BÖLÜM 27: SİYAH ORPHEUS
Lambahanenin az güneş alan floresan loşluğu için bile teni fazla beyaz görünüyor. Kendi ellerime baktım: Hayır. Üzerimizdeki beyaz tulumlarla da ilgisi yok. Basbayağı esmer bu adam normalde. Hastalıklı beyazlık en iyi esmerlerde belli olur, kağıt gibi yüzü. Yağlı kağıt daha doğrusu, terliyor. Dün gecenin tek uykusuzu ben olmayabilirim.
Karanfilleri yerleştirirken elinin titrediğini fark ettim. Hepimiz fark ettik. Alihan kalanları elinden alıp “Ben halledeyim abi…” diyerek kurtardı durumu. O getirdi zaten.
Üç yüz bir tane kırmızı karanfil.
Sabahın bu saatinde nereden bulduğunu bilmiyorum. İnsanı şaşırtma potansiyeli sonsuz Alihan’ın. Saat o kadar erken sayılmaz ama hava kapalı. Belki yağmur yağar. Pardösüsü, ekose atkısı ve kasketiyle gerçek bir Avrupalı gibi duruyor.
Sadece aşağıya inecek olanlar tulum giydik. Katliama uğramış sabah vardiyasının geçtiği yerlere karanfil bırakarak bekliyoruz. Karanfillerle Zazaları aklımda tutmaya karar veriyorum; sanki bu sabahın herhangi bir anı unutulabilirmiş gibi.
Bizim elimiz titremiyor, içimiz belki. Elin ortasındayız. Bir kez daha yabancılara; etrafımızdaki mühendislere, yargıçlara, bilirkişilere göstermemek gayretiyle içimizde tuttuğumuz titremenin dış dünyaya firarından ibaret görünüyor Bıyık gözüme. Rüyadan uyanırken kasılıp kıpırdanan elim sadece; zihnimden önce uyanmış. Yok aslında böyle bir adam. Yapamadıklarımızı hayal edelim diye kurgulamışız. Terliyor hâlâ; kontrol etmek zorunda olduklarımızın kontrolden kaçmış dışavurumu.
Geçiyor sonra hissim çünkü göz ardı edilemeyecek kadar kötü görünüyor. Acı çekiyor olabilir. Istırap veya daha doğrusu. Acı fiziksel dünyaya ıstırapsa psişik dünyaya dahildir. İkisi de var gibi bunda. Neyi geçiriyor üstünden? Bilmiyoruz. Günah keçisidir belki, bizim kaldıramayacağımız acıları yüklenmiştir: “Yirmi yıldır ölülerin avukatlığını yapıyorum…”
Cebelleştiği her neyse fiziksel etkisi gayet gerçek. Var yani ortada hasta bir beden şu anda. Rüyada değiliz. Dağ havası serin olmaktan fazlasına dönüştü yarım saattir. Önemsemiyoruz. Birazdan her otuz metresinde sıcaklığın bir derece arttığı, üç yüz bir ölü doğum yapmış ana rahmine ineceğiz. Isınırız. Birkaç eksik tamamlanıyor, bitmek üzere hazırlıklar.
Şimdi yalnız.
Duvardaki yazıları okurmuş gibi yapıyor. Bir buçuk dakikadır aynı kelimeye baktığı için okumadığını biliyorum.
“Allah Korusun” yazıyor tabelada; Allah’a bakıyor.
Oksijen maskesi çantasını sağa takmış; hepimizinki sağda. İşçilerin karbonmonoksit maskelerinden farklı bu biraz, daha büyük, ağır, kapalı devre. Burun klipsi de yok! Biricik hayat kurtarma bilgim çöpe gitti. Karbonmonoksit maskesinde şnorkel gibi ağızdan nefes alacaksınız, burun kapalı, ortamda kirli de olsa süzülecek hava bulunması lazım. Bunun kendi hava tüpü var. Yirmi dakikalık bir eğitim aldık az önce; Mahkeme Başkanı Bıyık’a eğilip “Ben anlamadım, lazım olmaz inşallah” dedi sessizce, al benden de o kadar. “Aldım eğitim” diye attık imzayı yine de. Allah, yalancıyı, yeteneksizi, cahili de korur mu emin olamadım ama biliyordur inmek zorunda olduğumuzu, imzayı atmadan indinmiyorlar, merhamet eder bize diye inanıyorum. Yanına gidip;
“Sola takmalısınız” diyorum. Sıçrayarak döndü neresinde kaybolduysa o tabelanın.
“Efendim?”
“Siz solak değil misiniz? Maske çantasını sola takmalısınız” dedim elimle bileğini göstererek. Yazı yazarken veya yemek yerken hiç dikkatimi çekmemiş bugüne kadar, saatinin sağda takılı olduğunu şimdi fark ettim.
“Değilim İnayet” dedi. İlginç.
“Neden saatinizi sağ kolunuza takıyorsunuz o zaman?”
Sorduğum anda anlamsızlaştı soru. Öyle sorulabilecek olsa koca liste var elimde; “Niye miyop gözlüğünüzü iple boynunuza bağlıyorsunuz? Niye bıyığınızın şu eğri tarafını düzeltmiyorsunuz? Niye sürekli o yeleklerle geziyorsunuz? Niye beni eve çağırmıyorsunuz?…”
Neden yüzün kağıt gibi bembeyaz be adam!?
Hepsi önemsiz olabilir onun için. Ayırdında bile değildir çoğunun muhtemelen. Yine de bu soru zannettiğimden daha önemli çıktı; huysuzlandı. En küçük diş parıltısına izin vermeyen gamzesiz bir gerilmeyle inceldi dudakları. Tanımıyorum ifadeyi; gülümseme sayılamaz. Yüzü değil de ruhu solmuş sanki bu adamın.
“Kendime bir konuda söz vermiştim, unutmayayım diye o tarafa geçirdim saati” diyor. Gülümsese yanakları ihbar ederdi gizini. Mecburen gözlerine bakıyorum. “Gammaz göz, gamze edip beğendiğini belli eder sevgiliye…” Yan bakış demek aslında gamze. Yanaktakini tercih ederim.
“Neymiş o?” diye soruyorum.
Israrıma inanamaz, büyümüş gözlerle bakarak;
“Unuttum” diye yalan söylüyor.
Pişkinlik yok. Açılmamaya kararlı sadece. Neyse o kendine verdiği söz, bırak unutmayı, bütün ağırlığıyla omzunda. Unutmamak için değil, her an düşünüp bilenmek için yapmış bence saat işini. Belki konuşursa ferahlar diye bırakmıyorum yakasını;
“Ne zaman verdiniz sözü?”
“Daha genç bir adamken. İnayet beni bırakıp deneyimine odaklanır mısın lütten? Tek şansımız olacak, keşfe yoğunlaş!” diyor. Arkasını dönüp hazırlık yapanların yanına yürüdü. Eh, zorla güzellik olmaz.
Deneyimime odaklanacakmışım! “Düş bayıl” diyor yani. Birazdan ineceğimiz yerin üç yüz metre altından üç yüz bir ölü adam çıkardılar; tavsiyeye bakar mısın? Ölüm çukuruna yoğunlaş! “Lütfen” dedi bir de. Demez normalde bu bıyıklı, bu, ne? Bıyıklı Fujimori San. Gerginlikten soyadını telaffuz edemediğim Macarlar alıntı dikte ettiriyor kafamda: “Fujimori Usta, ya dikte ediyor ya soruyor; ya bir şeyi beyan ederken soruyor ya beyan ediyor…” Bu sormuyor, beyan etti: “Yoğunlaş.” Sorsa anlatırdım dün geceyi, anlardı yoğunlaşmak neymiş.
Krasznahorkai! Macarın soyadı. Tek şansımızmış! Bizim? Biz kim? Sen ve benden ibaret olansa fena değilmiş. Değil ama; “Fujimori Seiçi hep birinci çoğul konuşur ama emir kipiyle düşünür…” Bu da öyle. “Lütfen” falan insanın dengesini bozuyor bu adamda. Şimdi ben de tabelaya bakar gibi yaparken -yok yani bakılacak bir şey, tövbe diyeyim yine de madene ineceğiz- aklımda gezinen şarkının sözlerini hatırlamaya çalışıyorum: “Yalnız senin aşkın ile ruhum solacaktır” Neydi ki makamı bunun? Asım Arsoy. Dedem ceviz yazı masasına parmaklarıyla vurarak tempo tutuyor. Plak onun. Masanın üstündeki kalın camın altında bir sürü ülkenin kâğıt paraları dizilmiş. Gittiği yerlerden getiriyor. Çalışma odasındayız. Biliyorum hepsinin hangi ülkeden olduğunu, sorsa söylerim, sormuyor.
“Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır…”
“Adı niye böyle garip?” diye soruyorum.
Üzerimde ananemin sevmediği beyaz üzerine kırmızı puanlı elbisem var, halının üzerine uzanmışım, kitap okuyorum. Garip olan “Yesâri” yani, Asım değil. Yesâri Asım Arsoy adamın adı. Tersi doğru diyor ananem; kırmızı üzerine beyaz puan olmalıymış benim yaşımda.
“Solak demek” dedi dedem.
