Avukatın Edebiyata “Çıkar Amaçlı” İlgi Duyan Bir Adam Olarak Portresi
15 Kasım “Hapishanedeki Yazarlar” günüydü. Her ne kadar Uluslararası PEN’in ilgisini çekip “derhal bıraksınlar” listesine giremediysem de hapiste olduğum ve bir şeyler yazdığım kayda geçsin lütfen. Bu listeye girip de hükümetlerin “al o zaman bırakıyoruz” dediği yazar var mıdır bilmiyorum, ama peşindeyim.
Hapishaneden yazmak gerçekten zordur. Çünkü okurunuz, yazdıklarınızı ancak şu süzgeçten geçirdikten sonra okumaya razı olur: “Yalnız biliyorsun adam hapiste!?” Ee, yani? Yanisi şu: “Siyaset” yazdınız diyelim; eninde sonunda sizi hapse düşürdüğüne göre pek de matah görüşlere sahip olmadığınız ortadadır. “Meslek” ile ilgili yazın desek mesela; siz hapisteyken dört tane Ceza Genel Kurulu ile iki sonbahar kararnamesi geçmiş. Bırakın içtihat tartışmayı, şöyle ilgi çekici bir hâkim dedikodusu bildiğiniz bile şüpheli. Hem zaten artık dedikoduları yapılmaya değmeyecek kadar uzak, soğuk ve tozlu bir gezegen gibi görünüyorlar insanın gözüne. Belki hep öyleydiler:
Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün
yalnız, çok ince, çok uzun bir burun aklımda kalan der Nazım kendi mahkeme heyeti için ta 1946’da. Hemen arkasından gerçekten nefis birkaç tespit daha yapar hakimler için ama benim hüküm kurulmadan tekrarlamam pek hayırlı olmaz hakkımda, siz açıp okuyun, kaçırmayın derim.
“Hukuk” yazsam, belki? En kötü seçenek! Hapiste yatan “hak, hukuk, adalet” falan diye atıp tutmaya başladığında; kelin ilacı olsa kendi başına süreceğini milletçe bildiğimizden, bize ne satmaya çalıştığını merak bile etmeyiz.
Kaldı geriye Edebiyat. PEN listesine içimin yanması boşa değil, çünkü hapiste başka bir kariyer imkânı görünmüyor yazarlar için. Yün bere sokmanın yasak olduğu bu saçma mekâna, üzerinde bandrol olmak kaydı ile neredeyse her türden edebiyat eseri sokmak mümkündür.
Şöyle inanılıyor sanırım: “Oturup hapishaneye girmek için yapıp ettiklerini düşüneceklerine, bunları okusunlar…”
Tamamen kusurlu bir kabule dayanıyor bu bakış açısı.
Bir kere genellikle zannedildiğinin aksine, insanlar bir şey “yaptıkları” için değil “yapmadıkları” için hapiste olduklarını düşünürler. Daha doğrusu, tutuklanmamak için yapılması gerektiği halde, o sırada akıl edememiş veya becerememiş olduklarından yapamadıklarını düşünerek.
Lars T. Lih, Rusça “konspiratsiya” kavramının İngilizceye “tutuklanmama güzel sanatı” olarak çevrilmesi gerektiğini önerip, sadece el becerisine değil, sanatsal yeteneğe de atıf yapar siyasi suçlular açısından. Adi suçlarda da durum belirsizdir. “Akılsızlıktan” şikâyet edildiğinde; suçlamaya yol açan fiilden mi yoksa yakalanmaya yol açan fiilden mi söz edildiği, temkinli bir şüphe gerektirir.
