Vinyet

EY CEBRAİL!

Babam -İstiklal Marşı’ndan maada- tek marş bilir ve nadiren de olsa neşeyle söylerdi;

“Başka bir aşk istemez 

Aşkınla çarpar kalbimiz 

Ey Vatan! Gözyaşların dinsin 

Yetiştik çünkü biz”

Altmışların başında Mülkiye’den mezun olmuş. Benim okul komşularımın “SBF” rozetlerine burun kıvırır, “MM” takardı.

Marşı ondan dinlediğim son seferde -hareket halinde bir aracın içindeydik- torun sahibi emekli vali ve kaymakam sınıf arkadaşlarıyla birlikte söylüyordu. Vatan ağlıyor? Garip. Toprak mı? “Çimenler üstünde gözyaşları var” gibi mi ağlar vatan? Ve kim yetişti? Ne zaman?

İşin aslı, veteran solistler yüzünden marşa yabancılaşıp basit mecazı çalıştıramadım muhtemelen. Sözler kulağıma o kadar sıra dışı gelmişti ki sahneyi unutmadım.

Kelime Türkçe’de “Vatan yahut Silistre” ile soyutlandığından bu yana, temsil ettiği duygusal coğrafyanın terra‘ya, yani fiziksel toprağa galebe çaldığı anlaşılıyor. Zaten mesela toprak genişletenin bu anlamda Vatan’a ihtiyacı olmaz. Onun arzu nesnesi kılıcının arkasındaki değil önündeki terra nova‘dır: Yeni Topraklar! Soyutlama, belli ölçüde olgunlaşmış kayıp korkusu gerektirir. Korkulan da başa gelir genellikle; misal, gitti Silistre. Tabii son buz çağından bu yana bir santim yerinden oynamamış toprağın bir yere “gitmesi” ne demekse artık?

Toprağın elden çıkışı kadar ilginç bir başka yolculuk, mekândan çok zamanı ilgilendirir ama bağlam aynıdır. Çocukluğun vatanına iki farklı yoldan dönülebilir: Konforlu ve biraz hüzünlü olan yolla; devrimci ve biraz zahmetli olan yol. İkisi de yaşarken bitmez, çünkü yaşamdan uzundurlar. Şimdi yola hafif çıkmak için hamasi duygusal yükü indirerek başlayalım. Nedir öyleyse Vatan?

“Vatan bizim anamızdır” denebilir. Hatta denmiştir ancak fıkranın isabetle işaret ettiği üzere ikinci kez soyutlayacak kapasiteniz yoksa vatan sadece “Çavuş’un anasıdır” çünkü sizinki hâlâ doğduğunuz köyün/ mahallenin toprağında yaşar veya orada gömülüdür. İster mezarla, ister minare yahut çan kulesiyle işaretlensin sınır teratoryaldir. İtalyanlar campinilismo der. Köyünüzün çan kulesinin görülebildiği -veya oradan görülebilen- toprak parçasıdır vatan. Şimdilerde o kadar küçüğüne “hemşericilik” diyor olmamız sizi yanıltmasın; etimolojik değilse bile ontolojik çekirdek hâlâ oradadır.

Pekâlâ.

Çocukluğa uzanan ilk yol hepimiz için tanıdık: “Doğduğumuz yerlerde; nesnelerin biz daha seçim yapma zahmetini tanımadan gönlümüzü fethettiği yerlerde; dış dünyanın yalnızca kişiliğimizin uzantısı gibi göründüğü yerlerde hissettiğimiz rahatlık gibisi yoktur” der G. Eliot. Dilin, dinin, geleneğin ve belki annenin bile ötesinde, nesnelerle ilk ilişkinin konforu. Henüz soyutlanmamış, sadece özel isim yerine öğrenilerek görsel karşılıklarıyla eşleştirilmiş kavramlar: Tepe, ev, sokak, kuş…

  1. Said, derleme kitabına da adını veren ünlü “Kış Ruhu” makalesinde, The Mill on the Flass‘dan alıntıladığı bu parçayı hüzünden çok konfora şahit tutar ama kayıp hissinin oracıkta olduğunu hepimiz biliriz. Toprağın, kayanın, ağacın, derenin, mahallenin şahsında çocukluğun kaybı telafisizdir.

Kayıp tamamlandığında -Çavuş’un da takdir edeceği üzere- artık “Vatanını en çok seven, işini en iyi yapandır”. İş, emrin konusudur. Vatan hâlâ anne sevgisi gibidir ancak maalesef şimdi “onun” annesi ve elbette her zaman “onun” emri söz konusudur. Çocukluğumuzun toprağından Fröydyen bir hamleyle kopmamız gerekir: Vatan eşittir ulus-devlet; o da eşittir yetişkinlik.

Ulus devletlere dair ilginç bir istisna gibi duran mübadele kültüründe, zamandan çok toprak üzerinde hareket edilerek “orada” kaybettiğimizin “burada” bulunabileceği umulur. Hiç değilse bu nedenle yolun ıstırabı göğüs germeye değer görülür. Gitmeye mecbur bırakılmadığımızda bile; ne kadar uzakta, yadırgatıcı ve yeni de olsa; anadilinizin konuşulduğu, dininize inanılan ulus devletin “gerçek vatan” olduğunu hayal edip Silistre’den bu tarafa yürüyebilirsiniz. 

Balkan, Kafkas, Kırım, Kerkük mübadilleri bugün menzile ulaşmış kabul edilse de Ermeni, Yahudi, Rum, Kürt yolcular -artık fiziksel değilse bile psişik- yürüyüşün incinmesini taşımaya devam ediyor bu coğrafyada. Dünyada kitlesel hareket her geçen gün artıyor. 