Açıklamadığına göre, dedem bilebileceğimi düşünüyor demek ki “solak”ın ne olduğunu. Onu hayal kırıklığına uğratmayıp gece sözlükten bakmam gerekiyor.
Bıyık solak değilmiş. Ruhunun solduğunu da sanmıyorum, hasta biraz sadece. Saçma zaten, öyle bir şey olsaydı fark ederdim kesin, ikisini de yani. Şimdilik tek bağlantı ömrünün bir kadını sevmekle nihayet bulacağı galiba; o kadın için de kontenjan dolu zaten.
Hafızam kapakları açılmış baraj gibi uyandığımdan beri, sel geliyor, hatırlama kontrolümü kaybettim stresten. Hiç kontrol altına alabildiysem tabii dört yaşımdan sonra. Sabah, yol üstündeki tozlu, gürültücü kamyonlara, demir hurdalarına, sağından solundan tıraşlanmış tepelere bakarken Parma Manastırı’nı düşündüm. Kendini aşan, zamansız bir cümlesi vardır Kontes Gina’nın; “İnsan elinin henüz mahvetmediği, gelir getirmeye zorlamadığı irili ufaklı tepeler görüyorum…” Como gölüyle Cenevre gölünü karşılaştırdığı sahne. Benim gördüklerim zorlanmış insan eliyle. İkisi birlikte olabiliyor demek ki; akılla tutku diyorum. İlginç. O kadar tutkulu bir kadından bu kadar akıllı bir laf! Tutkunun açığa çıktığı an bence Fabrizio sahnelerinde değil -sevmem o salağı bu arada- Prens’in öldürülmesinde. Aksini düşünenler olabilir ama kini tutku kabul etmek lazım bence. Tutkulu ve akıllıca bir cinayet! Yöntemi katliama yol açabilirmiş gerçi. Kin ve tutku ancak bireysel olabilir bence, kim
kalabalıktan tutkuyla nefret eder ki? Ne bayağılık. İşçi sınıfından nefret ediyorlar desen mühendislerin çoğunun babası işçi veya köylü.
Elbette hiç tutku yok maden katliamında. İnsan eliyle gelir getirmeye zorlanmış tepeler işte. Evet burada da cinayet işlendi -ne kadar kolay söylüyorum- fakat tutku yok. Cinayet dediysem, biliyorum artık; defteri kapatmak için Müntehir’den duymayı bekliyorum sadece. Söyleyecek sonunda. Aile dostu sayılırız, benden saklayamaz. Saf teknik akılla işlenmiş cinayet bu, belki biraz da para hırsı. Tutkudan eser bulunmadığı kesin. Tutku olsa üstlenebilirlerdi. Gurur bile duyarsın gizli gizli. Hırsına nakit paradan daha anlamlı bir kutsallık atfetmeyi başarırsan, binlerce ölümü üstlenmek zor değildir. Neredeyse tutkuya benzer: “Kutsal Savaş” deniyor. Hesabını soran bile çıkmayabilir. Oysa hesap sorulunca hemen “Ben yapmadım Miki yaptı” demekten ibaret bunların tek numarası; akıl bile tartışmalı bence savunmalarında, geçtik tutkuyu. Denebilir ki ustan Bıyıklı Fujimori San’ın talimatı uyarınca “Aşk yoksa parayı takip et!”. Sermaye sahibiyle mühendiste para hırsı dışında tutku ne arasın? Belli olmaz gerçi bu işler; en azından intihar tutku suçu sayılabilir bir açıdan, çalışıyorum üzerinde. Kendinde kendini öldürecek kadar tutkuyla bağlı olduğun neydi senin acaba? Bulacağım, göreceğiz.
Üç katlı idare binasının üzerinden kuşlar çirkin sesler çıkarıyor. Başka hayvan yok. Yabani hayvan yani; evcil hayvan beslenecek bir yer değil zaten. Ne kuşu ki bunlar dağ başında? Karga. Çığlık atıyor; saksağan mı? Kuzgun. Evet İnayet, elma ağacıdır belki, vazgeç, şehir çocuğusun sen. Bitti gibi hazırlık, ineceğiz birazdan. St. Antoine’ın Güvercinleri olmadıkları kesin. Of! Ruhum! İnayet madene iniyor, duyuyor musun? “…düştü düşecek dalından bir yaprak.” Galiba korkuyorum.
Söyledim ruhum kurtuldu: Korkuyorum!
Bırak şimdi tutkuyu, ruhu, Bıyık San doğru söyledi; deneyiminin teknik arka planına yoğunlaş artık.
Pekâlâ. Say! Sayabileceğini biliyorsun, çok çalıştın.
Bu ocağın son döneminde üç farklı panoda, on ayakta kömür üretimi yapılıyordu. İki ayak tam mekanize, beş ayak yarı mekanize ve üç ayak klasik. Artık ezberlediğim sıralarıyla, yüzeye en yakın +280 ilâ +210 kotları arasındaki S panoları klasik çalışılıyor. Çıkış yolunda kaldı onlar, göremeyeceğiz. Çünkü giriş denilen tek delikten girip çıkacağız anladığım kadarıyla.
Biraz daha aşağıda +95 ilâ +86 kotları arasında A panoları ve nihayet cehennemin dibindeki ateşnefesli kuyu tabanı: +64 ilâ +40 kotları arasında H panosu. Sayılar azaldıkça deniz yüzeyine çarpmak üzere olan uçaktaymış gibi geri sayarak düşünebilirsiniz, üç yüz kırk, üç yüz yirmi, üç yüz, iki yüz seksen… Sıfır deniz: Mutlak Huzur. Niye yirmişer yirmişer sayıyorsun? Bilmiyoruz. Kes İnayet. Teknik ol. H Tam mekanize. Şu anda bastığım yerin tam üç yüz metre altında!
Hangilerini görebileceğimizi bilmiyorum. +342’de açık havadayız şimdi, ocak ağzında. Deniz buradan çok uzaklarda bile olsa yine de yüzeyinden sadece üç yüz elli metre yüksekte olduğumuza inanmak zor. Gerçekten dağ başı gibi bir yer burası. Eynez diyorlar. Bilmiyorum ne manaya geldiğini, tepenin adıdır belki. Ocağın adına gelince, anlamını sıfat olarak çiğneyip yutmuş zaten: Karanlıkdere.
Nihayet kulikarın önünde toplanıyoruz. Görünce komik gelmiyor adı.
Kargaya karar verdim çünkü hiç beyaz yok tüylerinde. Kuşlar da buralarda, bizi takip ettiler. Taşıtımız Derviş’in anlattığına benziyor ama bu insan için olan vagonmuş. Asıl işi ocağa malzeme indirmek olan bir yeraltı demiryolu bu; başka tipte vagonlar da var yani. İnsanlar genellikle yürüyerek iniyor. İşçi insanlar öyle en azından.
Kömürle de işi yok bu vagonların. Kömür hemen yanımızdaki koca konveyör bantta taşınıyor. Yani en çok derinlerdeki mekanize panoların ağır çelik şiltlerini indirmek için önemli sanıyorum bu kulikar yolu. Lambahanede beklerken Zonguldak’tan gelen Acil Kurtarma Şefi “Yürüyen Tahkimat” dedi şiltlere. Aynı anda yürümek ve tahkim etmek oksimoron gibi duruyor. Hem yürüyüp hem nasıl sabitleyeceksin? Otuz metre kalınlığındaki kömür damarı içine sokulan makine, üç katlı ayakları ileriye doğru kazdıkça -tavanı tutsunlar diye- şiltleri de öne doğru ilerletiyor. Onun için “yürüyen” anladığım kadarıyla. Deliği sabitlemek için her adımda kendine tavan yaparak ilerlemek gibi… Önce en üstteki tavan alınıyor. Bunu zaten söylemiştim daha önce. Hayır, altı kere söylemiştin! Uf Çok sıkıcı teknik. Kumarda kazandığım gün Bob Dylan ile konuştuğumuz -şimdi kapatılmış olan- mekanize A panosunun tavan katıydı mesela; metan çıkınca drenaja başlamışlardı, hani benimkini küstürdükleri iş. Sosyal teknikler daha hoş.
Her neyse.
Bindik vagona. Yedi sekiz sıra var arka arkaya, her sıraya iki kişi. Ortalarda bir yere oturdum.
İniyoruz.
Göz alışıncaya kadar zifiri karanlık gibi geliyor, değil ama, lambalar var tavanda. Tahminimden hızlı iniyoruz. Dürüst ol, bir şey tahmin ettiğin falan yoktu, korktuğundan iki kat hızlı iniyorsunuz! Kırkar kırkar sayar gibi! Konveyör heyulası akıyor sağımızdan. Onun bir yere aktığı falan yok tabii, çalışmıyor şu anda, biz aşağı indiğimiz için öyle görünüyor. Hayal ettiğimden çok daha geniş, yüksek bir bant. Büyük havaalanlarının valiz taşıma sistemlerini andırıyor. Dünyayı sadece hava taşımacılığı sektöründen kavrayabildiğim için bedava mil verilmeli bana, uçak-insan kombinasyonuyum, yeni insanım ben, reklam yüzü gibi yani. Kes. Oturduğum yerden dirseğimin hizasına çıkıyor bant neredeyse -ki yüksek bir sırada, vagonun üstünde oturuyorum-. Altında sıralanmış silindirleri görebiliyorum dikkatli bakınca. Sipariş listemi tekrar ettim içimden. Alihan’ınki hep aklımda, Nergiz’inkine daha var, Melike en son, Derviş şimdi!
