Savunma

TUTUKLULUĞA DAİR…-3

Hikaye Öne Çıkanlar
  • [İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 1 Haziran 2022 tarihinde okunmuştur.]

… Şimdi gelelim süre sınırına. Bir süre sınırı var, bu süre sınırıyla ilgili kendileri itiraf ettiler ama siz dinlememişsinizdir belki. Ben bir kere daha anmış olayım her ikisinin ismini de. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun, Tutuklulukta Geçecek Süre yan başlıklı maddesinde şöyle ilginç bir ibare var, diyor ki: “Ağır ceza mahkemesinin görevi olan işlerde tutukluluk süresi en fazla iki yıldır.” En fazla iki yıldır. Bu makul olan, zorunlu tutuklulukta da zaten korunması gereken olurdu. O iki yıl zorunlu tutukluluk deseydi de sonuç değişmezdi, çok daha lehimize olurdu. Keşke bu saçma sapan düzenlemeyi de yapmasalardı ama ‘iki yıldır’ diyor. Sonra diyor ki, zorunlu haller varsa, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir. Uzatması kendisinden uzun süre; dünya mevzuatında -Çin dahil- uzatılma süresi kendisinden uzun süre yok. “Üç yıla kadar uzatılabilir” diyor madde. Eğer lazımsa, o iki yıllık süreyi üç yıla çıkarttım diyor ve bu madde 10 yıl böyle kaldı. Ben bu metni kaleme alanı İzzet Bey’i, komisyonda tartışanı, gerekçesini yazanı hepsini dinledim, hepsiyle aynı toplantıdaydım. Yemin billah dediler ki; “Biz gerizekalı mıyız, tabii ki böyle yazdık” dediler. İki yıl süre, bir yıl uzatma, üç yıl toplam. Terörle Mücadele Kanunu’yla artıracaksan da beş yıl. Sürenin kendisi iki yıl, uzatılmış hâli beş yıl olur mu?

Dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir kanun maddesi yazılmış mı? Bu maddenin kendisini yazan da, gerekçesini yazan da, hükümet adına tasarı olarak sunan da Cemil Çiçek’tir. O da, bunların hepsi de dediler ki; “Bu süre iki yıl, uzatma da bir yıl.” Allah Allah, çok güzel! Yasayı yazan diyor ki toplam üç yıl. Hükümet tasarısını sunan, sonra da Meclis Başkanlığı yapmış adam diyor ki üç yıl. Ne yaptınız biliyor musunuz? Bir grup Türk ceza hakimi -siz o zaman ne yapıyordunuz bilmiyorum- inatla, tembellikle, vurdumduymazlıkla 10 yıl boyunca “Biz bunu beş sene anlayacağız” dediler. 

İtiraz ettik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittik, öyle ettik, böyle ettik… Maddeyi yazan çıktı, dedi ki bu süre üç yıl, böyle yapmayın falan. Fakat hakimler birbirinizi kolladınız, bu süreyi kısa bulduğunuz için. Ta ne zaman biliyor musunuz? 2017 yılında ünlü 694 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname baktı ki işler iyice sakata geliyor, açık açık dedi ki bu uzatma süresi üç yıldır. Ancak 2017’de davrandınız, o da bir KHK’yla, OHAL KHK’sıyla davrandınız. Hukuka uygun hâle getirilebildi. 10 yıl boyunca yürürlükteki mevzuatı ihlal ettiniz bilerek ve isteyerek. İstinafta, temyizde birbirinizi kollayarak ve yargıç tembelliğiyle. “Ben iki yılda dava bitiremem” tembelliği nedeniyle yürürlükteki bir maddeyi zorla OHAL KHK’sıyla değiştirtmek zorunda bıraktınız rejimi.

