaya başlayanlar oldu:

“Abi n’aptın!? Bırak olası kastı Amerikalıların dediği gibi ikinci dereceden doğrudan kast var demek gerekiyor. Ölümlerin hepsini göze almış bu adamlar…”

“Öngörü diyorsan, raporlar var Başkan; farkındalar sorunun, kesin burada felaket olacağı…”

“Ortada her şey, sadece zamanı belli değilmiş abi…”

Benim favorilerim, yanındakine “Alkollü mü?” diye soranla, direkt yüzüne: “Abi bizden yana mısın domuzdan yana mı?” diye soran ikisi.

“Keşifte bir şey mi oldu?” sorusu ilk ortada dolaştığında tehlike sinyalini almıştım zaten; işin ucu bana dokunabilir. Biraz çalkalandıktan sonra duruldu ortalık.

“Nereden icap etti şimdi bu?” diye sordu Nergiz.

“Değiştirmemiz lazım iddiayı”diyor.

“Nesini değiştireceğiz?”

“Yürümez bu tek parça olası kasıtla yangın çıkarma işi, anlatayım mı gerekçelerimi?”

“Anlat bir bakayım” demek en iyisi tabii normalde ama demiyor kimse. Tansiyonun niye bu gibi kısa devre empatilere izin vermediğini tarif etmek gerekiyor öncelikle.

“Olası Kast” ve “Bilinçli Taksir” diye, gündelik yaşamda zahmete girip birbirinden ayırmaya tenezzül etmeyeceğiniz kadar yakın iki kavram var elimizde. İş mahkemelik olunca dünya tersine dönüyor;

aralarındaki devasa uçurumun üzerine gerilmiş ipte cambazlık yapmak zorundasınız. Virgül yanlış yerde diye adam asılan hukuk dünyasındasınız artık.

Şöyle deneyebilirim anlatmayı: Şimdi, -Müntehir’in babasının kulakları çınlasın- yediniz bir halt diyelim, öldü insanlar. Sizin yediğiniz zaten belliyse, haltı diyorum, bilerek mi bilmeyerek mi yediğinizi

araştırıyoruz. Ceza davası denilen şeyin temel meselesi bu.

Kasıtlıysanız, hem sonucu bilip hem de tam öyle olmasını istiyorsunuz. Ne yaptıysanız, bilerek isteyerek yapmışsınız zaten. Yangından söz ediyorsak Kundakçı’sınız, ölümden söz ediyorsak Katil. Bizdeki suçlama bu değil, Olası Kast. Bunda, sonucu öngörmüş olmanız yeterli, üstüne bir de istemeniz gerekmiyor. İlla o sonuç meydana gelsin diye bir beklentiniz yok, hatta genellikle başka niyetle yapıyorsunuz ama o da olursa olsun gibi yani. Var elbette bir göze alma, ne bileyim yani umursamama filan. Katil’e Kundakçı’ya verilecek cezayı verip, sonra da biraz indirim yapıyorlar. Biraz dediysem, yatan sizseniz hafife almayın, bayağı bir indirim yani.

Bu işin Kasıt kısmı için.

Taksir ayrı bir maddede düzenlenmiş. Kusur kelimesiyle aynı kökten geliyor fark ettiğiniz üzere. Şimdi buradaysa bilmek de yok istemek de; kasıtlı değilsiniz. Kaza oluyor. Acemilikten, şanssızlıktan, eşeklikten filan öyle davranmışsınız sonu iyi olmamış. Az bir ceza yiyorsunuz. Trafik kazası gibi diyelim.

Nesi zor bunu ayırmanın denebilir. Elde sadece bu üç tarif olsa ananem bile ayırır. Kaza mı oldu; olursa olsun diye mi yaptın; niyetin mi bozuk? Ayırmışlığı var yani sonsuz sayıda kırık tabak, vazo ve pencere camı için; biliyorum da söylüyorum. Sevmediğim tabağı çaktırmadan kırardım ben çocukken, bazısında yakalanırdım.