Sol duvardaki boru demetinin kalınlığı bir buçuk metreden fazla. Farklı büyüklüklerde yirmiden fazla boru veya kablo iniyor yol boyunca. Eskiden bu ocakta diafon da varmış, bas-konuş sistemi yani. İşçiler futbol maçlarının sonuçlarını soruyor diye iptal etmişler. İşte futbolun bir zararı daha. Maden efsanesi olabilir yalnız iptal sebebi. Birlikte çalışan kalabalık erkek-insan gruplarının mitolojik eğilimini biliyoruz: Ordu, okul, din… Erkek-insan. Bas-konuş. Bastır uydursun anlayamadığı acının makul sebebini. Kadın gibi yüzleşemez zorlukla. Eğer o sistem çalışıyor olsaydı bazı insanlar kurtarılabilirdi deniyor. Bilemiyoruz. Dâhili telefon var zaten, yaramamış bir işe. Gerçek nedir? Bıyık olsa böyle sorunca kızardı. Gerçek şu ki vardiya amirleri tarafından açıkça “boşaltın” denmeden kimse işini bırakıp da çıkmaya cesaret edemez, o da denmemiş anladığım kadarıyla. Diğer yandan, dumana nerede yakalanmak daha avantajlıydı sorusu böyle tez ayaklı bir düşman söz konusu olunca henüz cevabı verilememiş bir helallik talebinden ibaret. Orpheus Hymenlerinde; “thretois khresmode megiste” der: Ölümlülerin düşü en büyük kehanettir. Aklımın kuytu bir köşesi geceki rüyada yaşamaya devam ediyor, eğer bir kehanet idiysen umarım yanlış okumamışımdır seni rüya. Çok basit olurdu yani “İnme!” Eee, sana inme dedik o madene, rüya bile gönderdik! Of! Of, of. Bilimsel İnayet lütfen, teknik düşün.
Yanımda oturan bilirkişi notlarını düzenliyor. Kafamı sağa sola çevirdikçe o da bakıyor döndüğüm yere. Rahatsız etmeyeyim adamı diye kestim o yüzden kıpırdanmayı. Onun gözüne tanıdıktır herhalde buralar, maden profesörü sonuçta inmiştir yani daha önce? Umarım bölme biliyorsundur diye geçti aklımdan. Takıntı oldu bende. Laf işitip, mor dairelere alınıp morarmayalım: “Utanç Verici!”; “Aptal Bunlar!”; Skandal!”… Mor gitmez kızıllara, haklı ananem de o değil sanki bendeki? Huzursuzum mor renkten. Sebep? Bilmiyoruz.
“Mor dediğimiz var ya hani mor
şu söylemesi kolay, yaşanması zor…”
Ne? Niye? Adnan Yücel bu ama saklanan tam böyle bir şey değil sanki huzursuzluğumda, neyse, düşer jeton zamanı gelince. Adamın tipinde çok bilinmeyenli trigonometrik problemlere aşina bir hava var. Bilirkişinin diyorum, Adnan Yücel’in yüksek matematikten anlayacağını sanmam; bu her an “Açılın, tamam, ben profesörüm…” diyecek gibi. Güvendeyiz. Umarım yani. Derin nefes al.
Bıyık iki sıra arkada. Sanık avukatlarından birisiyle sohbet ediyor. Duruşmada birbirlerini yerler, burada kedi yavrusu gibi sokulmuşlar. Başı eğik; kısa cevaplar vermesinden sohbeti yanındakinin açtığını anlıyorum. Veya öyle istiyorum biraz da; benimle konuşmayan adam bununla sohbet başlatmış olmasın işte.
Kıskandığımdan değil, durduramadığım panik duygusuyla baş etmeye çalışıyorum. Her metrede kaygım artıyor geri sayım gibi. Bir an, gözlerini kaldırıp, profesörün omzu üzerinden ona dönmüş yüzüme bakıyor. Nereden hissetti bu adam baktığımı? Kalp kalbe karşıdır derler. Değil. Lamba yüzünden. Sarı baretlerimizin üzerine takılı tepe lambaları yanıyor, arkama dönünce yüzlerine vurduğu için fark etti. Gözlerini açıp kapıyor iki kere. Işıktan rahatsız oldu belki diyeceğim ama çok yavaş: “Dön önüne, iyiyim ben, solak falan değilim. Başımıza bir şey gelirse oksijen maskesinin çantasını açabilecek durumdayım, hâkimle sen beceremediniz ben gayet iyi çözdüm aparatı…” diye anlamaya karar veriyorum. Tabela geliyor hemen aklıma: Allah Korusun!
Gözlük dışında gözle ilgili tiki olmadığına göre, bir anlamı olması lazım o göz hareketinin. Kendisi söylemeye tenezzül etmiyorsa ben özgürüm istediğim anlamı çıkarmaya. Şanso Panzita özgür bir kadındır; kendi şeytanından bile.
Alihan; “Yakınında dur İnayet, iyi değil bu” dedi kulikara binerken sipariş olarak. Bana da sorsaymış keşke “İyi misin?” diye, değilim, belki o inerdi benim yerime. Verirdim ödül çikolatalarını geri. Gerçi İnayet’le Sefa yedi onların hepsini. Cırcır? Şehitler! Sus. Dur orada İnayet. Zaman hissim kaybolmuş durumda. On dakikadır veya üç saattir iniyoruz; arkeoloji haftası, Ovit Tüneli, mevsimsiz soğuklar. Elimi koyup nabzımı ölçmek için bileğimi ararken, durdu. Kulikar yani, nabzımı bulamadım, bilmiyorum.
Bitti yol. Geldik. Nereye peki? İniliyor araçtan. Mahkeme üyesi iki kadın ve benim dışımda hepsi erkek. Otuz kişi daha var sanki sağda solda. Şimdi kulikarla gelmedi bu kadar insan, belki önceden inmişlerdi.
Sakin görünüyor hâkime hanımlar. Sen de sakin ol. Yanımızda bugün için giyilmiş olduğunu belli eden beyazlıkta yepyeni tulum üniformalarıyla emniyetçiler var. Bazıları Zonguldak’tan. Aralarında tutuksuz sanıklar da olduğunu fark edip şaşırıyorum. Mahkemedeki hallerine benzemiyorlar Daha doğrusu davada çok sünepeler, burada mühendise benzemişler. Şaşırılacak bir şey yok aslında, bu ocakta çalışıyorlar hâlâ. Maaşları ödeniyor hiç değilse. Kuyruk. “Kuyruktan Sökülme” geliyor aklıma. Nedense hep Pembe Panter kostümü kuyruğundan çiviye takılıyor imgesiyle beraber geziyor bu laf kafamda. Takılınca sıra sıra sökülüyor kuyruk, panter koşuyor, pembe bir ip yumağı bırıkıyor. Saçma tabii. Gülemedim bile. Patron tutuklu ve tutuksuz bütün sanıkların -ve Bıyık’a göre bazı önemli tanıkların- maaşını ödemeye devam ediyor. “Dava yıllarca sürse bile ödeyecek” diyor Bıyık, dosya kuyruktan sökülmesin diye. İşsiz kalırlarsa bunalıp mahkemede ileri geri konuşmaya başlarlar anlamında.
Keşif programı anlatılıyor. Açıklık bir yerdeyiz. Neresi olabilir? Evet, U3 elektrik panosu. Tam kalbindeyiz ocağın. Açıklık dediğim tünelden geniş, salondan dar bir şey iste. Bizim eski evin salonunu kastediyorum, piyano ve şömine bulunan salonlar yani; televizyon bulunan odalardan büyük her koşulda. Yüksek en azından. Kılçık baca kurvesinin ve ünlü dördüncü bant boyunun da yakınlarındayız o zaman. Haritalarını hatırla İnayet. Bitti. Anlattılar yani. Anlamadım. Gideceğim peşlerinden, başka bir yer yok zaten gidilecek; yüz elli metre yerin altında tüneldeyiz. Serin burası, esinti var. Emici vantilatörün sesini duyamayacak kadar derindeyiz ama ana yol, hava akımı güçlü.
Yürüyeceğiz.
Hemen arkasındayım Bıyık’ın. Buldum nabzımı, yavaşlamıyor. Demin sohbet ettiği avukat;
“Adamına göre değişiyor sıcaklık diyorduk, avukat beyi inandıramıyorduk. Al işte başkanım ne kadar serin burası; Avukat bey nasıl terliyor? Daha kazma bile sallamadı. Sorsak çok sıcaktı diyecek duruşmada…” diyor yüksek sesle. Bıyık’a bakıp gülüyorlar.