Akıl almaz bir süreçti. Ben bu süreç boyunca hem yasanın muhalifleriyle, hem komisyon unsurlarının hepsiyle görüştüm, irtibat hâlindeydim. Sulhi Hoca inanamayarak öldü, Nurullah Kunter Hoca inanamayarak öldü bu işlere ama oldu, yapıyorsunuz. İnadınız tutunca yapıyorsunuz. O süreleri de en son bitirirken söyleyeyim, az kaldı Sayın Başkan. Tutuk konusunda hiç konuşmadığım için 10 senedir bir parça konuşayım istedim. Umarım sabrınızı zorlamadan anlatıyorum.

Şimdi, ben Sulhi Hoca’dan çok Nurullah Hoca’ya yakınımdır tutuklama teorisi konusunda. Fakat Nurullah Kunter Hocamızın -o da Ordinaryüs Profesör’dür- bir sorunu vardı. İyi hukuk bildiği için, sağlam hukuk teorisyeni olduğu için aynı zamanda nazariyata hakim olduğu için derdi ki, “Bu bir tedbir mi? Tedbir. Nasıl hükümden mahsup ediyoruz? Tedbir hükümden mahsup edilir mi?” Çok önemli bir tartışmaydı bu Nurullah Hoca için, her vesileyle yapardı.

Şunu söylemeye çalışırdı aslında: Yargıçlara bu tedbir dediğiniz zaman hiçbir işi çözmüş olmuyorsunuz. Çünkü yargıca şöyle bir lüks vermiş durumdasınız: “Hükümden mahsup ederiz, yanlış da tutukladıysan, aslında tutuklaman gerekmediği hâlde bile tutukladıysan, yarın bir gün ceza vereceksen hükümden düşeriz, merak etme” diye bir güvence verdiğiniz için ceza yargıcı tutuklama konusunu kavrayamıyor derdi Nurullah Kunter Hoca.

Yani şimdi komisyonda bu iş tartışıldı. Bütün komisyonun en eğlenceli tartışmasıydı. İstanbul Üniversitesi’nin “tutukta kalınan süre hükümden iki gün düşsün” diye bir önerisi vardı. Şöyle de bir gerekçesi vardı: O dönemin dekanı, şimdi hâlâ profesör olan biri, dedi ki “Ya, hakimler tutukta iki gün attığını hükümde görünce telaşlanırlar, hem yargılamayı hızlandırmaya çalışırlar hem de gereksiz yere tutuklu tutmazlar. Sanığın lehine oluyor, tutuktayken iki gün iki gün atıyoruz, cezayı yarıya indiriyor neredeyse. Hakimleri buradan sıkıştıralım” diye bir önerge verdi İstanbul Üniversitesi. “Hayır, olmaz öyle iş” falan dediler. Bu sefer tahliye eden hakime, tutuklu tutan hakime, “Sen rüşvet mi aldın? Niye bunu tutuklu tutuyorsun?” diye dava açılır falan dediler karar vericiler. Peki dedik. Ben de şöyle bir öneride bulundum yazılı olarak: “Tutuk hükümden mahsup edilmesin.” Hiç unutmuyorum o günü ve o tartışmayı. Dediler ki, “Sen ne demek istiyorsun?” Bayağı dedim yani, hakim ihtiyacı varsa tutuklasın, gerçekten delili korumaya çalışıyorsa, gerçekten tanığı seri bir şekilde etkilemesini engellemeye çalışıyorsa veya gerçekten yargılamadan kaçacaksa, sorgusunu almamışsa, daha karar verecek durumda değilse tutuklu tutsun ama bir gün fazla tutmasın. Şu vicdani yükü üzerinde hissetsin; “Ya ben bu adamı keyfe keder 10 senedir tutuklu tutuyorum, 7 senedir tutuklu tutuyorum, kimsenin de bana bir şey sorduğu yok ama bu adamın infazından sayılmayacak, bu benim keyfime yatıyor, ben yatırıyorum şu anda,” diye bunu öneriyorum dedim. Sağ olsun rahmetli bir hakim bana dedi ki, “Sen hiç tanımamışsın Selçuk’çum, çok gençsin sen. Türk Ceza Kanunu’ndaki bütün cezaların süresini iki katına çıkarmış olursun” dedi tek bir önergeyle. Bir hakimin yatırdığı, bir de kanunun yatırdığı. Herkes “Senin bu önerini kabul etmeden önce cezaları yarıya indirmemiz lazım çünkü” dedi. “Bizim önümüzdeki 15 sene içerisinde bu konuda hakim eğitmemiz mümkün değil. Türk hakimliğinin de mentalitesi mümkün değil kaldırmaz senin maddeyi.” O da gitti.