Bir kuru kafanın ağzından dökülmesine rağmen, Orhan Veli’nin muhteşem çevirisiyle, sesi hepimizinkinden canlı duyulan, François Villon’un “Asılmışlara Balad”ından bir dörtlük tam da bu konuya değinir:
Kanun namına öldürüldük diye
Hor görmeyin bizleri, kardeş bilin
Dünyada herkes akıllı olmaz ya
Biz de böyle olmuşuz neyleyelim
Tutuklu olmak bu açıdan akıl, sanat veya yetenek eksikliğiyle açıklanabileceği gibi; bazı durumlarda bizim lehimize birtakım değerlendirmeler yapıldığını da bilmenizi isterim. İçerisinde çok ilginç ve pek gönülsüz bir hapishane firarı öyküsü de barındıran Parma Manastırı’nın Şövalye Foscarini’si için, daha 1839’ da Stendhal şöyle söyler: “Oldukça dürüst bir adam olan Foscarini, bu yüzden neredeyse bütün hükümetler döneminde bir müddet hapis yatmıştı.”
Kısacası, aynı dürüstlük gibi “akıl” da öyle hemen, ilk bakışta parlayan cevherlerden değildir. Sabırlı davranıp, zamanın ne getireceğine veya “gece” bittiğinde kimin içeride kimin dışarıda olduğuna bir kere daha bakmak gerekebilir. Birlikte göreceğiz.
Uluslararası PEN’in -kendince haklı sebepleri olabileceğini artık kabullenmiş olmakla birlikte- bu 15 Kasım’da beni hapishaneden kurtarmaya çalışmıyor olmasının yarattığı şişkinliği görmezden gelmeyi başardığımda; mesleğimizden birçok harika yazar çıktığını fark edebiliyorum. Buna rağmen avukatlar edebiyatta hak ettikleri ilgi ve saygıyı görmemişlerdir. Korkarım tarih boyunca bu güzel mesleğin ne işe yaradığını bazı aklı evvellere anlatamamış durumdayız. Genel kanı, hiçbir şey üretmediğimiz gibi; bu “hiçbir şey” karşılığında biraz fazlaca yükümüzü tutma alışkanlığımız olduğu yönündedir. Tam da acaba belli bir açıdan bakıldığında bazı hak verilebilir yanları olabilir mi diye öz eleştirel bir tutum geliştirmeye çalışırken; öyle sert ve haksız bir yumruk gelir ki mecburen savunmaya geçeriz: “Hekimlerden sonra sırayı dar kafalı hukukçular alır. Belki de ilk sırayı almaları gerekirdi (…) çünkü önemli ya da önemsiz her iş bu eşeklerin kararına göre yürüyor” der Erasmus.
Reformasyonun bu büyük ve parlak Rotterdam’lı meşalesinin hepimize eşek demesi yetmemiş gibi bir gözü de cebimizdedir: “…adamların çiftliklerinin sayısı ikiye katlanırken ilahiyatçı tanrısallığın bütün bilgisine erecek diye kitap raflarını alt üst ettiği halde kuru baklaya talim ediyor…” Böylesi bir haksızlık karşısında insanın, hukuk fakültesi öğrencileri bu adamın adını taşıyan “öğrenci değişim programı”nı boykot etsin diyesi geliyorsa da hukukçuya sakin olmak yakışır.
Yani on beşinci/on altıncı yüzyıllarda bu işler nasıl yürüyordu ayrıntılı bilgimiz yok tabii ama bugün gerek Papa’nın gerekse Diyanet İşleri Başkanı’nın makam araçlarına şöyle bir göz atan kim acaba Türkiye Barolar Birliği Başkanı’na yapılan haksızlıktan şüphe duyabilir? İlahiyatçılar kuru bakla yiyormuş! Fazla iddiacı görünmek istemem ama loncamızın akademide artık yükselecek kariyer kalmadığı için baroya geçiş yapmış en güzide temsilcisinin, beş yıl sürecek bir ağır ceza davası için koparabildiği ücreti; vergileri düşüldükten sonra, Nihat Hatipoğlu Hocaefendinin haftalık ramazan sohbetinden kaptığı inancındayım.
Bu mudur kuru baklaya talim? Bu mu ilahiyat?