Onlarla birlikte gülüp gülmediğini göremiyorum. Alnını koluna silip yavaşlıyor terini saklamak için. Yanımda şimdi. Suyumdan uzatıyorum. Ilık su. Aklımda atlet kemiren fareler cirit atıyor. Suyu uzatırken fark ettim ki nihayet benim elimin aklına da titremek gelebilmiş. En ön taraftan;
“Öyle değil, yukarıda da rahatsızdı biraz avukat bey, sıcakla ilgisi yok” diyor mahkeme üyelerinden birisi. Adalet Tanrıçası’nın sesi gibi geliyor kadının sesi kulağıma. Sakin, açık bir gözlem. Gayet tarafsız bence ama ikna olmadım; şimdi ölme lütfen! Asla taşıyamam seni sırtımda yukarıya! Sakinleş İnayet. Gözlem derken, adama senin dışında da dikkatli bakan var yani farkındaysan? Hakimânım? Saçmalama, fark edilmeyecek gibi değil zaten, şurada hastalığın esprisinin yapılması çirkin sadece. “İyice bayağılaştı bunlar” diye düşünürken yakalıyorum kendimi. Haksızlık ediyor olabilirim avukata; Bıyık taraf açıkça bu dosyada. Aslında böyle bir espri fırsatı yakalasaydı o da acımayabilirdi adama. Yapıyor duruşmada, sırıtıyor sonra da. İngilizler “poshlot” der; hani böyle halinden memnun bir bayağılık var hepsinde. Neyse adama haksızlık etmek pahasına Bıyık’ın sağlık durumuyla ilgili bir espriyi kaldıramayacağımı fark ediyorum. Bayağılıktan hoşlanmıyorum.
“İnanılmaz ölçüde bayağılar” der Bayan Castillo mesela Daisy Miller’la annesi için. Haksızlık eder. Sadece farklıdırlar oysa. Sonra da şu ağır kalp çarpıntısının ortasında neredeyse tamamen katıldığım tespiti yapar:
“Bayağı olmanın kötü olup olmadığı felsefecilere sorulmalı. Fakat her durumda hoslanmamama yetecek kadar kötüler ve bu kısacık hayatta bence yeterli…”
Teyzesi bu Winterbourne’un. Yeni hafıza kısa devrem teyzeler ve yengeler! Kes şunu İnayet. Yine de söylemek zorundayım ki buradan çıkamadan öleceğimize inandığım şu anda, gerçekten gözüme kısacık görünen hayat açısından bana yetti yani bu adamların bayağılığı!
Çıkmadan ölmek derken, cehenneme inmek için ölmenin gerekmediği bu gibi durumlar istisna olabilir tabii. Ağlamak istediğim için ölü olmadığımızdan emin gibiyim aslında henüz, öldükten sonra ağlama isteği olmadığını umuyorum, sonsuz ağlama berbat sonuçlar yaratabilir burun mukozası ve cilt açısından yani. Tamamen kopmuş olabilirim. Aklına sahip çık, bedenin onu izler İnayet. Ge-hinnom İbranice’de gözyaşı vadisi demek. Belki Bıyık’ın kaybolduğu tabelada “Lascienta ogni sperenza” yazılması daha doğru olurmuş: “Vazgeçin her umuttan.” Öyle yazar Dante’nin Cehennem’inin kapısında. Aklın başında, eğitimin çalışıyor. Aferin. Kim vazgeçecek umuttan? “…voi ch’entrate” elbette: İçeri Girenler! Nasıl girmeye razı oldun sen o kapıdan acaba!? Niye yani İnayet? İnselerdi işte Alihan’la, taşırdı o dev bunu rahatlıkla sırtında, musahip olurlardı çıkınca.
Aslında korkumun kendimden çok Bıyık’la ilgili olduğunu fark ediyorum, adam ölüyor olabilir tam şu anda! Sudan bir yudum almak için durdu. Nefes alışverişi hızlanmış. Üç metreküp/ dakika havanın Latakya tütününün yorduğu ciğerlere yetmediği gayet açık. Belki de KOAH başlangıcı vardır bunda. Terleme nedeninin sıcaklık olmadığı kesin; ben zorlanmıyorum nefes almakta, kimse zorlanmıyor. Solunum kapasitesi azalmış bunun akciğerlerinin. Akciğerinde sorun olmayan ebeveyn verilemiyor mu acaba bazı çocuklara!? Tövbe. “Olmaz bir şey, dayanır” diyorum. İnandırıcı değil. İçimden yükselen kaygı çok tanıdık. Benimle birlikte büyüdü çocukluğumdan beri; “Yaşlı onlar, senden önce ölecekler!” Kaybetme korkusu nabzımda şimdi. Panik gelecek peşinden, tanıyorum bedenimi.
Bütün cesaretimi toplayıp elimle durdurdum yürümemesi için. Omzuna basınç uygulayıp bana dönmesini sağladım. Şakaklarımdaki zonklamayı sayabiliyorum, gerçekten geri sayıma benziyor; helalleş şununla İnayet!
“Bir şey isteyebilir miyim?”
Işık, tulumumun üstünde yukarı aşağı sarı ışıklar kaydırdı. Başını sallıyor.
“Bana şöyle gerçek bir gülümseyebilir misiniz?”
Delirdiğimi düşünecek adam. Olsun, çaresizim. Göğsüme basınç yapıyor artık kaygı.
Onun omzunun üstünden arkayı gösteriyor lambam. Biraz ileride durmuş herkes. Bizi beklemiyorlar. Benim profesör duvarda fay çatlağı bulmuş, onu anlatıyor göstererek. Sesi boğuk ama tok geliyor: “Yanal atımlı faylar…” Fay var madende! Yankısız. Sesi emiyor mekân.
Hiç değişmedi yüzündeki ifade, sadece durunca nefes alışverişinin sıklığı azaldı.
“Sebep?” diyor.
Çok tatsız. Kayıp hissim artıyor. Sakın ağlama İnayet. Metafor o; gözyaşı vadisini diyorum, unut onu. Burnumda İnayet’in bisküvi kokusu -kedidili olabilir mi? Hayır- dedemin Latakya harmanı, ananemin “Jasmin” parfümü -benim için yapılmış kızım, adından belli- ellerim atlet yamar gibi titremeye başladı.
Cicibebe!
Nihayet, Cicibebe’ydi bisküvi. Aferin, söyle kurtul İnayet. Kedidilinin cesaret vermek için yardıma geldiğini anlıyorum minnet duyarak, Didem’in dediği gibi; “Avuçlarınla konuş” dedim içimden.
“Allah büyüktür diyen insanlar gibi
kedidili bisküvilerin bir pastayla konuşması gibi
yumuşak ve kremalı konuş…”
Denedim sonra. Biraz mıyıltı gibi çıktı sesim;
“İhtiyacım var. Yaşayacağınızdan emin olabilmem için…”
Lütfen demedim her şeye rağmen.
“Korkma yahu, asık suratla bile olsa yaşamak için çok sebebim var daha…” diyor. Her türlü beklentimi aşan kocaman bir gülümseme. Baretimin tepe lambası gamze çukurlarının dibini aydınlatamadı bile, çok derin güldü. Geçti panik ama rahatlamadım. Kus, çıkar hepsini İnayetim. Arkada fay muhabbeti derinleşmiş, bizimle ilgilenen yok.
“Annemin yüzden fazla fotoğrafı var ananemin sakladığı albümlerde…”
Tünel iki ucundan sonsuza kadar uzanıyor gibi; geçmiş ve gelecek. Biliyorum öyle olmadığını şimdideyiz, dördüncü bant boyunda, ben öyle hissediyorum sadece.
“…hiç birinde gülmemiş. Tesadüfen tebessüm bile yok bir tanesinde!”
Kıstı gözlerini.
“…mutsuz değildi, objektif fobisi vardı dedi dedem. Mesela bana gülümsemiştir kucağına aldığında mutlaka ama hatırlayamıyorum işte…” Galiba ağlayacağım.
Işık yüzüme gelmesin diye başını hafifçe konveyörün enkazına çevirdi. Yanmış hep buralar. Tam burada başladı yangın. Hiç sevmemiş, istememiş olabilir beni diyemedim.
“Fotoğraflar insandan tercüme yapmaz İnayet, alıntı yapar sadece. Annenle senin aranda bir mesele değil fotoğraflar; onunla objektif arasındaki meseleden bir alıntı sadece büyük ihtimalle. Kaygılanmayı bırak o yüzden.”
İlginçmiş. İntihal kesin. Ağladım yine de.
“On beş yaşından sonraki bütün fotoğraflarında aynı kolyeyi takmış!” diyorum ağlayarak. İyi oldu. Kadın iyice psikopata benzedi böyle anlatınca; doğru ama işte kolye meselesi.
“Severim istikrarlı kadınları, heyecan verici” diyor gülerek. Manyak. Öyle bakınca bir istikrar var tabii ama ne tür bir heyecan uyandırdığını kestiremedim. Gülmek zorunda kalınca geçti ağlama. Karışıp hafifletmiş de olabilir ağlamama; gülme değil çünkü, annemin obsesif istikrarına dair geç kalınmış eleştirel kıkırdama gibi bir şey.
“İyi, hemen ölmeyin o zaman. Ne yapacağımı bilemem şimdi burada. Çıkıncaya kadar dayanın, bana emanetsiniz” dedim. Burnum aktı. Mendilim yok.
“Kim emanet etti?”
“Alihan”
Sildim koluma.
