Denemeler

ÇHD ve Kürt Halkının Mücadelesi (*)

Elli, yuvarlak ve tehditkar bir rakam… Aynı zamanda yaşamın sadece canlı organizmada değil, metalde, fikirde, uygulamada bıraktığı izi gözlemek için uygun bir süre. 

Yarısı yirminci yarısı yirmi birinci yüzyılda geçmiş bu yarım asır; gerçek veya tüzel, canlı veya metal her omurgalı varlığın eklem yerlerine, sinir düğümlerine, aktarım hatlarına şekillendirici hasarlar verdi. Ancak iz, tehdit, hasar kavramlarının sizi olumsuz etkilemesine izin vermeyin. İdeal form olamaz. Sadece, yıpranan fiziksel varlığımızda değil, kavrayışımızın soyut geometrik yapısında da ancak hasarın verdiği şekle sahibiz. Hasar, forma içkin zaten. Daha zarif tanımlamak için -yaşlanmanın acısını bastırıp- deneyim diyelim. 

1972 doğumluyum. Dışarıda kalmayı başarabildiğim zamanlarda 1974 model bir araba kullanıyorum. Adını 1974 yılında almış bir örgütün genel başkanıyım. Bunları gerçek ve tüzel  kişinin, merak ve yapay derinin yarım asra verdiği tepkilerden yakinen haberdar olduğumu bilin diye söylüyorum: Toplanmanın ve dağılmanın, artmanın ve azalmanın, hızlanmanın ve yavaşlamanın, boyanın, cilanın, restorasyonun ama illa ki elli yıl direnerek dayanmanın her malzeme üzerindeki eşsiz deneyimine sahibim. 

Şimdi, sadece zamanı değil mekanı da ilgilendiren bu deneyimlerden birisinden söz etmek istiyorum: Doğu. 

Ferhenga D. İzoli’de, Türkçe ‘Doğulu’ (rohilati) madddesi -ikinci anlam olarak- “li Tirkiye de Kurda re dibejin’ cümlesini verir. Oysa aynı sözlükte Kürtçe ‘Rojhilat’ (doğu) için -dördüncü anlam olarak- doğrudan ‘Türkiye’de Kuzey Kürdistan’a denir’ ifadesi yer alır. Elimdeki 2007 Amed baskısı ; ‘Çapa Pencemin’. İlk baskının beşinciye nazaran çok daha sert ve kanlı günlerde 1992’de İstanbul’da yapıldığın biliyoruz. Orada da bu iki sözcüğün böyle cesur, güçlü ve dingin bir ifade olduğu teslim edilebilir. 

ÇHD’nin doğu macerası da, bugünden bakılınca, benzer kelimelerle hatırlanmalıdır. 

Hiçbir yerde mülk sahibi değilim, kentli sayılırım yani toprakla bağım zayıf. 72-89 yılları arasında yaşamım Sason, Mazgirt, Korkuteli, Burdur, tekrar Dersim, Hayrabolu ve Konya’da Kaymakam lojmanlarında geçti. Mülkün değilse de Mülkiye’nin güvenliğinde yarı göçebe memur çocuklarının şaşkın gözleriyle seyrettim görülebilecek ne varsa. 

Araba, göçebe değil fakat göçmen; Üretim Brezilya’ya kaydırılmadan önce Almanya’da banttan çıkan son partiden, dönüp dolaşıp Ankara’ya yerleşmiş. Ben de şaşkınlığımın geçmesini takip eden otuz yılı -Kandıra ve Silivri’deki zorunlu iskanım sayılmazsa- pergelin sivri ucunu Ankara’ya batırmış, dünya haritasında küçüklü büyüklü daireler çizerek doldurdum. Çok gezen biliyorsa, tanıyorum bu ülkeyi ve dünyayı. 

ÇHD de Tanır. 

Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropol merkezlerde; Bursa, Adana, Mersin, Antalya gibi büyük şehirlerde her dönem varlık gösterdi ancak bu yazıda söz etmek istediğim, Diyarbakır, Van, Hakkâri, Şırnak, Urfa, Antep şubelerini var eden ve sönümlendiren sinir düğümleri. 