Şöyle bir öneride bulunuldu -hükümet tasarısının da içinde vardı bu: Yargıçlar önlerindeki davaya baksınlar, şu tutuklama meselesi için özgürlük hakimliği kuralım. Bu konuda uzmanlaşmış, profesyonel -sadece tutuk incelemekte uzmanlaşmış- hakimler önündeki davaya baksın, tutuklu kalıp kalmayacağına özgürlük hakimi karar versin. Sonra kurdular biliyorsunuz onu, o kuşa döndü. Dört kere kesildi, kesildi, kesildi. İşte en son Akın Gürlek’in sulh ceza hakimi olduğu, sulh ceza hakimlikleri kuruldu. Onun adı da “Özgürlük Hakimliği” oldu. Yani tamamen ölü doğmuş bir denemeydi ama fikir güzeldi.

Gerçekte meselenin maddi esasıyla uğraşmak zorunda olan sizi tutuk gibi tali bir mevzuyla meşgul etmeyelim, mesele bu zaten. Kaldıramıyorsunuz böyle bir meşguliyeti, tutuk devam kararı diyorsunuz, üzerinde düşünmeye mecaliniz yok. 

“E üzerinizden alalım bu yükü, bir hakime verelim.” 

Fakat sonra ne oldu biliyor musunuz Sayın Başkan? 2015’ten sonra siz zaten o işi üzerinizden attınız.

Şu anda ilginç bir durum var: Şu anda Türk hakimi hüküm verebilir, beraat kararı da verebilir ama tahliye kararı veremez, verme yetkisi kendisinde değil. Kimde? Bir sonraki mahkemede. Siz bize beraat verebilirsiniz ama tahliye veremezsiniz, 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nin razı olması lazım. 19. Ağır Ceza veremez, 20. Ağır Ceza’nın razı olması lazım. Savcılığa -2017’dir ve yine KHK’dır- 70 yıllık Türk Ceza Adalet Sistemi’nde olabilecek en büyük rezilliktir; salıverme kararına itiraz etme yetkisi vermek. Ret kararına itiraz edilir, özgürlük hukuku salıverilmesi reddedilen kişiye itiraz hakkı verir. Ben “Beni salıverin” diyeceğim, siz reddedeceksiniz, benim itiraz hakkım var. Beni salıverdiğinizde savcıya itiraz hakkı vermek gibi bir ucube, dünyanın hiçbir yerinde olmadığı gibi Türkiye’de de ancak 2017’de oldu. Hatırlıyor musunuz niye olduğunu Sayın Başkan? Bunlar yasada yazıyor, çok önemli diye düşünmeyin. Dışarıdaydım, iki-üç tane Gülen Cemaati’nden hakim -Adalet Komisyon Başkanı’nı da ayarladılar- tahliye edecekleri adamların nöbetlerine kendilerini yazdırıp tahliye ettiler adamlarını. Hatırlıyorsunuz çaresizliği, herkes kaldı…

Ya hem nasıldı, ne çılgın bir işti, eli ayağı dolaştı herkesin. Polis, “Yeni bir soruşturma uyduralım” dedi. İlk anda öyle çözdüler artık meseleyi. İlk anda yeni soruşturma uydurdular falan, sonra uyandılar. Dediler ki, “Yahu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hakim ve savcılarının yarısı terörist, yarısı vatan haini; biz buna göre bir tedbir yapalım, bunların kriptosu vardır, gizlisi vardır, belki de tamamı vatan haini, bilmiyoruz yani.” Ve savcıya salıvermeye itiraz hakkı getirdiler, tamamen beceriksizlikten, soytarılıktan ve sağcıların birbirini sırtından bıçaklama merakının engellenememesinden. Yani akılalmaz, işte kaldı kanunda.