“Tam adamına emanet etmiş. Gayret gösteririm ölmemeye ama sen yine tam güneş ışığını görmeden bakma arkana tepende baret lambasıyla” diyor; omzuma vurup beni gruba doğru iterek.
Daha demin ölüyordum -veya ölmekteydim, ikisi de caizdir- ama intihal avcılığı yapmama engel değil elbette;
“Aklımdan çıkmıyor zaten, iki aydır Orpheus’la yatıp kalkıyorum” diye sızlandım yalandan. Daha iyi görünüyor. Severmiş istikrarlı kadınları; lafa bak! Öldü falan ama sonuçta evli kadın nesinden heyecanlanıyorsun yani? Mukayyet ol aklına sen İnayet; şok yüzünden geliyor aklına bu saçmalıklar. Unutmaya çalış rica ediyorum annenle Bıyık’ı.
Kalabalığa yetiştiğimizde kulağıma eğilip;
“Çıkarken yanıma otur, sana başka bir Orpheus anlatayım” dedi.
“Anlaştık o zaman” dedim. Dejavu bile sayılmaz. Hemen anlaş zaten. Zaafım var bu adama, üçüncü oluyor. Yine de gereksiz yere iyi hissettim kendimi. Sonra da keşif yaptık. Saatler sürdü.
“Yer altında bir boşluk açtığımızda üst katmanların ağırlığı bir süre sonra çökmeye neden olur…” dedi bilirkişilerden birisi, benimki değil.
“…bu durum çoğu zaman yer üstünden de belli olan değişiklikler meydana getirir.
Tasman deniyormuş.
Bu ocaktaki kömür çıkartma yönteminin adı zaten “Arkadan Göçertmeli”. Kömürden boşalttıkları yerlerin tahkimatlarını söküp, dinamitle göçertiyorlar diğer ayağa geçmeden. İçine de küllü su basıyorlar ki boşluk kalıp gaz birikmesin. İçinde ölü madenci bırakılmayacak. Madenci Anıtı. Küllü betondan. Hey Allahım! Çık İnayet rüyadan.
Bilirkişiyi dinlerken içimde çöken ilk boşluğun İnayet kuzusu nedeniyle yaşadığım kırılma sayesinde dolduğunu düşünüyorum. Beton yok. Küllü su yok. Şeffaf. Kırılgan bir çocukluk heykeli. İkincisi yetimler ve yoksulların akrabalığıydı; iyi kahveyle tamir edildi; sorun yok gibi. Üçüncüsü çatırdıyor bugün, bilmem ne zaman çöker? Yer üstünden belli olup olmadıklarını Xebat’a sorarım artık; alıcı göz lazım. Döndüğünde anlarız gözlerin kalıp kalmadığını. Hepsi o gittikten sonra başıma geldi bunların. Tasmanlarım? Belki yeni hâlimi beğenmez; canavara dönüşüyor olabilir miyim içimdeki çocuğu yiyip? Yedirmez o sana kendini, korkma, biliyorum ben senin canavar düşünmenin sebebini hafıza sapığı! Alâkası yok. Tasmanya değil orası “z” ile yazılıyor, ailesi de Taz diye çağırıyor zaten küçük canavarı. Delilik bu işte. Hafıza kapaklarının arkasında uyuyor muhtemelen. Yerin iki yüz metre altında önce salya sümük ağlayıp sonra da ilgisiz komik şeyleri birbirine benzetirken emin oluyorum; kafadan kontak değilsem de hafızadan kısa devreyle çalıştığım kesin. Marş motoru. Endişeye mahal yok. Seviyorum ben Taz’ı; çok şaşkındır. Konuşamadığı halde her söylediğini anlarım ki insanlar söz konusu olduğunda konuşulanı bile anlamadığıma göre bunun dikkate değer olduğuna inanıyorum.
Dolanırken sipariş listemi de eksiksiz tamamladım. Unuttum söylemeyi ama en zoru Melike’ninkiydi. Anlatacağım; önce Nergiz’in siparişi.
Tambur’un talibi çoktu.
Özel fotoğraf çekimleri yapılıyor keşif boyunca. Özel dediğim makinesi. Herhangi bir elektrik kıvılcımını engellemek için tasarlanmış. Gaz birikmeyecek kadar havadar burası ama Zonguldak ekibi çok titiz. Tamburun fotoğrafını çektiriyor Başkan. Yüzündeki sevimli ifadeden tanığın işkembesine basıldığı günü gayet iyi hatırladığı anlaşılıyor. Avukat da yanımızda. Elbette gayet iyi bir açıklaması var o gün için. Avukatların açıklayamayacağı bir rezillik olduğunu sanmıyorum zaten dünya üzerinde.
Flaubert’in dediği gibi o yüzden sürekli bunları milletvekili seçiyorlar; her durum için iyi bir açıklama uydurabildiklerinden. Bir avukatı asla rezil edemezsiniz ve bu da mahkemeden çok parlamentoda ihtiyaç duyulan bir meziyettir. Bilirkişi;
“Kolyesi bile sağlam” dedi.
Galvanizli kelepçeyi kastediyor. Sağlam gerçekten. Kelimeler şarkılar gibi; geldiyse dilinin ucuna, düşündüğün için mi duyduğunu yoksa duyacağın için mi düşündüğünü asla ayıramıyorsun. “Tambur’un kolyesi sağlam, çektik fotoğrafını…” Hüzün verici gariplikte gerçekten.
Fotoğraftan alıp alamayacağımı soruyorum cahillikten. “Dosyaya girecek, alırsınız avukat hanım, sizi de çekelim isterseniz hatıra olsun…” diyor başkan. Utanıyorum. Çekiyorlar yine de tamburun yanında. Nergiz için bir alıntı, çevirisi daha sonra yapılacak. Üzgünüm hâlâ biraz. Kendimle ilgili değil artık -indiğimizden bu yana ilk kez- ölüm korkusunu üzerimden attığım için ölüleri düşünebiliyorum şimdi. Üç yüz bir ölü can. Çiçikov’un işçileri.
Aşağıda karanlık ve havasız yorgunluğun hızla yaşlandırdığı erkekler; yukarıda fıtrat kaygısının erkenden süzdüğü, bazen yaşlanmaya bile fırsat bulamadan kayıpla yüzleştirdiği kadınlar. Çocuklar tabii bir de; döngü sonsuza kadar sürsün, roller yeniden üretilebilsin diye sınıflarını kuşaklara taşımak için hızla büyüyenler.
Kömür için hepsi.
O da elektrik ve elektrik de herkes için. Kim ki bu “Herkes”? Bildiğimizi sanıyoruz. En genelleştirilmiş çıkarlara en özelleştirilmiş bedeller. Herkes, tam bedel ödenecekken “hiç kimse” oluyor ve yakasından tutup hesap soramıyoruz işte. Zeynep haklı belki, başka bir şey lazım kömürden önce, davanın giremediği çatlaklara sızacak bir şey? Önümüzdeki işin aciliyetini yahut önemini azaltmıyor bu akıl yürütmeler: On sayfa not aldım.
Bıyık tepemde mırıl mırıl konuştu zaten hiç susmadan;
“Dört buçuğa dokuz yazar mısın İnayet? Şurası kaç adım İnayet? Adımınla değil ayağınla say İnayet. Gel bak burada ne var İnayet…”
Vardır herhalde bir keramet deyip ağzından çıkanı yazdım. Bilirkişileri dinledim, mahkeme heyetini izledim, diğer avukatların çalışmasını seyrettim; ta ki su sesini duyuncaya kadar. Su! Sonra her söz, hatta her insan silindi kafamdan. Suyla ben kaldık.
Bant boyunun sonu doldurulup kapatılmış. Gürül gürül su sesi geliyor arkadan; barajın altındaki sızıntı önde küçük bir havuz oluşturmuş. Küçük ama derin. Yeraltı suyu diye bir şeyin olabileceğini bilmekle, yerin yüz elli metre altında sesini duymak bambaşka şeylermiş. Ürkütücü, hayret uyandırıcı: Lethe ırmağı!
Derviş’in insani ölçek hakkında söylediklerini başka bir gözle görüyorum şimdi: Kilometrelerce kablo, ray, çelik kasa, tünel, tahkimat… Hepsini toprağın altına döşüyoruz, sadece kömür çıkarmak için! Akıl almaz aslında. Bu dipsiz gibi görünen küçük gölü, kayaların arkasındaki gümbürtüyü asla unutamayacağımı fark ediyorum. Yerin altında, insan yapımı her şeyi anlamsızlaştırarak akan bir ırmağın huzurunda, korkarak suyun sesini dinledim. Doğa tüküruğüyle boğar istese kibirli tünellerimizin hepsini.
Dönüş yolunda, en arkada kalıp bir süre durdum ayakta. Gözlerimi kapatıp nefesimi tuttum. Yarım dakikayı dolduramadan başım döndü, azıcık telaşlandım, ama sipariş gereği dayandım kırk beş saniye.
“O dördüncü bantta hiç hava yokmuş, dumandan göz gözü görmüyormuş gibi hissetmeye çalışır mısın?” demişti Melike.
“Niye ki?”
“Çıkınca anlat da o çukurun dibinde çaresizlikle ne hissedildiğini, şunlardan nefret etmek için bir sebebim daha olsun…”
Nefret dedi yalnız kadın cidden.