Oysa bu açık haksızlığa rağmen çoğumuz kazancımıza oranla ne kadar çok ne gereksiz çalışırız. Kendimizden çalarız. Sevgilimizden, çocuklarımızdan hobilerimizden… En berbatı da gençlik hayallerimizden çalarız: “Okuldayken öğrenci lideriydi!” Bakarsın olmuş “Telekom dosyalarının hepsi onda…” Stajda aşk şiirleri yazıyor olanı hatırlayıp sorarsın: “Altın hanımdan sonra en ünlü boşanmacı oldu, ciğer söker nafakada” derler. Dönüşürüz. Gençliğimizdeki “biz” olmaktan çıkmak değil, o genç adamı ya da kadını utandırmak, onlara “aşkolsun” dedirtmektir sorun. Bir kere “çalışıyorum ben, çok meşgulüm” diye havaya girince duramazsınız; en azından istediğiniz yerde duramazsınız. “Devrim yapacağız” diye okul bitirip, başsavcı vekilliğinden emekli olan insan tanırım; Allah saklasın…
No where a busier man the there was
And yet he seemed busier than he was
Der Geoffrey Chaucher “sergeant at the law” hakkında:
Hiçbir yerde onun kadar meşgul bir adam yok
Ama gerçekte olduğundan daha da meşgul görünürdü
Centerbury hikayelerinin avukatı; hacılar arasındaki ne en ilginç ne de en renkli tiptir. Ama kesin olan en meşgul kişi olduğudur. Ünlü yoğunluğunuzun beş yüzyıl önceden edebiyatı nasıl meşgul ettiğini bilin istedim. Ve yine hem gerçek telaşınızın hem de kendinizi soktuğunuz “havanın” ilk kez sizin tarafınızdan icat edilmediğini bilmenin hüznünü yaşayın.
“Yani ne? ‘Çalışmayın’ mı diyorsun, para da mı kazanmayacağız? Senin tuzun kuru tabi yan gelmiş yatıyorsun…” diyenler olacaktır. Burada icra dairelerinde nispeten biraz daha nezih ve huzurlu bir ortam bulunduğunu kabul etmekle birlikte, Mümtaz Zeki Taşkın’ın 1949 tahlili “Hafakan” şiirini hatırlatmak isterim huzur söz konusu olduğunda:
Bu çilli gökyüzü
Bu kalaysız ay
Huzurdan semiren erik
Duadan çatlayan güvercin
Sükundan çıldıran mescit
Sabırdan yarılan kubbe
Huzurdan da bezdik ya rabbim
Aslında fazla huzurun, şiirin adından bile kolaylıkla anlaşılabilecek biyopolitik etkisi; bir başka şairin, Heine’in ölümsüz bir dörtlüğünde açıkça tarif edilir;
Bir şeyler yapıldığını görelim artık
Korkunç kanlı suçlar işlensin
Bıktık bu besili iyilikten
Herşeyi yutup eriten törelerden…
Geçen yüzyılın başlarında yazılmış bu iki şiirin size öğretmesi gereken; hapiste yatmakta olanlara “siz de iyisiniz ha, yan gelip yatıyorsunuz” tarzında espriler yaptığınızda ne hissettiklerini; bizzat hapse girmeden de bilebilebileceğiniz olmalıdır. Daha açık söylemek gerekirse, öyle espri yapmayın, sinirleniyoruz.
İster gerçek ister sahte olsun, yoğunluğun yarattığı bu dönüşümün bedeli çok ağır olabilir. Ağır ama zor fark edilebilen bir cezadır bu ve birçok şanslı insan cezalandırıldığının farkına bile varmadan ölür. Ama kaburga kalınlığı açısından o kadar şanslı değilseniz, bir gün, bilanço kendiliğinden görünür hale gelir. Hasta yatağınızın etrafında toplananların yüzündeki ışığın azaldığını fark ettiğinizde veya bir sevdiğinizin cenaze kortejinde yürürken veya belki eski arkadaşlarınızla fotoğraflarınıza bakarken… Yeterince kendisine saygısı olan insanlarda, ayna karşısında bile kendiliğinden beliriverdiği söylenir “Soru’nun”: Ne hayal etmiştim ve ne oldum? Seçimlerim neleri sonsuza kadar kaybetmeme neden oldu? Şimdi çok geç, artık bitiyor, ama nasıl olabilirdi? Paranın teselli verebileceği anlardan olmadığı söylenir. Trajiktir. Yine de benim hayal edebileceğimden daha yüksek rakamla deneyip kendisini iyi hisseden olursa, haberim olsun.