Sorun yasada dördüncü bir versiyon daha düzenlenmiş olması: “Bilinçli Taksir.” Yani o haltı yerseniz kötü bir sonuç doğabileceğinin ihtimal olarak gayet farkındasınız ancak asla istemiyorsunuz tabii öyle olmasını. Allah korusun! Olmaz bir şey… Korusun da “şeytan doldurur” işte maalesef; boş silahı bile çevirip sıkma adamın üstüne üstüne. İki dubleden bir şey olmaz, ev yakın diye oturma direksiyonun başına. Oturdun. Belli olacağı da biz yine kaza oldu kabul edip, az biraz arttırıyoruz bu durumda. Öngörülebilir, engellenebilir bir kaza olduğu için. Yahut ortalama zekâda herkes öngörebileceği için sen de öngörmüş olmalıydın diyelim. Herhangi bir insanın, tersine emare göstermedi diye ortalama zekâlı kabul edilmesi beni çok yordu geçmişte. Genellikle yanılırım ve dâhilerden kazık yerim duygusal olarak. Özel yaşam farklı oluyor tabii hukuktan.

Yetmez, bir de hesabı var bu işin: Hukuk Matematiği. Elimizde üç yüz bir ölü var; adam başı on beş yıl hapis cezası vermekle otuz yıl hapis cezası vermek arasında ne fark olacak? Ömür kaç sene? Ha dört yüz elli yıl yedin ha dokuz yüz yıl, yatacağın bir ömür değil mi?

Öyle olmuyor işte. Skandal burada havai fişeğe dönüşüyor çünkü hukuk hesabı öyle yapmıyor. Taksirli suçlarda -bilinçlisi, bilinçsizi fark etmez- tek ceza veriliyor. Yani istersen on bin kişi öldür toplu olarak fark etmez; alacağın en fazla bir kere yirmi iki buçuk yıl hapis! Ondan da kapalı hapishanede yatacağın -aferin İnayet hapishane- en fazla yedi sekiz yıl. Kalanı şartlı tahliyeydi, açık hapishaneydi, denetimli serbestlikti derken yaşlanmadan evindesin.

Oysa Olası Kastta, istersen bir yıl ceza ver suçtan, her ölü için ayrı ayrı vereceksin. Birer yıl versen üç yüz bir yıl eder; otuz altı seneden önce bırakmazlar hapisten anlayacağınız, orada ölürsünüz. İşte dananın kuyruğunu koparan bu şok edici fark. Amele göre değil niyete göre veriyorsunuz cezayı.

Ben nereden bileceğim peki adamların aklından ne geçtiğini? İkisinde de aynı iş yapılmış, aynı sonuç öngörülmüş; o da gerçekleşmiş. Eylemden çok akıldaki farkı nasıl bulacağız? Adamların savunmasına mı baksak?

Bakıyoruz zaten de kim diyecek size: “Ölürlerse ölsünler, madende çalışmaya hevesli işsiz mi yok dışarda? Her küreğinden çil çil altın kazanıyorum ben bu kömürün; ölürse yenisini buluruz, işçiyi değil parayı bulmak zor bu dünyada…” diye?

Kimse demez.

Herkes “Olmaz bir şey diye düşündük, daha önce yapmıştık bişi’ olmamıştı, niye gelip bizi bulsun, Allah korusun, inşallah, maşallah, fıtrat, kaza, kader…” deyip geçiyor işte. İşadamı o demek.

Kanun maddelerini işçiden yana değil işveren çıkarına yorumlamakla meşhur savcılık teşkilatı bile Olası Kast’tan binlerce yıl hapis cezası istemişken, bıyıklı hezeyanın taksirden söz ederek yarattığı dehşeti anlatabilmişimdir biraz umarım.

Dün geceye dönersek;

“Yürümez bu tek parça olası kast iddiası, anlatayım mı gerekçelerimi?” sorusuna “Anlat bakayım” demek yerine,

“Hayır. Ciddiysen çağıralım herkesi yarın anlat. Aşar Başkan boyumuzu böyle bir iş, yaptım oldu yapamayız, uzun konuşmak lazım…” demiş olması gayet normal Nergiz’in.

Ayrıca hep söylüyorum örgütü bu kadın yönetiyor diye. Gizlisini bilmem ama açığının fren dengesi bunda kesin.

Cevap olarak; “İyi çağıralım o zaman. Anlaşamazsak oylarız” dedi bıyıklı spekülasyon.