O masum güzel suratla narin bedenin ne tür bir seri katil sakladığını bilmek isterdim gerçekten. İstemezdim ya da. Gurur ve Önyargı’nın Elizabeth’i gibi kodlamıştım Melike’yi, hani şöyle bir bakışta damat adayının malikânesindeki yıllık gelir gideri hesap edebilirken -elindeki bırakmadığı prim hakediş listesi yüzünden oluyor muhtemelen- zarafetinden taviz vermeyecek bir genç kadın: “Yıllık yirmi beş bin Pound gelir, masraflar on beş; o zaman şimdi örgü örelim…” Öyle kalsın bende biraz daha, nefreti görmezden geleyim diyorum.
Döndük kulikara.
“İlk defa mı iniyorsunuz madene Avukat Hanım?”
Sen kimsin?
Herkesin üzerinde beyaz tulum, sarı baret var. Bakıyorum, acil müdahaleci veya emniyetçi. Uzun benden. Tepe lambam tam yüzünü aydınlattı dönünce; mühendis. Tutuksuz sanık.
“Evet” dedim.
Karşı mahalleden olmasa yakışıklı çocukmuş hakikaten. “Batı Yakası’nın Hikayesi” yaşanır diyeyim niyetlensen. Yahut, çocuktan Tony olur yani de benden yapacağın Maria, Natalie Wood’un yerini dolduramayabilir tabii. Peşinden gelen;
“Beklediğiniz gibi çıktı mı?” sorusunu cevaplamamak için; “Her gün iniyor musunuz siz buraya?” dedim.
İşe gelir gibi tıraş olmuş. İhtiyaç anında oksijen maskeleri yüze tam otursun diye her gün tıraş olmayı alışkanlık edinmiş yer altına inen mühendisler, öğrendik artık.
“Her gün bir kere ölme fırsatı var gördüğünüz gibi…” dedi hüzünle. Işığa rağmen, bana bakıyor. Kalır bu çocuğun fotoğrafı benim aklımda böyle. Kalmasın. Eski İnayet’in aklına göre öyle fotoğraflar. Bıyık’ın dediği gibi alıntıya değil çeviriye ihtiyacı var insan suretinin.
Aslında daha önce keşfetmiş olabilirim, çünkü selfie’den niye tiksindiğimi de çözmüş durumdayım şu an. Hüzünlü bir surat görünce, ne kadar hüzünlüsün sen böyle demeden önce üç dilden çeviri yapıyorum büyük ihtimalle: Pizzanın mantarı mı az çıktı? Görünmeyen kısımdaki eşofmanın lastiği mi sıkıyor? Sıkışmış olabilir misin? Bir tuvalete gidip gelip tekrar çeksen? Ha, ha.
Ölüm diyor adam İnayet! Saçma sapan çağrışımı bırakıp laf bul şuna.
“Ölmeyin. Siz de ölmeyin, başkasının ölmesine de izin vermeyin; mühendissiniz siz” dedim. Sesimin soğukkanlılığı beni ürküttü. Başka koşullarda söylenmesi zor gibi durabilir; çok kolay oldu burada. Gülümsedi. Bozuk dişleri olan birisi için cesur bir gülümseme. Yakışıklı’dan Eli Yüzü Düzgün’e indirdim rütbesini. Sharks’ı bırakıp Jetts’e kaçılacak bir durum yok yani; kal kendi çetende Belki de çok ısrar etmemek lazım herkes gülümsesin diye? Dişleri nasıldı ki acaba annemin!? ilk defa mı gelir insanın aklına yirmi yıl boyunca? Göçtü bende bir şey; hayırlısı olsun.
“Keşke elimizde olsaydı. Sabah vardiyasındaydım ben de, A Panosundan baygın çıkardılar, dört gün sonra hastanede ayıldım. Anlayamadık bile başımıza ne geldiğini…” diyor.
Eh, başmühendis öldü o sabah; yaşasa asmaya çalışıyorduk şimdi, böyle bu işler.
“Geçmiş olsun. Anlayacağız mutlaka. Tekrar etmesine de izin vermeyeceğiz” dedim.
Bakar mısınız lütfen? Adam Maden Mühendisi, emniyetçi, Acil Kurtarma yeleği giymiş! “Biz” izin vermeyecekmişiz! Kimse artık o biz? Gözüm Bıyık’ı arıyor, yok ortalarda. Korkarım solcu oluyorum iyice; tam bunun söylenmesi gerektiğinden eminim işte niyeyse. Solculuksa da avukatlıksa da oldum bir şey ama henüz içselleştiremedim büyük ihtimalle.
“Anlarsınız inşallah…” dedi bozuk dişli nihilist. Fark etmiş “Biz” derken onu katmadığımı. Hey Allah’ım! Senin işin be adam; senin davan, sanıksın, mağdursun, mühendissin, istekli olsana biraz testi gibi oturacağına duruşma salonunda!
Dönüp yürüdüm vedalaşmadan. Bıyık en arkasına oturmuş kulikarın. Çıktım yanına. Dur. İndim hemen tekrar. Benimle konuşan mühendisin yanına gidip “Pasa ne demek?” dedim. Bandın yanlarına dökülmüş kömür toprak karışımını gösterip:
“Bu işte” dedi.
Hafriyat bildiğin. Birazı da yerden kabarmış veya tavandan akmış gibi duruyor.
“Elektronik bir şeyle ilgisi var mı bunun acaba?” diye sordum, demin yakaladığım karizmayı çizdirmeyi göze alarak. Uzman uzmandır sonuçta; bilirse bu bilecek.
“Yok. Ne alakası olsun, dökülünce toplanıp atılıyor bandın üstüne…” dedi bıkkın suratla. Çare yok bunun kendine acımasına. Bir kere de sürpriz olsun yani; burada çözülsün gizem! Çok yeni model “Süper Elektronik Pasa Toplama Makinesi” alınmış mesela; bozulursa kesin yangın çıkarabilirmiş falan diyorum. Değil tabii.
Sıkıcı adam. Teşekkür edip vedalaştım insan gibi bu sefer.
Bindim tekrar Bıyık’ın yanına. Tulumunun yakasını açmış. Tepe lambası kapalı. Gün içerisinde yaşlanıp gençleşmek gibi garip huyları var. Dönmüş şu anda gerçek yaşına yakın bir yerlere. O da az sayılmaz tabii, bitkin görünüyor.
“Metansomatoz ne demek biliyor musun?” diye sordu.
“Metan, Soma, Toz diye bölmeme izin verirseniz çıkar bir şeyler…” dedim tulumu karartmış kömür tozlarını silkeleyerek. Hep düşünme payı yaratabilmek için yapılıyor bu gibi saçmalıklar; espri bu değil yani normalde benim gözümde. Metansomatoz? Hiçbir fikrim yok. Sürtündük bir sürü yere, sokak çocuğu gibi pisiz gerçekten.
“Orpheusçular ruhun temizlenebilmesi için defalarca farklı bedenlerde yaşamasına böyle derlerdi…”
Anladım. Olayı biliyorum, adını şimdi öğrenmiş oldum. Sonra, bilip bilmediğimden emin olamamış gibi; “Soma beden demek biliyorsun…” dedi.
Düşme şüpheye adamım; güven biraz bana her zamanki gibi:
“Modernlerden de kullanan çok, Huxley mesela…” demekteyken kesip;
“Tamam, biliyorsun. Cesur Yeni Dünya’yı sonra konuşuruz, şimdi sana başka bir şey anlatmam lazım, vaktimiz yok…” dedi.
Bilme bir şeyi de tadını çıkarayım. Olmaz tabii öyle, haddimize düşmemiş. Yalnız içim kıpır kıpır benim, yorgunluğa rağmen dinginleşemiyorum.
“Tamam, dinliyorum.”
“Değişik bir düşünce yalnız bu…”
“Metansomatoz mu değişik?”
“Hayır. Orfik şiir okudun mu hiç?”
“Öyle bir şey mi var? Virgil okudum biraz; Georgicalar…”
“Var elbette. Şiir ve şarkı dini bu. Hepsi öyle aslında ya neyse şimdi. Peygamberleri bir tanrı tarafından hediye edilmiş altın liri çalarak anlatıyordu hikâyesini…” dedi.
“Orpheus’un şiirlerine mi deniyor Orfik diye?”
“Hepsi değil. Din kolektif iş İnayet. Her kutsal kitap ancak birkaç yüzyılda bir sürü şair, politikacı, asker tarafından ortak yazılır iyice oturuncaya kadar. Yine de belki bu onundur…”
Çıkış yürüme hızında. Kulikarın artık sağında kalmış kablolu borulu duvarla aramızdaki boşlukta ve hemen arkamızda bizim hızımızda yürüyenler var. Üçüncü bant boyundayız. Üç uzun desandreyi tırmanacağız ağır ağır.
Nijerya köy cemaatlerinden sonra şimdi de bu çıktı. Çok tanrılı bir dine mi geçmem gerekiyor acaba bu adamı anlamak için? Ateist bile olmayı becerebilirdim belki ama çok tanrılı din bana göre değil. Freud gibi olurdum: “Çok tanrılı din saçmalığını kesin! Tek bir tanrı var ve biz ona inanmıyoruz!”