OHAL KHK’sıyla getirilen o süreci atlatmak için getirilen madde utanmadan 2018’de kanuna da geçirildi. Zaten iktidar partisi milletvekilleri, kanunda neyin geçtiğini fark etmiyor. Orada amigo gibi, bayrak kalkınca ellerini kaldırıyorlar, indir deyince indiriyorlar. Yani neyin geçtiğini de fark ettiklerini zannetmiyorum, avukat üyelerinin bile. Kaldı başımıza. Dolayısıyla sizin aslında bizi tahliye etme yetkiniz de yok. Benim dilekçeleri 19. Ağır Ceza’ya yazmam lazım. Yani “Kazara heyet beni bırakırsa, lütfen siz razı gelin de çıkayım” falan diye. Savcıyla bir sonraki mahkemeye devretmiş durumdasınız tahliye yetkisini. Bu da bir ceza yargıcı için çok ağır bir başka yük. Nasıl yapılacak bilmiyorum onu da, ama artık söylenecek bir şey yok.

Şimdi, özgürlük hakimleri meselesinde de tabii şöyle bir hata yapmayalım: O kuramın sahibi de şu anda bir hukuk fakültesi dekanı, gayet değer verdiğimiz bir hukukçu. Habeas Corpus’la kıyaslamıştı. Biliyorsunuz, Anglo-Amerikan Habeas Corpus’unda şöyledir: İster yargılaması devam ediyor olsun, ister hükümlü olsun, bir kişinin haksız yere tutulduğuna dair her hakime gidebilirsiniz. Habeas Corpus o demektir. Bir başka hakime gidip dersiniz ki, “Orada çok ağır bir numara dönüyor” ve o hakim bırakma kararı verdiyse bırakılmıştır. Hakimlerin itibarının olduğu çünkü hakimlerin aristokrasiden geldiği bir rejim. Özgürlük hakimi meselesi öyle bir şeydi ama olmadı.

Peki.

Şimdi Sayın Başkan, bitiriyorum, gelelim bana. Şimdi kapalı yüksek güvenlikli bir hapishanede yatıyorum. Adam öldürenler var. Türkiye’de ceza yargıçlığı yaptınız diye tahmin ediyorum, Bakırköy’de. Türkiye’de kasten adam öldürme ağır tahrik altında işlenirse fiili infaz süresi -açık cezaevi, denetimli serbestlik dahil olmak üzere- 7 buçuk yıl. Eğer bana küfür etmiş olsaydınız, belimden çekip alnınızdan vurmuş olsaydım sizi, sonra da gidip polise “Bana küfür etti, vurdum” deseydim, yatacağım fiili infaz süresi 7 buçuk seneydi Sayın Başkan. Yatıyorum böyle adamlarla. Onun için söylüyorum, ağır tahrik altında kasten adam öldürme suçunun iyi hal indirimi yapılmış şartlı tahliye süresi bu ülkede 7 buçuk sene. 

Sayın Başkan, 7 senedir yatırıyorsunuz beni. Yani eğer caddenin ortasında çekip bana küfür ettiği için birisini vurmuş olsaydım tahliyeydim, infazım tamamlanmıştı. Ama bunu nasıl anlatacağız? Nasıl anlatalım size bunu?