Gözüne yeni oturmuş deli pırıltısını o sırada gördüm. Tanıyorum, çünkü bir kez “Ambulansta Hemşireye Saldıran Maden İşçisi” fantezisi sırasında parlamıştı bahçede. Oylama nedir yani? Dava dosyası bu, seçim mi yapıyoruz? Tam saçmalık. Sonra da uyumaya gitti. Yahut ne yapıyorsa artık geceleri Şato’da.

Pelerinine sarılıp tabutta gözlerini dinlendiriyor olabileceğine dair ilk tahminim aklıma gelince utanarak neşeleniyorum biraz. Kısa ama fırtınalı bir ilişkimiz oldu. Kitap okuyup uyuyacak muhtemelen fakat insanlarda güçlü hisler yaratmak için doğmuş bir adam bu; sevebilirsiniz veya nefret edebilirsiniz. İlgisiz kalmak zor gerçekten.

Ben ne hissediyorum? İstikrarsız davrandığında korkuyorum biraz. Onun kastettiği anlamda olmasa bile ben de seviyorum istikrarlı insan yani. Tamamen uydurulmuş olmasına rağmen kulağa son derece etkileyici gelen bir isme, Baron Cosima Piovasco di Rondo Ombraso’ya göre, kişinin kendi koyduğu kurala tavizsiz uyması kişiliği ayakta tutar. Öldürmediyse yani. Cervantes’teki gibi şak diye kılıcı çekip göğsüne saplamaktan daha uzun ve acılı bir süreçtir. Mesela kuralınız tırmandığınız ağaçtan inmemekse, bunun yaşamınızın varlık sebebine dönüşmesi mümkün. Seviyorum ben Calvino mübalağası, berraklık artıyor. Bıyık’ta yok bu açıklık işte.

“Bir çıkar bir fikirle çatışmaya girdiğinde ne pahasına olursa olsun gülünç düşen fikirdir” dedi bir seferinde bana. Söyledim katılmadığımı. Sınıfın çıkarı neyi gerektiriyorsa fikri oymuş kendisinin. İlkesiz bir eğilim gibi görünmekle birlikte Marx’tan yürüttüğünü tahmin ediyorum; onun tarzı gibi. Referans vermediği alıntıları tarzlarından kimliklendirmeye çalışıyorum. Bıyık’la ilişki sürekli bir fazla mesai tadında. Anlattım niye her intihalin öyle çat diye yüzüne sorulamayacağını; sormuyorum.

Her neyse. Kendi koyduğu kurala bile uymayabilir diyorum yani sınıfın çıkarıyla -nasıl bir şeyse o artık- çatışacaksa. Savcı’ya davayı olası kasttan açtırmak için yemedikleri sopa, çekmedikleri eziyet kalmamış bizimkilerin. Bıyık da dâhil. Başarmışlar güç bela. Şimdi de böyle diyor adam! İstikrar yok işte. Menekşe tanısa sever miydi bunu acaba? Kim bilebilir? Neyse, Calvino’dan gidilecekse “Ağaca Tünemiş Baron”dan çok “İkiye Bölünmüş Vikont” olur Bıyık’tan. Hangi tarafını daha katlanılabilir bulacağımdan emin değilim. İç içe geçmiş zaten bunda aydınlıkla karanlık, öyle şıpınişi ortadan bölünemeyebilir.

“Yeni Hayat”ımın orta yerinde dikiliyor olması dışında çok mu meraklıyım pekiyi ben bu Bıyık’a? Hayır. Belki? Frapan diyemesek de dekolte bir ruh bu; geçerken bile olsa içeride neler olup bittiğine bir göz atma isteği uyandırıyor insanda.

Arkasından bir saat daha konuşuldu gece. İçten yemini o sırada ettim işte.

Yemin işleri çetrefillidir biraz. Her çağın, her sınıfın, cinsiyetin kendi yemin metni olur. Shakespeare, sevgilisinin yeminini beğenmeyen Hotspur’a “Sütçü karıları gibi yemin etme, gerçek yemin istiyorum!” dedirtir. “In good shot” vallahi billahi diye çevrilecekse, sütçü karıları gibi yemin ettim denebilir. Şekerci karısı da olabilir o yalnız, emin olamadım. Gecenin bir yarısı “Sizi onur ve bağlılığımın güçlendirdiği bütün varlığımla Kılıç ve Tanrı önünde temin ederim…” tarzında bir şövalye romantizmi gözetebilecek durumda değildim. Bıyık’ın suç ortağı olarak yaftalanmak tehlikesi var ortada. Bırak perhiz bozmayı “taksir” tabusunu ihlalden linç bile edilebilirsiniz. Tamam, bizimkiler bunlar neticede ama ben Bıyık’tan farklı olarak kırılan kolun yen içinde kalacağına inanmıyorum. Atel, bandaj, alçı ister yani o iş. Acılar içinde kalırsınız ancak.