Hikâyenin, aynı örgütün Çorum’da, Burdur’da hatta Marmaris’te şube açabilmiş olmasıyla ve belki tarihi boyunca Karadeniz’de tek bir şube açamamış olmasıyla hem birlikte hem ayrı düşünülmesi gereken anlamları var. 

Türkiyeli Aydınlar kadar Kürt ulusal/siyasal hareketinin de farklı dönemlerde -önceliklerine, tahayyüllerine veya sansüre göre- şekillendirdiği, farklı isimlerle anılmış kentlerden söz ediyoruz: ‘Türkiye Kürdistanı’, ‘Kürdistan’, ‘Kuzey Kürdistan’, ‘Doğu Anadolu Bölgesi’, ‘Doğu’, hatta sadece ‘Bölge’. 

Avrupa merkezli Orient/Şark meselesi, birçok yönden bağlantılı olmakla birlikte bunu aşan bir başka büyük kavram istifi; ihtiyaç olursa atıf yapıyoruz. Henüz isimlendirirken bile kavramsal açıdan temkinli olmayı dayatan demografik/tarihsel/kültürel ve elbette politik basınç hissedilebiliyor. Dönemin IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’nin yıllar önce CNN International’a verdiği bir röportajı mealen hatırlatabilirim; 

– (Gazeteci) En büyük Kürt kenti hangisi? 

– (Barzani) Kürtlerin en çok yaşadığı kenti mi soruyorsunuz?

 – (Gazeteci) Evet, en kalabalık Kürt nüfusun bulunduğu?

 – (Barzani) İstanbul herhalde, üç milyon Kürt yaşıyordur? 

Rakamın gerçekçi olup olmaması bir yana, Başbakanın kendi başkenti Erbil’i veya Süleymaniye’yi, hatta milyonluk Diyarbakır ve Van’ı kolayca atlayarak İstanbul’a uzanan zihni sadece demografi veya coğrafyanın değil politikanın da içinde hareket eder. 

Türkiye Türklerinin dünyadaki Türk etnik varlığı açısından önemi neyse Türkiye Kürtlerinin de Kürt etnik varlığı üzerindeki etkisi odur. Diaspora dahil toplam nüfusun yarısından fazlasını barındıran bu topraklar 18.yüzyıldan bu yana politik ve kültürel merkez işlevini hiç kaybetmemiştir. Bunun inkârı yahut Kürt varlığını veya Türkiyeli Kürtlerin merkezi rolünü tanımama, sindirme politikaları münhasıran iktidarlara aittir. Her türden muhalefetin sancılı kavrayışının ise bir ucunda “Çanakkale’de- Kore’de birlikte savaştık; hepimiz anayasal Türk’üz’’ vurgusu, diğer ucunda “iki millet değil tek ümmetiz, hepimiz Müslümanız’’ anlam aktarması hazır tutulur. Meselenin önce ‘Şark Sorunu’na, sonra ‘Feodal Yapı’ya ve nihayet ÇHD ile yaşıt sayılabilecek sosyalist ‘’Ezilen Ulus’’ tanımına verilebilmesi, tek değil neredeyse iki yarım asra ihtiyaç duymuştur. 

Bugün bu belirgin tanıma rağmen bakışım zordur. Çünkü Kürt tarafının da aynı yüzyıl boyunca Cumhuriyet’e karşı ümmetten, aşirete karşı aşiretten başlayıp emperyalizme karşı uluslararası sömürgeye uğrayan yahut Bağımsız Birleşik Kürdistan’dan Demokratik Cumhuriyete verilen parçalı ve akışkan tahayyülü her zaman simetriye izin vermez. 

Bugün, Kürt halkının kültürel/siyasal haklarının tanınması türünden oynak bir teraziyle dengelenmiş görünmekteyse de geçmişte kan toplamış damarların her birinde akış devam etmektedir ve her türden emboliye meyil vardır. Son söz söylenmemiştir, daha doğrusu öyle bir söz yoktur; Denge yapısal değil tarihseldir. 

ÇHD aşağıda yaklaşık olarak tarif etmeyi deneyeceğim siyasal açılardan heterojen bir meslek/kitle örgütü olarak bu damarların en kılcalındaki nabzı bile her daim hissetti, etkilendi ve bu netameli siyasal alanda kanaatimce başarıyla çalıştı. 