Silistre’den bu tarafa kovulduğunuz köyünüzün, çökülmüş evinizin ve minaresi tıraşlanmış caminizin üzerinde durduğu topraklar artık vatan değil gözünüzde, belki -o da ticari iş yapacaksa- melodramatik aile komedisi seti: Elveda Rumeli. Keza buradan zorla kovduğunuz, evine, kuyusuna, kızlarına ve kiliselerine çökerek gönderdiklerinizi hatırlamayı da sevmiyorsunuz. Ulus devlet açısından hepsi gereksiz konular.

Milliyetçi-dindar “vatanseverlik” hakkında anlaşılması zor mesele burada başlar.

Gereksiz kabul edilen konuyu -hamaset dışında- konuşamaz ve konuşturamazsınız. Çünkü konuşulduğunda bütün vatanların bir dizi emval-i metrukeye dönüşme tehlikesi belirir: Sizin terk ettikleriniz, size terkedilenler. Dine ve milliyete dayanan hamaset uzun süre iş görebilir; ta ki Gazze’yi anlamaya çalıştığınızda kaçacak yer kalmadığını görünceye kadar.

Anadillerinde konuşan yüz milyonlarca Arap’ın ve her gece aynı Tanrı’ya ant içerek yakaran bir milyar Müslümanın ortasında vatanları kayboluyor. Mübadele yok, muhaceret acılı. Ne din ne milliyet size vatan verebiliyor. Oysa bu ikisi toprağın üzerine boca edildiğinde dinmiyor muydu gözyaşları? Hayır. Vatan ağlamıyor; ölüyor ve açık deniz dışında gömecek yeriniz yok.

“Cebrail, Cebrail

Ey Cebrail!

Vatanım yok artık inme

Bak ağaçlar da göç etti açıklıktaki dalgalarda”

Muin Bessio’nun Sabra ve Şatilla kıyımı için “Kaside“sinin üzerinden bile kırk yıl geçmiş.

“Ana”nın gömüleceği fiziksel toprak buldozerlerle kazıldığında, zeytin ağaçları söküldüğünde kutsal habercinin ayağını ıslatmadan üstüne basacağı kuru toprak da kalmamış demektir. Çıksa çıksa petrol çıkar altından; din artık Abraham Anlaşmaları’ndan ibarettir. Siz savaşırsınız, herkes sizin yerinize barışır; Müslümanlar, Araplar, Türkler, komşular, hemşehriler…

Zenon; “İki türlü insan vardır; tümü hemşehri olan iyi insanlar ve evrensel sitenin dışında kalan kötüler…” demişti. Basit ikili karşıtlık sizi yanıltmasın. Site hakkında değil ortadan kalkışı hakkında konuşur. Sitenin ortadan kalkışı ve evrensel “ahlak”, Hristiyanlıktan önce -veya eş zamanlı olarak- Stoacılığın ve Epikürcülüğün konusuydu. Evrensel Vatan kavrayışı bu fikre çok uzak değildir ve hâlâ sahiplenilmeyi bekliyor.

Vatan, emperyalizme karşı -devlete içkin olduğu bilgisiyle- dövüştüğünüz yerdir. Yendiğiniz, yıktığınız, çöktüğünüz üzerine inşa ettiğiniz, petrol çıkarıp sattığınız yer değil. Dahası Vatan yer bile değildir. Terra‘yla değil Kairos‘la ilgilidir: Zamanla. Umut’dur Vatan. Siteye ait olduğundan çok dışarıya, bugüne ait olduğundan çok geçmişe ve geleceğe dairdir. Zaman aklınızı çelmesin yalnız; “şanlı tarih ve ebedi gelecek” olmaz. Ona “dar gelmeyecek makber” kronolojik zamanda bulunamaz. Kaktüs’ün Sonsuzluğu‘nda, işgal edilmiş ev ve sökülen zeytin ağacı için oğlunu teselli eden ihtiyarın kavradığı türde bir zaman gerekir:

Yarını hatırla oğlum. Nisan otlarının Kemirdiği haçlı kalelerini hatırla; 

Terk ettikten sonra askerler mekânı

Mahmud Derviş haklıdır; Vatan dünün yahut Silistre’nin hatırlanmasından çok yarını hatırlayabilmektir. Dünyanın herhangi bir köşesinde emperyalizme, faşizme, sömürüye, zulme direnilen yerler ve zamanlar var, hep oldu. En azından proletaryanın vatanı işte o yer ve zaman; o dövüştür.

Mahir’le yoldaşlarının Kızıldere’deki kerpiç evden -gecenin sessizliğini yırtacak silah seslerinden hemen önce- söyledikleri marşlar arasında Mülkiye Marşı da vardı:

Başka bir aşk istemez 

Aşkınla çarpar kalbimiz…”

Eh, bazıları Mülkiye’liydiler. Babamı sevgiyle anıyorum ama metafor ancak şimdi çalışıyor. Yetişip gözyaşlarını silmek niyetindeyseniz gerçek vatanseverlik gerekir; o da devrimcilikte bulunur. Bunun dışındakilerin tamamı kapitalist devletin yarattığı yabancılaşmadan ibarettir. Çavuş’un annesinden kurtulabilirseniz çocukluğumuza giden doğru yol buradan geçer ve E. Bloch’un Umut İlkesi’nin sonunda mükemmel bir ifadeyle hatırlattığı gibi, eğer dövüşmeyi bırakmazsak;

“…herkese çocukken görünen ve henüz kimsenin gitmediği bir şey meydana gelecektir dünyada: Vatan”

Ben pasaportunu henüz alamasam da hiç değilse oturma izni için başvurduğumu düşünüyorum, gelir gerisi.

Sizde durum nedir?