Derviş’e göre hezeyan yeni değil, kafasındaymış bir süredir. Kafalarında ya da? Topuk yangını meselesindeki kaçamak gülüşlerden, gölgeli gerçeklerden falan huylanmıştım zaten. Şimdi salonda yalnız kaldığı için çaktırmamaya çalışıyor olabilir suç ortaklığını, hak veririm yani sonuçta. “Yarın konuşulur” diye kaçmakta buldu o da çareyi.

Dağılırken “Yakacak başımızı bu adam!” diye hayıflanan birisine “Hasta gibiydi sanki, yaramadı keşif…” dediklerini duydum. Değil bence. Kulağıma eğilip “Ah Dike! İntikamın ile adaletsizi ezersin…” deyişi gözümün önünde hâlâ. Elimi tutmadan hemen önce. Gayet keyfi yerindeydi ocaktan çıkarken. Hastaysa da Dike’ın hastası, ne giyiyorsa artık kadın!? Başka bir niyeti var bunun, anlarız toplantıda.

Toplantıdan önce kolayla işlerini İnayet. Xebat yok henüz yeni hayatında farkındaysan. Aramadı. Ayak ağrısı çekiyorum. Kalktım masadan.

Roza’dan mesajlar. Uyanıyor kitleler. Derviş’le buluştuk.

Nihilist Mühendis’le “Süper Elektronik Kundakçı Pasa Makinesi” teorimi anlattım. Çok güldü. Güzel tabii gülmesi, gülsün diye anlattım ama fikre gülmekle yetinip üstüme gülmesin diye Karşı Yaka’nın Hikâyesi’ne hiç girmedim. En az iki yıl tel ve altı implanttan önce söz konusu bile olamaz zaten Jetts çetesine transferim.

“Tam Zihni Sinir’likmiş” dedi.

Karikatür dergileri çağından kalma bir çizgi bant tipi olabilir laf kalabalığından anladığım kadarıyla. Çok gülmesini “komik, bakılacak” diye kodladım kaldırdım yerine. Sonrası tanıdık;

“İkna olmuyorsun ama metan drenajı pompasının elektronik kayıtlarından söz ediyor; tabak gibi ortada işte. O eski panodaki metanı deşarj edelim derken sızdırdılar ocağın içine…”

Dinledim ben bunu daha önce ama çok istekli anlattığı için kesemiyorum;

“…kılçık bacayı açarken iyice hırpaladıkları kırıklı ezikli topuktan dördüncu bant boyuna kaçtı metan. Orada hava zaten negatif biliyorsun…”

Biliyorum.

Evet, ortada tabak gibi her şey sen anlatınca ama çay tabağı maalesef. Derviş’in kapsamlı teorisini ciddiye alıp iki cümle kurmuş bir maden profesörü yok koca bilirkişi heyetlerinde iki yıldır. Diyeceksin ki profesöre mi güvenirsin buna mı; buna ama profesyonel destek lazım diyorum. Susturmadım. Bilimsel açıdan yangını çıkartınca rahatlayıp sustu kendiliğinden nihayet.

“Derviş, ne zaman geldi o kayıtlar dosyaya?”

“Metan drenajı mı? Savcılıktan beri var…”

“Ee, ben ne diyorum sana? Öyle olmadı olay mı diyorum? Tamam öyle olmuştur, görmez bunlar benim işimi yani!”

“Niye ki” dedi anlamıyormuş gibi.

Aslında hiç ilgisini çekmiyor dertlerim. Anlattım bir daha tane tane;

“Annesi yirmi sekizinde görmüş, gayet neşeliymiş; babası dördünde gördü, Cuma günü, çökmüştü. Aradaki altı günde bir şey oldu.”