Her ne kadar ‘Ç’ si oradan gelmiyorsa da ÇHD ‘çep’ bir örgüt: Sol.

 İzoli, ‘’yen komeldari sosyalizme ne’’ diyor Çep’in üçüncü yan anlamı için. Sosyalizme eğilimli demek “melderi sosyalizme’’. Öyle miyiz? Radikal feministlerimiz, liberter veya sosyal demokratlarımız da bulunmakla birlikte, çoğunlukla öyleyiz diyelim. Kuruluşumuz da öyleydi. Ağırlığını TKP-TİP çizgisindeki DİSK avukatlarının oluşturduğu bir kurucu profile sahibiz.

Sosyalistlerin Kürt Meselesi’ne modern ilgisi 1967-69 ‘’Doğu Mitingleri’’ ile başlatılabilir. TİP içerisindeki ‘’Doğulular’’ grubunun ve nihayet 14 Mayıs 1969’da kurulmuş Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın bu damarla ilişkisini hatırlatabiliriz. İsmail Beşikçi ‘’Doğu Anadolu’nun Düzeni; Sosyo- Ekonomik ve Etnik Temeller’’ isimli doktora tezini 1969’da yayınladı. 

Bunu bir başka politik hat takip etti. Her etnik kökenden sayısız devrimcinin birlikte mücadele ettiği, yan yana şehit düştüğü, beraber hapis yattığı Türkiye Devrimci Hareketi. Yetmişli yıllar üzerinden bugüne etkileri uzanan üç ana grubun, dışarıdan bakılınca Kürt meselesini daha görünür hale getirmek yahut tali kabul etmek diye kabaca tarif edilen eğilimleri yarışmıştır. Ancak kendisi de bugün elli yılı devirmiş bir koca çınar sayılabilecek Türkiye Devrimci Hareketi’nin, ilk günden itibaren hiç ayrımsız olarak, sınıfa seslenmediği anlarda halklara seslendiği; marşlarından, türkülerinden ve sloganlarından Kürtçe’nin eksik olmadığı söylenmelidir. 

Unutmayalım ki mücadele sadece hareketleri değil insanları da birbirine bağlar ve örüntüler, yaratır. Kurucu başkanlarımızdan Halit Çelenk’in ‘Türk ve Kürt halklarına’ darağacından seslenen Deniz’i avlunun içinden dinleyişini, bir diğer kurucu başkanımız Niyazı Ağırnaslı’nın ismiyle müsemma torunu Suphi Nejat’ın Rojova’da IŞİD’e karşı direnirken şehit düşüşünü tesadüften çok bu örüntülerde aramalıyız. ÇHD, kurucu kadrolarından başlayarak Kürt meselesinin farik ve mümeyyiziydi. 

Bir başka deyişle, temas gerçektir ancak ana gövdeler açısından bakışımın uyumlu olmasını engelleyen ideolojik-politik farklar korunmuştur ve bunlar işlevsel oldukları kadar karşılıklı yanlış anlamaya müsaittirler. Belki bazen de doğru anlaşılmışlığın gerginliğine diyelim. Kriz anlarında her iki tarafın da birbirini milliyetçilikle suçladığını biliyoruz. Kürt siyasal hareketleri açısından eleştirel ana kelime ‘’Kemalizm’’ ve eleştirel sıcak ‘’Türk Solu’’ iken; diğer taraf bölge coğrafyasını da kapsayacak şekilde ‘’anti-emperyalist/kapitalist perspektif yoksunluğundan’’ şikâyet edecek ve eleştirel ‘’Kürt Milliyetçiliği’’ sıfatını kullanacaktır. 

Geçen yarım yüzyıl boyunca siyasal hareketler için sonsuz sayıda ara pozisyon üretilmiştir. Silahlı/silahsız eylem birlikleri, platformlar, çatı partileri, meclisler, koordinasyonlar, sistematik eleştiri ve nadiren fiziksel çatışma. 