Böyle anlar aynı zamanda epifaniktir. Yani faydasız pişmanlık ve kesif hüzün açığa çıkan “aydınlanma” anları.
Herkesin ilk dizesini deliler gibi sevip alıntıladığı, ama kimse bahsetmediği için, sonunu bir tek benim bildiğimden korktuğum şiirinde, bu aydınlanma anı için bir adres daha gösterir Gülten Akın:
Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
(…)
Sonra kasabamızın cezaevinde
Silgilerimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimizi iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye
“Olay hapishanede geçiyor, o yüzden dikkatini çekmiştir senin” demeyin lütfen. Evet, bu dörtlüğün her sabah kapılar açıldığında yüzlerce orta yaşlı adamın ciğerlerinden havaya karıştığını hissedebiliyorum, ama benimkinden değil. Benim işim sağlam, çünkü hapse girmeden Yirmi Yaşım’la sıkı bir anlaşma yaptım. Ben, onun okumak istediği bütün kitapları okudum, topladım biriktirdim. Onun bütün düşmanları ile dövüştüm; kafamı, kolumu kırdılar, öldürürüz dediler geri adım atmadım. Onun dostlarına vefalı olmaya çalıştım. Borçlarını ödedim. Gitmeyi hayal ettiği her yere gittim üşenmeden. Üstüne bir de sevgilisi ile evlendim. Ben ona hiç ihanet etmediğim için o da şimdi anlaşmaya uyup benim yerime hapis yatacak. Genç adam, yatsın. Dolayısıyla benim, “kasabanın cezaevi” yerine getirildiğim “cezaevi kasabası”nda, silgi ile genişletip yapmadıklarıma yer açacağım, boş beleş gün yok geçmişimde.
Varsa henüz yerine getirilmeyen bir vaat: Devrim’dir, o da hâlâ geçmiş zamana değil şimdiki zamana ait. Menevşe’ye gelince “geçtiği” falan yok; yıllar geçtikçe güzelleşiyor kadın. Eh o kadarı da yirmi yaşımın bana “hediyesi” olsun; şu halimle asla kandıramazdım, beni o zaman görecektiniz!
Sadece çalışma saatlerinin azaltılmasına kafayı taktığı için değil, birlikte öldükleri güne kadar bağlılık duyduğu gençlik aşkı Laura, sevgili Karl Marx’ın kızı olduğu için de hısmımız sayılması gereken Paul LaFaurge, bu mücadeleyi kazandığımızda bir grup meslekle birlikte bizimkinin de ortadan kalkacağı kanaatindedir: “…O zaman evrensel tüketim amacından kurtulacak olan burjuvazi; tüketme ve savurganlık konusunda kendisine yardımcı olmaları amacıyla yaralı uğraşlarından kopardığı; asker, yargıç (savcı, avukat vb. de herhalde, b.n.), berber, pezevenk vs. den oluşan sürüyü bir an önce başından atmaya çalışacaktır…” Damat tarafından dahil edildiğimiz meslek buketinin, pek güzel kokmadığını kabul etmekle birlikte, hemen devamında yapılan “avukatlar ve bileyci köpekleri” benzetmesini de görmezden gelirsek, fikri yaratıcı bulduğumu söyleyemeliyim.