“Yer değiştirmedi mi işte; tartıştı diğer sanıklarla metan drenajı yüzünden…”

Aklı bende değil bunun. Ateşnefes yakmış tamamen beynini. Belki öğleden sonraki toplantı yüzünden odaklanamıyordur. Soracaksın aslında suratına çat diye: “Senin o demin çıkardığın yangın Olası kastla mı taksirle mi çıkarılmış oluyor bu durumda?” diye. Görecek gününü. Buluştuğumuzda şöyle bir aradım ağzını Bıyık’ın hezeyanlarıyla ilgili, laf alamadım. Poker suratı var zaten sakal yüzünden, rulette hiç tutturamazsın. Toplantıda öğreneceğiz artık neyin peşinde olduklarını. Sinirlenmeme engel değil tabii;

“Kırk beş gün önce oluyor senin o dediğin Derviş! Altı gün önce diyorum, altı, son altı gün!” diye yükselttim sesimi.

“Kızma ya, yeni okumuştur belki metan kayıtlarını?”

Yeni okumuş! Bak şimdi gerçekten sinirlenmeye başlıyorum. “Aferin İnayet, biz becerememiştik öğrenmeyi demeyi biliyorsun! Kim yaptı o metan drenajını?! Oradaydı zaten adam, kendi kayıtları, neyi okuyacak? Sakal fazla uzayınca beyinlerine yeterli besin gitmesine engel mi oluyor acaba bunların? Küpe de o aşamada takılıyor olabilir. Yok gerçi hâlâ bunda.

Bir kere daha Bıyık gibi Derviş’in de müntehiri hafife aldığını fark ediyorum. Azıcık doğru düzgün inceleselerdi kitabı, her belgeyi, her iddiayı, duruşmada olan biteni günü gününe nasıl el yazmalarında değerlendirdiğini görürlerdi. Müntehir’in davayla ilgili bir belgeden haberdar olup da okumadan tek bir gece bile uyuması mümkün değil.

Tıkandım yine, bulamayacağım.

Çaresizlik nasıl akıyorsa artık suratımdan;

“O altı günde dosyaya giren yeni bir şey olup olmadığına bakayım mı senin için?” diye sordu acıyarak. 

İşte bu! Hoş çocuk, akıllı Derviş! Yakışıyor ayrıca sakal buna, gözleri güzel; kırıklarının alınması lazım biraz:

“Evet lütfen! İstiyorum ne varsa!” dedim.

“Erken sevinme, binlerce sayfa olabilir. 

Dijitalde bulayım ben, önce bir bak, istediklerini bastırırız sonra…”

Bastıralım. Dijital Kırtasiye Center’ımız var bizim. Yalnız altı günde bin sayfa nedir yahu? Nasıl bir canavarla boğuşuyoruz biz böyle? Olsun. Son çarem artık o belgeler. Bulacağım benden ne saklıyorsan!

Dolabında iskelet saklayan sadece müntehir olmayabilir bu arada. Kimin ne çevirdiğinden emin olamıyoruz ki bir türlü. İngilizler ifşa edilmemiş kirli sırlara öyle der: “Skelton in the cupboard”

“Onun bir deyim olması Watson, cesedin gerçekten dolapta olamayacağı anlamına gelmez, bak sen yine de…” Sordum ben de Bıyık’a açıktan:

“Bana bu işi verirken, suçluluk duygusuyla intihar etmiş olabileceğini düşünmüş müydünüz?”

“Hiç aklıma gelmedi İnayet; hâlâ da bilmiyorum ne düşünerek böyle gereksiz bir harekette bulunduğunu…”

Samimiydi sanki.

“…emin ol bir fikrim yok; sen ne dersen o.”

Yok gibi duruyor dolapta iskelet falan. Onun yerine artık huzursuz eden tesellisini dinliyorum bir kez daha:

“Bulamazsan, onunla birlikte gitmiş olur sebebi, sıkma kendini…”

Çok istekli durmuyor muydu bu adam işin başında? Söndü mü merakı? Beceriksizliğime üzülmeyeyim diye böyle söylüyor olabilir. Var bazı zarif huyları. Az sadece.

Bulmak zorundayım.