Siyasal alan -hiçbir anlamda- hakemlik veya tarafsızlığa izin vermez. Deneyen de siyasetin dışına atılır. ÇHD misyonunun talebi bu değil. Ancak, her düzeyde yönetici kurulu ve temsil yeteneği taşıyan her kadrosu, ÇHD’nin sınırlı ama çok kıymetli işlevsel rolünün önüne kendi kişisel/siyasal-örgütsel önceliğini geçirmemeye özen gösterdi. Heterojen örgüt bu demek nitekim.Tüzük ve geleneğinin çizdiği hat zaten güçlüydü. Anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist ve her türden cinsiyetçiliğe karşı sağlam omurgası, önündeki işi yapmak için yeterli oldu. Bugün de yeterlidir.

 O zaman şimdi, kuruluşundan beri ‘’meldari sosyalizme’’ bu avukat örgütünün kendisini Kürt illerinde var edişi, mücadeledeki rolü ve bu tarihsel rolün bazı işlevleri canlılıkla sürerken bazılarının sönümlenişinin uğrakları hakkında düşünebiliriz. 

İki binlerin ilk on yılında; siyasal hareketlerin henüz kitlesel avukat seksiyon örgütleri yoktu ve ÇHD önemli bir çatı işlevi üstlenmişti. Bugün, her siyasal parti ve hatta çevrenin dernekleşmeseler bile kendilerine isim vermiş avukat seksiyonlarına sahip olmaları bize normal geliyor. Bu her zaman böyle değildi. Elbette politik dava avukatlığının ve politik hukuk bürolarının tarihi ÇHD tarihini aşar ancak geçmişte bugünkü avukat bolluğu ve sosyal medya görünürlüğü bulunmadığından, her çevre bir avukat faaliyetine -yahut imzasına diyelim- sahip değildi. Sosyalist avukat, varsa politik/örgütsel önceliklerini bürosundan, hak ve dayanışma mücadelesini ise ÇHD’den yürütürdü. 

Ben üye olduğum yıl yapılan genel kurulda, üç aday listesinden en az oy alanın elli delege oyuna sahip olduğunu, on beş kadar siyasal çevre ile herhangi bir siyasal harekete bağlılığı olmayan dernek üyelerinin karma koalisyon listeleri hazırladığını hatırlıyorum. Tabir caizse otuz yıl önce herkes oradaydı ve Kürt ulusal/siyasal hareketine ilgi duyan üyelerimiz de listelerden birisinin bileşeniydi diyebilirim. 

Bugünden iki temel farklılık var ve üzerlerinde ayrı ayrı konuşmalıyız. 

İlkini gereksiz bir aşama kabul ettiğimi her fırsatta söyledim; sol-sosyalist siyasal hareketlerin kendi örgütsel ihtiyaçlarını –dava, kampanya, seçim hukuku, gözaltı takibi, hapishane ziyareti- karşılayabilen avukat gruplarına sahip olması sevindirici de olsa; büyük toplumsal davalar ve kitlesel hak mücadelesi konularında niye ÇHD’de çalışmayı bıraktıklarını yahut azalttıklarını anlamak zor. Aynı işi yeni konumlarından yapmadıklarını pratikte görebiliyoruz. ÇHD’nin yükü gittikçe ağırlaşırken politik açıdan angaje aktif üyesi azalıyor. 

Elbette tek üyelik formu bu değil. Siyasal/örgütsel bir bağı bulunmaksızın da ÇHD’de yoğun ve mükemmel iş çıkaran üyelerimiz var, olmaya da devam edecek. Yine birçok siyasal çizgi de toplumsal avukatlık pratiğini hala ÇHD’de ifade etmeyi sürdürüyor. Belki bu ilk meseleyi kapsamlı bir iç çalışma/ konferans konusu yapmalıyız.