Tebessüm ettiniz. Edin tabii. Ama ben gerçekten bu ömür törpüsü mesleğin ortadan kalktığı günü görebileceğimiz umuduyla yaşıyorum. Herkesin sevdiği, üretici, güzel işler yapacağımız günler. Roman yazarak PEN’in “hapisten ilk kurtarılacak” listesine girebildiğimiz günler. Oysa maalesef bugün, tebessümünüz bile edebiyatta kötü bir üne sahiptir: “… bunun üzerine avukat katibi yine güldü; yürekten gelen gürültülü bir kahkaha değildi bu, kendi kendine, sessiz, sinsi bir şeydi. Mister Pickwick bundan hiç hazzetmedi. Bir insanın iç kanaması kendisi için tehlikelidir; için için gülmesi ise başkaları ve herkes için tehlike alametidir.” demişti Dickens. Peki kim bu Mister Pickwick? Ah! İşte işin en üzücü kısmı o. Dünyada sizi sevmesini en çok isteyebileceğiniz dört kişiden birisi ve avukatlardan nefret ediyor, en azından “iç kanama” gibi sırıtanlarımızdan. Dostoyevski öbür üç kişiyi “İsa, Don Kişot ve Prens Mişkin” olarak hayal etmişti ama onun bile Mister Pickwick’ten söz ederken sesi titrer sevgiden.
Hayır, elbette kendimizi herkese sevdirmek zorunda değiliz. Mesela adına “Hohunnyymm” dediği bir beygir cumhuriyetini, kurduğumuz bütün uygarlığa tercih eden aksi protestan papazı Jonathan Swift de sevmez avukat; ama bu o kadar üzmez beni. Bugün bir arama motoru olarak bildiğimiz “Yahoo” da aynı öykünün, yani Güliver’in son seyahatinin, sefil ve aşağılık insan türünün adıdır aslında.
Bulduğu ilk fırsatta “efendisi” at ile doğrudan bizim dedikodumuzu yapar Swift: “…burada efendim araya girerek ‘onlar hakkında anlattıklarına göre, bu avukatlar kadar harika bir zekayla donatılmış yaratıkların başkalarına bilgelik ve bilgi konusunda eğitmenlik yapmaları için yüreklendirilmemeleri ne kadar yazık’ dedi. Buna yanıt olarak efendime; ‘kendi meslekleri dışında kalan konularda bunların aramızdaki en cahil ve aptal, günlük konuşmalardaki en bayağı kişiler olduklarını, kendi mesleklerinde olduğu gibi diğer tüm konularda da insanlığın genel mantığını şaşırtmaya eşit derecede meyilli olduklarını’ söyledim.”
Üzüldünüz mü? Eh, ne cahilliğimiz kalmış, ne aptallığımız ne bayağılığımız. O zaman sırf neşelenmek için bir de yargıçlar hakkında söylediklerini okuyun, insan gerçekten eğleniyor.
Gördüğünüz üzere, edebiyat ile ilgili yazmaktaki temel güçlük bir sonunun olmayışı. Madem bu yıl PEN tarafından hapishaneden kurtarılma ihtimalim yok, bu kadar edebiyat yetsin. Daha hapis yatacak mıyım? Bu işler belli olmuyor ama sanırım evet, bir süre daha yatırırlar. Yargılama nasıl gidiyor? Önümüzdeki ay tanık dinleyecekler. 1865 yılı yaz başının o unutulmaz duruşmasındaki gibi gelişmeler bekliyorum:
“… Şapkacı, mahkemeye Fındık Faresi ile kolkola gelen Mart Tavşanı’na baktı.
‘Martın on dördünde sanırım’ dedi
‘On beşi’ dedi Mart tavşanı
‘On altısı’ dedi Fındık Faresi
‘Bunları yazın’ dedi kral jüriye ve jüri üyeleri hevesle üç tarihi de levhalarına yazıp kaydettiler. Sonraları bunları toplayıp yanıtı şilin ve peniye göre buldular.”
Duruşmamıza gelmeyi düşünmüyorsanız, yukarıdaki metinde “jüri” yerine “mahkeme heyeti” koyun, tutanak olarak saklarsınız. Üç aşağı beş yukarı her tanıklı duruşmada olacak olan budur.