Kendisini neyle suçladığını bilmenin dosyaya bir katkı sağlayacağını düşündüğümden demiyorum. Onun hikâyesine müdahale etmek de söz konusu olamaz. İntihar basitçe öz yıkımdan ibaretse, yapıldı, seyrettik bitti zaten. Yok başka hikâye. Ama ya Bıyık’ın işin başından şüphelendiği gibi bir şey söylemeye çalışmışsa? Mazeret, sebep, kefaret?

İşte o sözün boşlukta yitip gitmesini, unutulmasını kaldıramıyorum. Şimdiye kadar bunun için uğraştım hiç değilse.

Şimdi durum nedir? Yeni Hayat. Emin değilim. Biraz farklı hissediyorum.

Dürüst olalım, ilk yeni hayatım sayılmaz bu benim. Benden çok daha başarılı selefimi, dört buçuk yaşındaki küçük kız çocuğunu kıskanıyorum bazen.

“Biraz unutmayı öğrenmeye çalış yavrum, yeni hayatımız böyle…” demişti ananesi. Ciddiye aldı. Elindeki fotoğraflara rağmen, sokakta karşılaşsa tanımayacak kadar unuttu anne babasının yüzünü, sesini, kokusunu. Sadece ananesi değil kendisi de korudu kendisini kayıp acısının dokunuşundan, yoksunluğun hasarından becerebildiği kadar.

O bile kefareti unutmadı.

“Peki beni size bırakmak için gelirken trafiğe takılmasalardı kaçmaz mıydı ilk uçak?” Yasak soru. Kaçmazdı tabii. Biner giderlerdi, iner dönerlerdi. O küçücük kız baş etti bununla; ne kadarından ben sorumluyum? Nasıl düzeltebilirim? Şimdi ne yapmalıyım?

Şimdi, yoksunluğun bende bulunmayan özel bir türü daha çok ilgimi çekiyor; yoksulluk. Soru hep aynı sanki: Ne kadarından ben sorumluyum? Nasıl düzeltebilirim?

İlginç.

Müntehir köprü gibi görünüyor gözüme. Onu geçebilirsem beni artık sadece İnayet’lerin yaşadığı bu ıssız kıyıdan karşıya, insanların arasına geçirecek diye umuyorum hayat. Gerçi karşısı da pek tekin bir yer gibi durmuyor; kayıplar, katliamlar, günahlar, öfke… Çocuk tecavüzcüsünü yaratan Tanrı’yı bile kavrayabilirim, vardır bir bildiği ama kefareti unutanı kaldıramıyorum işte.

Of. Tövbe ediyorum şu anda yalnız, kafam karışık. Daha basit düşünürsek -sade demiyorum- “Erdem işini iyi yapmaktır”; işim bu benim burada.

Toplantıdan önce bir şeyler yiyelim diyoruz Derviş’le. Kimseler yok ortada. Bu şu anlama geliyor ki her köşede küçük hazırlık ve dedikodu toplantıları başlamış zaten. “Oylama yaparız” dedi adam ya! Daha

neler göreceğiz bakalım.

Bıkmadı metan drenajı anlattı yemekte de. Ses etmiyorum, ne olduysa onun dediği gibi oldu bence; günde yirmi beş saat çalışıp üzerine bir de bana vakit ayırıyor çocuk.

Yemekten sonra ayrıldık, odaya dönüp dinlenmeliyim biraz daha. Ayak tabanlarımın acısı zorluyor. Sabahın köründe korkuluk gibi dikilirsen ayağa olacağı oydu tabiatıyla.

Erken daha toplantı için. Her şey için erken gibi görünüyor dünya gözüme.

hazırlık ve dedikodu toplantıları başlamış zaten. “Oylama yaparız” dedi adam ya! Daha

neler göreceğiz bakalım.

Bıkmadı metan drenajı anlattı yemekte de. Ses etmiyorum, ne olduysa onun dediği gibi oldu bence; günde yirmi beş saat çalışıp üzerine bir de bana vakit ayırıyor çocuk.

Yemekten sonra ayrıldık, odaya dönüp dinlenmeliyim biraz daha. Ayak tabanlarımın acısı zorluyor. Sabahın köründe korkuluk gibi dikilirsen ayağa olacağı oydu tabiatıyla.

Erken daha toplantı için. Her şey için erken gibi görünüyor dünya gözüme.