Başladı ayin.
“İntikamın ile
Eşitliğin doğruluğuyla
Haksızlığı dengelersin…”
Düzelmiş nefesi tamamen. Çok yavaş, sanki düşünerek söylüyor. Hatta -öyle değildir mutlaka ama- benim takip edemediğim bir ezgiyle söylendiği hissine kapılmama yol açtı. Yeni bu numarası. Duyan antik Grekçe’den şu an çeviriyor sanabilir. Latincesini bilemem ama Almancası ve Grekçesi olmadığından eminiz.
“İnsanlık, adil olandan fazlasını istediği için…”
Işıktan rahatsız olmasını göze alıp başımı yüzüne doğru çeviriyorum; görerek dinlemek için. Garip görünüyor, bir eksik var. Ne? Gözlüğü yok! Var. Tulumun üst cebinden ipleri sarkıyor, cebine koymuş. Biliyorum bu yüz ifadesini, büyücü gibi ama sadece hatırlamakta zorlanıyor veya atlayarak okuyor. Büyülü olan mekân.
“Sen müdahale eder uyarırsın
Adaletsizlerin düşmanı
Dürüstlüğe karşı nazik Tanrıça!”
Sesini hafif yükselttiği için bundan sonrasını öndekiler de duymuş olabilir. Hiç rezil oluyormuş gibi hissetmiyorum yine de. Özel bir an daha çok.
“Ah Dike! Tarafsızlığın ve asilliğinle gel
Hayatıma inen kaçınılmaz güne kadar”
Doğru tahmin. Duyulduk.
“Avukat Bey keşiften memnun kaldı, türkü söylüyor” dedi tanıdık bir ses. Toplu gülüyorlar yine. Bayan Castello’yu andım rahmetle. Bayağı falan ama müzik kulağı var adamda; bence de şiirden çok şarkı gibi. “Hayatıma inen kaçınılmaz gün” sarsıcıydı yalnız. Umarım yakın değildir, ölme lütfen hemen! Sakin İnayet. Nefes al. İyiyim.
Ömür kısa gerçekten.,
O halde mümkünse bunun yanında kalmayı tercih ediyorum. Karanlık bir tarafı var, tamam, hoşnut mu benim varlığımdan bilemiyorum ama eksantrik en azından, şiir okumayı seviyor. Hiç bana göre değil öbür taraftaki toplu keyif.
“Çok güzelmiş” dedim bitirdiğini anlayınca.
“Bu benim Orpheus’um, seninki değil” dedi.
Hafif bir güceniklik geçti içimden. Kitleleri terk ettim ben demin senin için! Tam da üçüncü büyük boşluğumun tavanı çatırdıyorken “bize” ne oldu şimdi: Bıyık’la bana? Birinci çoğul şahıstık, iyi gidiyorduk?
“Niye bizim olamıyor acaba?” diyorum.
Hakkımı aramaya mı başladım Usta Fujimori Seiçi’den? Bu da yeni bir durum ve hiç fena hissettirmiyor. Gülüyor;
“Dike çok pis tiptir. Tarafsızlığı hikâye, şiddet eğilimli biraz. Ben hastasıyım ama sana uygun olmayabilir henüz…”
Hastasıymış. Annemden sonra Adalet Tanrıçası! Hovardalığı mı ustunde biraz bu adamın?
“Themis ve Dike’ı ayırabiliyor musun zihninde?” diye sordu bu sefer.
Hukuk fakültesi mezunlarının Adalet Tanrıçaları hakkında belli bir fikir sahibi olması gerekiyor elbette ama böyle içli dışlı olunmasına yabancıyım açıkçası. Ayrıca, adları bir yana bırakıldığında Adalet Tanrıçası dediğin şu elleri terazili, kılıçlı, gözleri bağlı bir grup derin dekolteli orta yaşlı dolgun kadın neticede. Hastası olunacak bir şey sayılmaz pek benim açımdan.
Tarifimin bir parça ananemin etkisinde kaldığını kabul ediyorum ama kendisinin tanımı da “pis bir tip” yani! Gelmiyor aklıma ciddi bir ayrım. Dur, geldi şu anda aslında bir tane. Demin sesini adalet tanrıçasına benzettiğim kadıncağızı tenzih etmek. Hanım hanımcık bir insan yanı hakimanım; alakası yok bu olayla. İyi niyetle düşündüm ben onu. Şüphem kısa sürdü en azından.
“Hayır, ayıramam” diyorum mecburen.
“Anlaşıldı, erkenmiş demek ki. Şimdi senin Orpheus’una gelelim.”
Gelelim. İkinci bant boyunu bitiriyoruz. Birazdan çıkışa doğru uzanan son desandreye döneceğiz. Telaşlı gibi biraz. Tedirgin oldum; bir şey olacak? Yola bakıyor sürekli.
“Ne var elinde?” dedi.
Not defteriyle kalemi kaldırdım gayri ihtiyari, öbüründe de boş pet su şişesi var.
“Onu sormuyorum. Eurydike’i çıkarmaya inmedin mi sen buraya? Buldun mu? Ne çıkaracaksın yukarı diye soruyorum…”
Öyle desene be adam! Bunun telaşı beni de panikletti.
“Yok net bir şey” diyebildim.
Tamamen çıkmış aklımdan. Madene inebilmek için avukatları ikna etmeye çalıştığım gün, bu tünellerden Müntehir’in masumiyetini ispatlayacak bir cevapla dönebileceğime inanıyordum gerçekten. Özgüvenini suçluluk dağıttı diye inanıyorum artık; “…ne halt ettilerse güzel kızım, bunu da böyle bil!” Ama kanıt yok elimde. Bakıyorum yüzüne boş boş.
“Siyah Orpheus” dedi.
Bilmem mi gerekiyor şimdi bunu? Hayır, gerekmiyor.
“Hiçbir fikrim yok” diyorum.
“İyi, öğren şimdi. Yukarıya bir şey çıkarman için değil; bir şeyleri aşağıda terk etmen için getirdim seni buraya…”
“Neyi terk etmeye?” diye soramadan çok garip -biraz da çılgınca sayılabilecek- bir şey oldu. Elimi tuttu! Biliyordum bir şey olacağını. Çıkışa ne kadar kaldığını kestirmek için karşıya bakıyor. Sonra diğer elini uzatıp tepe lambamı söndürdü.
Bekliyor.
Beklerken korkuyorum belirsizlikten. Çok değil. Bu adamla geçirdiğim otuz günden sonra garip belki ama duygusal olarak hazırım başımıza ne gelecekse; kampana sesi geliyor, güveniyorum, tahmin edemiyor olmaktan kaygılıyım sadece. Nihayet el ele döndük son virajı. Denizin 342 metre yükseğindeki yamacı yırtmış ocak ağzı, ışıksız, uzak, açık gri bir leke gibi göründü gözüme içeriden… Birinci bant boyundayız. Bekledi biraz daha; elim elinde, çok hafif sıkıyor. Sonra zamanının geldiğine karar verip yüzünü yüzüme yaklaştırdı, nefesim sıkışıyor.
“Bak ne göstereceğim sana” diye çevirdi başını arkaya. Kesin bir şey var arkamızda! İnşallah çok korkunç bir şey değildir kaygısıyla ben de döndüm. Desandre, eğimin tavanı tabanla bir çizgi gibi birleştirdiği karanlık ufka inip kayboluyor şimdi önümüzde. Kapanıyor rahim ağzı. Tek tük ışıklar var. Uzakta. Yürüyerek bizi izleyen mühendislerin baretlerindeki lambalar, yorgun adamların sallantısından çakıp söner gibi görünüyor. Yavaşlamışlar.
Yok başka bir şey.
Bıraktı zaten elimi. Ne? Ne var? Ona döndüğüm anda aklım başıma geldi: Arkama baktırdı ocaktan çıkmadan! Buydu. Bu kadar.
“Oldu bak” dedi.
Ne oldu? Aşağıdaki uyarısını hatırlayıp telaşlandım;
“Ölmeyi falan düşünmeyin sakın!” Saçma tabii. Gülüyor, hiç öyle bir niyeti yok zaten, gayet keyifli. Arkasına yaslandı. Teri yolda kurumuş.
Kalan kısacık zamanda “Siyah Orpheus”u anlattı tane tane. Jean Paul Sartre’ın Afrikalı şairlerden seçkiye yazdığı önsözü. Hepsi zenci şairlerin. Değil Afro-Frankofon? Ha. ha… Arap İnayet. Onların bu şiirlerle Hades’e inip aradıkları en değerli şeyi bulduklarını söylemiş: Siyahlıklarını. Aynı şiirler onları yukarı çıkaracak sonra ve tam çıkarken “isteyerek” arkalarına bakıp siyahlıklarını terk edecekler. Hepimiz için. Sartre’ın onların isyanlarının anlaşılmasını ama sonra da aşılmasını istediğini anlattı. Irkçılığın aşılması yani. Başka laf bilmiyormuş gibi;
“Çok güzelmiş” dedim yine. Bunun gerçekten başka bir Orpheus olduğunun farkındayım. Çıkmak üzere olduğunu anlayınca bilerek ve isteyerek arkaya bakmak bu artık, kaybı üstlenmek. Erdem, arkana bakmadan ama aklından çıkarmadan yaşamak değil kaybını, dönüp bir kere tam baktıktan sonra orada bırakıp yürümeye devam etmek galiba. Kampana sesi var, çok yaklaştık çıkışa.