İkinci fark, Kürt ulusal/siyasal hareketinin de çeşitli düzeylerde avukat seksiyon örgütüne ihtiyaç duymuş olması. Burada bir aşınma yok, tarihsel gereklilik gibi görünüyor. ÇHD çok geniş bir ihlal-direniş yelpazesini önüne koymuşken Kürt meselesi; özgün davalar, anadil, hapishane politikalarında farklılık, parlamento grubu, seçim ve siyasi partiler hukuku, coğrafi yoğunlaşma gibi özel ihtiyaç alanlarına sahip. O nedenle bir seksiyon ihtiyacı anlaşılabilir. Yine Mezopotamya Hukukçular Derneği deneyiminin gösterdiği gibi, ulusal nüfusun büyük bir kısmı başka ülkelerin hukukuna tabi Kürt hukukçuların bir araya gelmesini gerektiren özgünlük de eklenebilir. Bundan sonra gerekli olan omuz omuza etkili mücadele ortaklığı yürütmektir ki ÖHD ve ÇHD’nin tüzel kişilikleri sayesinde zaten elden gelenin en güçlüsü yapılmaya çalışılıyor. 

Bu tablo tarihsel duruma ilgimizi azaltmasın. İlk çeyreğini tamamlamak üzere olduğumuz bu yüzyılın başında ÇHD’nin Diyarbakır, Van, Hakkâri, Şırnak, Urfa, ve hatta Antep’te şubeler açmasını sağlayan etkileşim, doğrudan politik ihtiyaçların değil pratik avukat eğitimi ve toplu dava dayanışmasının bir sonucuydu. İşaret ettiğim iki bağlanma noktasını açabilmek için; 2004 Ceza Hukuku Reformu ve devamındaki yıllarda yargıda hakimiyet kurmaya başlayan Gülen Cemaatinin -iktidarla birlikte- yürüttüğü ‘’davalama’’ pratiği hatırlanmalıdır. 

Önce eğitim meselesine göz atalım. Ceza ve usul kanunlarındaki köklü değişiklik ülke genelinde elli binden fazla ceza avukatının yeniden ceza mevzuatı eğitimi almasını zorunlu kıldı. Baroların ve üniversitelerin aksine, sürece hazır, donanımlı ve en önemlisi niyetli olan bizdik; böylece ÇHD izleyen on yıl boyunca ceza eğitimini sahiplendi. Kapsamın genişliğini gözünüzün önüne getirebilmeniz için; sadece sekiz saat ve üzeri olanlarla sınırlandığında bile -ki toplamda 32 saate ulaşabilen eğitim kitleri vardı- on beş binin üzerinde avukata yüz yüze reform anlattığımızı düşünmelisiniz. 

Her yetişkin eğitimi gibi bu da bilgi yüklemekten çok tutum değişikliği yaratma temelliydi ve ÇHD’nin köklü ceza avukatlığı pratiğini kitlesel ilgiye sunma fırsatımız oldu. Karşılığını aldık. Bizi dinlemek “bizim gibi yapmaya”, bizim gibi yapmak “biz olmaya” evrildi ve ülkenin her yanında çok sayıda yeni ÇHD’liye sahip olduk. Bugün “Mağdur- Tanık Görüşme Eğitimi” gibi üst düzey spesifik avukat eğitimleri kadar “Olağan Şüpheliler” gibi geniş tabanlı halk eğitimlerinin de yürütülebilmesini sağlayan eğitimci kapasitesi o yıllarda oluşturulmaya başlanmıştı. 

Ancak Kürt illeri bizi sadece eğitimle tanımadılar. İkinci bağlanma noktası dava pratikleriydi. Politik ceza davası avukatlığı, tarihsel akışa göre şüpheli/ sanık müdafiliği ile mağdur/müdahil vekilliği arasında salınır. Sözünü ettiğim dönem her iki anlamda da son derece zengindi. 

Sanık avukatlığı pratiği, özellikle dönemin sonuna yakın ‘’KCK Davaları’’ adıyla anılan bir dizi çok sanıklı bölgesel davayı kapsıyordu. Kürt siyasetçilerin, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, meslek temsilcilerinin, halktan binlerce insanla birlikte yargılandığı bu toplu davaların savunma ekiplerine elimizden gelen en yüksek avukat desteğini verdik. Bugün geriye doğru bakıldığında neredeyse yirmi beş bin iş saatini bulan bu desteğin sadece mesleki faaliyetten ibaret olmadığı da bilinmelidir. Birlikte salonlardan atıldık, gözaltına alındık, dayak yedik, basın açıklaması yaptık, oturduk, barikata yüklendik. Bu yoldaşlıktır ve ÇHD karşılığını, kendisine duyulan güven olarak fazlasıyla almıştır. Ancak bölgedeki şubelerimizin kurulabilmesi biraz daha özel ve incelikli, uzun soluklu birlikte çalışma pratiğine dayanıyor. 