Ben de mızıka çalarak bekliyorum.
Yok, herhangi bir ironi yapmadım, alıntı da değil. Gerçekten mızıkam var. Niye bütün solcular gibi bağlama ya da gitar istemediğimi sorduklarında, ikisini de yıllarca deneyip çalmayı öğrenemediğimi söylemeye utandım. İnsan niye bağlama çalamaz, acaba solcu mu değilim yeterince diye endişeleniyorsun haliyle. Ben de ayıbımı saklamak için: “Yönetmelikte mızıka yazıyor, ben ondan istiyorum” diye tutturdum. Bulup getirdi sağ olsun bizimkiler. Küçük ama pek güzel bir enstrüman.
İlk aylarda “Happy Birthday” ve “Daha Dün Annemizin” çıkarmaya çalışıyordum; ama şimdi Bob Dylan çalıyorum:
You got gangsters in power
And lawbreakers making rules
When you gonna wake up?
Ne mi diyor?
Ne bileyim? Ben mızıkayla çalıyorum şarkıyı; ağzında mızıka varken şarkı söylenmiyor. Ama tavsiye ederim, bulun dinleyin, nefis parça.
Sevgiler.
[Silivri Kapalı Hapishanesi / 15.11.2018]
[1] Nazım Hikmet Ran, “Dokuzuncu Yıldönümü” şiiri, Yatar Bursa Kalesinde, Tüm Şiirler içinde, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, İstanbul, 2007, s.875.
[2] Lars T. Lih, Lenin’i Yeniden Keşfetmek, Çev: Melih Pekdemir, Ayrıntı, İstanbul, 2018.
[3] Alain Guyard, Kodes, Çev. Nazlı Ceyhan, Kolektif, İstanbul, 2017, bkz. Epigraf.
[4] Marie-Henri Bayle Stendhal, Parma Manastırı, Çev. Ceylan Gürman, İletişim, İstanbul, 2016, s.517.
[5] Erasmus, Deliliğe Övgü, 3. Baskı, Çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa, İstanbul, 2016, s.103.
[6] Agy.
[7] Geoffrey Chaucher, “Centerbury Tales”; Mina Urgan, İngiliz Edebiyat Tarihi içinde, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, İstanbul, 2003.
[8] Mümtaz Zeki Taşkın, “Hafakan” Şiiri, Orhan Kahyaoğlu, Modern Türk Şiiri Antolojisi Cilt 1 içinde, Ayrıntı, İstanbul, 2015
[9] Heine’den aktaran Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, 6. Baskı, Çev. Cevat Çapan, Sözcükler, İstanbul, 2017, s.126.
[10] Gülten Akın, “İlk Yaz” şiiri. Orhan Kahyaoğlu, Modern Türk Şiiri Antolojisi Cilt 2 içinde, Ayrıntı, İstanbul, 2015.
[11] Paul La Fargue, Tembellik Hakkı, Çev. İsmail Yerguz, Islık, 2016, s.79.
[12] C. Dickens, Mister Pickwick’in Serüvenleri, Çev. Tektaş Ağaoğlu, Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s.497.
[13] Fyodr Dostoyevski, “Sofya İvanova’ya Mektup”, Richard P. Blackmur, Avrupa Romanı Üzerine Onbir Makale içinde, Çev. Müge Güney, İletişim, İstanbul, 2017.
[14] Jonathan Swift, Gulliver’in Seyahatleri, Çev. Can Ömer Kalaycı, Say, İstanbul, 2014, s.301.
[15] Lewis Carrol, Alice Harikalar Diyarında, Çev. Sinan Ezber, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2017.
[16] Bon Dylan, “When you gonna wake up”, “Gangsterler iktidarda/ Ve suçlular kuralları koymakta/Ne zaman uyanacaksın?”. W. Schorlau, Mavi Liste içinde, İletişim, İstanbul, 2017.