“İndik ölülerin yanına, artık çıkıyoruz, düşme ölülerinin peşine İnayet. Seninkileri kayıramayacağımız kadar kalabalık orası, yukarıda bana lazımsın, çok iş var…” diye bitirip arkasına yaslanıyor ölülerin avukatı.
Büyülendim. Ona lazımım!
O yüzden büyülenmedim yani, fikir ilginç diyorum. Birisine lazım olmak açısından. Ayrıca çok lazımsam bırakmasaydın elimi de denebilir tabii.
İçimden bile demiyorum.
Bıyık ustam ve şeytanım sadece. Sevgili dışarıda bekliyor hayırlısıyla şuradan çıkabilseydik. Hatırlasaydım biraz tipini daha iyi olacaktı yalnız. Hafızam çocukla hatıramıza ihanet ediyor bu sefer. Her zaman tersine alışkınım, bu da bir gelişme sayılır. Evet “sevgili” dedim. Onun bilgisi olması gerekmiyor, kendi kendime konuşuyorum.
Çıktık ocaktan.
Canlı doğum. Yeniden bedenlerimize döndük. Yeni bedenlerimizdir belki: Soma. Akşam olmuş. Yenidoğan yabanlığı var üstümde. Ayaklarımızdan havaya kaldırıp çıplak popomuza şaplak atacak kimse bulunmadığından ağlamıyoruz. Gözyaşı vadisindeki yetti bana zaten, ihtiyaç yok yani diye sulanmaya başlamış gözümü siliyorum. Sürdüm kömür tozunu iyice, yandı.
İnsan eliyle gelir getirmeye zorlanmış tepelerin hepsine batan güneşin renkleri oturmuş.
“…ışıktan bir el gezmiş kedi sırtı gibi niye kabarmış dağlar?” Ziya Osman Saba olabilir mi? Mümkün. Şiir onun değilse bile dağların durumu öyle. Kedi anıştırmasını görmezden gelirsek enfes bir tarif. Ayrıca yerine bu kadar oturanı varken yeni bir şey uyduramayacak kadar yorgunum.
Bıyık haklıysa nelerim kaldı acaba aşağıda?
Ezberlenmiş uçak tarifelerim; her kaza için ayrı ayrı biriktirilip klasörlenmiş kaza-kırım raporlarım; dedemin hiç yormayan zarif, hüzünlü gidişi; ananemin hedefine ulaşmış kırık hafızası; objektif fobili güzel Menekşe; yüzünü hiç hatırlamadığım, sakalsız, bıyıksız, alyanssız -damat yüzük sevmezdi- uzun boylu sarışın adam… Karakutum işte. Nesi bırakılabilir ki bunların aşağıda? Boşlukları belki, bilemiyorum.
Elimle tasman oluşmuş mu diye göğsümü kontrol etmemden, içimdeki son büyük boşluğun da birinci bant boyu desandresinde çöktüğünü biliyorum sadece. Bıyık’a lazımım. Kuzucuk’la Xebat’a da lazım olabilirim ileride. Roza’ya hep lazımım:
“Beni sinirlendirme, dön şu mesajlarıma lütfen Yeti!” yazmış dün gece. Takıntı yaptı ev işini.
Doğumhanenin kapısı kalabalıkmış aslında, yeni fark ediyorum. Yargıçlar; “Toplantı yapalım, avukatlar dağılmasın…” diyor. Teknik açıdan bir çeşit duruşma açılacak anladığım kadarıyla, keşif tutanağa bağlanacak. Madenin idari binasındaki toplantı odasının önüne yürüyorlar.
Ana baba günü ortalık. Sarsak sarsak dolanıyorum; bizimkiler burada, su verdiler. Bir şey konuşuluyor, anlamıyorum. Yüzümü sildi birisi, durmadım ama. Duramadım daha doğrusu. Arkama bakıyorum hâlâ ara sıra. Neleri bıraktım? Şimdi ne olacak? Tepelere doğru mu gitsem? Nice sonra durdurup üstümü değiştirmemi söylediler. Baret bile kafamda hâlâ. Durunca üşümeye başladım.
Binaya yöneliyorum. Dünyevi işlere karşı bir ilgisizlik var üzerimde. Keşke bu kıyafetleri verselerdi bana; Melike’ye verirdim yıkardı evde. Ben girip yıkardım belki? Orası benim de evim olurdu.
Sesleniyorlar. Kim? Bıyık.
Üstünü değiştirmiş bile. Kırçıllı yeşil bir paltosu var, halı sahadan kesilmiş gibi duruyor. Yakışmadığından demiyorum, garip yine de. Gülüyorum içimden, mazbut adam, bulmuş hemen soyunduğu yeri, giyinmiş. Ben hatırlamıyorum elbisemin yerini. Mühendislerle ben kalmışız beyaz.
Değil.
Ben de beyaz değilim artık. Afro-Burgazadalı! Yanında sarhoş olmayı becerebilirsem -hayır öpmeye niyetim yok- Morenika’yı söyleyeceğim Bıyık’a bir gün: “Yaz güneşi esmerleştirdi beni böyle…” Öğrenirim gerisini Roza’nın annesinden.
Kalabalığın içinde duruyor, bilirkişi heyeti, avukatlar. Tambur’la fotoğrafımı çeken adam da yanlarında, Bıyık’a eliyle bir şey tarif ediyor. El sallayıp beni yanına çağırıyor, binaya girmek üzere herkes.
“Nasıl bir şeydi kolye?” diyor.
Tambur kapağının kelepçesini soruyorlar; Tambur Kolyesi! Çektik fotoğraflarını daha çıkmaz, dosyadan; çizdim! Evet notumda var çizimi. Alihan elimden aldı notları. Nerede? Bulmak için basamakları inerken durdum. Işık değişti. Battı güneş, sakinleştim. Binaya doğru çevirdim başımı. Ayrılmış diğerlerinden arkamdan yürümüş. Annem. Annemin kolyesini sordu!
“İnci, tek sıra” dedim.
Bırakmamışım aşağıda. Gözlüğü takıp düşündü biraz, geçirmiş yine boynuna, sonra dikkatle yüzüme bakıp;
“Yakışmış mı bari?”
Nasıl bir şeysin adam sen acaba?
“Her kıyafetine değil” dedim.
Ananeme bile söylemedim böyle bir şey hayatım boyunca. Hafıza hatırayla yer değiştiriyor. Kabul et kare yaka bluzlerinle yakışmamış işte Menekşe. Özür dilerim sana da ilk defa yüksek sesle söylediğim için. Alıntı değil çeviri bu, vakit aldı. Zaten bizim seninle her…
“Beyaz mı?”
Bir susar mısın? Annemle konuşuyorum. Ne demek beyaz mı! İnci algımızı çarpıttı Roza’nın pahalı rüküşlüğü. Dünyada kaç sıra vardır zaten o tonda koca pembe incilerden, servettir herhalde seti! Sızlamıyor kulağım. İnayet’i bulmam lazım döner dönmez, vakit geldi bence.
“Evet, beyaz tabii ki” diyorum.
“Harikaymış; üstünü değiştir üşürsün.”
Dönüp bilirkişilerin peşinden salona gidiyor. Hey Allahım! Üşüyorum zaten. Aslında yaşıt sayılırlar. Anneme diyorum, illa ilgi duyacaksa ölüymüş, evliymiş beni ilgilendirmez, yetişkin insanlar sonuçta. Çatlak adam, kalem kapağı arıyor hâlâ saçımda.
Lambayı yakıp söndürdüm son kez. Üstünü değiştir gidipmiş. Değiştirmeye giderken çağırdın zaten. Dünyadaki en sinir bozucu şeylerden birisi tam yapmak üzere olduğunuz şeyi yapmanızın söylenmesidir. Söylendi diye yapmış olursunuz. Son değilmiş, bir kere daha yakıp söndürdüm, sonra da açık bıraktım. Yukarıda hiç faydası olmuyor insana tepe lambasının. Kör görmek için değil görülmek için fenerle gezermiş; çarpıp hırpalamasın diye insanlar. Açık kalsın. Siyah kalmanın marifet olmadığı anlaşıldı, git yeni ışıltı bul kendine.
Görme engelli.
“Siyahlık nihai bir amaç değil; bir yol, bir geçittir. Siyah Orpheus, çalınan gururunu geri alabilmek için ölüler diyarına inecek. Siyahlığını geri aldığında bu kez kendi isteğiyle onu arkasında bırakacak…”
Çok güzel, çok güzel de; bıraktık diyelim çalınan çocukluğumuzun peşini, ileri bakacağız, teklif nedir? Ne dedi de “Evet” dedik şimdi biz bu adama? “Bana lazımsın” Sen ne iş görüyorsun ki acaba? Woody Allen gibi durumum: Cevap evet ancak soru ne olabilir ki?
Neye ihtiyacım var?
Yel değirmenleri falan geliyor aklıma, huzursuzlanıyorum. Geçti sonra. Havadan titreme, üşüyorum. Gidip üstümü değiştirdim.