Kontrgerilla Davalarında Müdahil Vekilliği 

Benim Diyarbakır’a avukat olarak ilk gidişim, 24 Eylül 1996 tarihinde on bir tutsağın dövülerek katledildiği, yirmi dördünün ağır yaralandığı Diyarbakır Hapishanesi katliamıdır. Aradan geçen 23 yılın ardından 2019 yılında ben hapisteyken zaman aşımından düşürülen bu dava aynı zamanda çok ölümlü hapishane katliamı dosyalarımızın da ilkiydi. 

Ankara’ya taşınarak zamanaşımı bekletilen JİTEM Ana Davası, yine Ankara’ya nakledilerek ortadan kaldırılmış bir başka katliam Kulp Davası, Kasım 2005’te başlayıp ben hapisteyken katillerin beraatiyle sonlandırılan Şemdinli Umut Kitabevi davası, 2009 yazından başlayarak 2020’ye kadar sarkmış -elbette sonuçsuz- Cizre Jitem Davası… 

Avukatlık mesleğinin izin verdiği en yüksek kişisel bağlılıkla ve mesleğin yaratabileceği en zengin teknik-hukuksal performansla bu davaları sahiplendik; elimizden gelenin en iyisini yaptık. Buralarda yaratılmış avukat çalışma grupları yıllarca birlikte mücadele etti, sayısız toplantılar yaptı, keşiflerde, duruşmalarda ve uzun yolculuklarda kol kola adaletsizliğe direndi.

İşte bize “Doğu’’ şubelerimizi veren temel bağlanma noktası budur. 

Kuruldukları andan itibaren genel kurullarımıza katıldılar, genel yönetim kurulunda temsilci bulundurdular. Onlar olmasaydı yeterince dikkatimizin çekilmeyeceği birçok mücadele temasını ve yöntemini derneğe taşıdılar. Kazandığımız bakış açıları kadar, dostluklarımızı ve birlikte mücadele etme alışkanlıklarımızı da sürdürüyoruz. 

Kürt ulusal/siyasal hareketinin ihtiyaçları bir seksiyon örgütünün varlığını zorunlu kılınca; elbette adalet mücadelesi önceliklerini kaybetmeksizin Kürt meselesinin devasa hukuk yüküne yoğunlaşmak üzere ÇHD’den ayrılıp ÖHD’yi kurdular. Bölgedeki şubelerimiz neredeyse aynı üyeler ve yöneticilerle ÖHD’ye dönüştü ve kaldığımız yerden devam ettiler. 

Meseleyi ikiye ayırmıştım. 

Sosyalist ve ‘’meldari sosyalizme’’ avukatları, radikal feministler, demokratlar ve tüm anti-emperyalistlerle birlikte ÇHD’ye çağırmaya devam ediyoruz. Eğer örgütlüyseler, siyasal hareketlerinin önceliklerini de bizimle paylaşmak ve hepimizi bu öncelikler konusunda harekete geçmeye davet etmeleri için. Eğer örgütlü değilseler, siyasal ve toplumsal mücadeleyi en azından kitlesel bir meslek örgütünde sürdürmeleri için. Birlikte toplumsal davaları takip edelim, avukat tutmaya ve davalarını takip etmeye gücü yetmeyen yoksulların; işçi sınıfının, kadınların, çocukların avukatlığını yapalım. Devletin ezici ve haksız basıncına karşı kimsenin cesaret edemediği davalarda mazlumları ve mağdurları savunalım. 

Kürt halkının ulusal/siyasal mücadelesi açısından, yarattıkları her avukat mücadele örgütüyle dayanışma içinde, ödenecek bedelleri ve kaldırılacak yükü ortaklaştırarak elimizden gelenin en iyisini yapalım. 

Belki bir gün tek ve büyük bir çatı altında yeniden bir araya geliriz.

Neden olmasın? 

Biz kazanacağız.

(*) Çağımızda Hukuk ve Toplum dergisinin Mayıs 2024 tarihli,33/3 sayısında yayınlanmıştır.