“Hayır, sen daha tehlikelisin. Sen yasadışı terör örgütünün yöneticisisin. O bir adam vuruyor, sen kim bilir ne işler çeviriyorsun.” Eğer buysa kafanızdaki, bunu bir konuşalım. Bu böyle değil. Şimdi bakın, bunu söyledim size. Kasten adam öldürmüş olsaydım, infazım tamamlanıyordu. Önümüzdeki yıl, yılbaşında infazım tamamdı.

Şimdi, bu Can Tuncay’la Akın Gürlek bu dönemin en parlak tipleriydi. Bunu size birkaç kez söyledim, bildiğim için söylüyorum. Hem birisine savcılık yaptırılan, hem de öbürüne hakimlik yaptırılan ve her ikisinin de hukuk mesleğiyle hiçbir ilgisi olmayan bu işler. Hesabı sorulacaktır hukuken de, siyaseten de. Bu işleri yapan bu iki adam, benim hakkımda örgüt yöneticisi demeye cesaret edemedi, Sayın Başkan. Sizin dosyanızın tamamını evrakların içine aldılar. Sizin gördüğünüz ve görmediğiniz her türlü polis dosyasını incelediler. Sizin önünüze konmaktan utanılanları da onlara gösterdiler, baktılar, çevirdiler, kaldırdılar. Diyemediler!

Yargıtay “Buna üyelik değil de yöneticilik ver” diye değil, bunun ikisini bozuyorum, bu davaları birleştir, devam ettir yargılamayı diye bozdu o dosyayı. Siz görüyorsunuz okuduğunuzda, ben bir şey söylemeyeyim. Barkın için yöneticiliğin bozulması gerekçelerine bir göz atın. Neden bu dosyada kimseye yöneticilik, hatta bana sorarsanız neden bu dosyada kimseye üyelik verilemeyeceğini Yargıtay yazmış zaten. Neden Barkın’ın yöneticilik dosyasını bozuyorum diye anlatırkenki paragrafta -ne ona ne bana ne kimseye- niye bu dosyada yöneticilik veremeyeceğinizi söylemiş zaten.

Bu dosyanın özü, aslı 2004 yılında bana açılan davadır ve en makul kabul edilebilir davadır. Eski Ceza Kanunu geçerliydi, Türk Ceza Kanunu’nun 169. maddesi yürürlükteydi. “Bu şekilde avukatlık yaparak örgütlere yardım ve yataklık ediyorsun, örgütlerin işini kolaylaştırıyorsun” diye benim hakkımda dava açtılar Hollanda-Belçika Belgeleri’yle. Çıktım, 15 sene karşılıklı dava yürüttüğüm bir mahkeme başkanı dedi ki, “Evet, benim önümde çok daha fazlasını yapıyorsun burada anlatılanlardan. Hiç de hoşlanmıyorum yaptığın avukatlık türünden. Ayrıca bu avukatlığı da yanlış buluyorum, beğenmiyorum. Ama bunun örgüt suçu ile bir alakası yok, avukatlık yapıyorsun” dedi, beraat ettirdi, geçti gitti.

Ceza da verebilirdi. Ceza da vermiş olsa derdi ki, “Sen bu kadar rijit, bu kadar sert, bu kadar ısrarlı avukatlık yaparak örgütlerin işine yarıyorsun objektif olarak. Subjektif olarak örgüt üyesi ol, olma; beni ilgilendirmez. Ben yasadışı silahlı örgütlerin işini zorlaştırmak istiyorum, sen engel oluyorsun. Sana yardım yataklıktan verdim” deseydi de ne diyecektik? Onanırdı, büyük ihtimalle içtihat olurdu yani avukatlar için. Fakat hayır dedi. Hayır dedi bir DGM başkanı. Niye dedi, korkusu yok 4 yıldan önce tayin edilemiyor. Anayasal güvenceye sahip bir mahkemeydi Devlet Güvenlik Mahkemesi, 4 yıldan önce tayin teklif edemiyordunuz adama, yerini değiştiremiyordunuz ne coğrafi olarak ne pozisyon olarak. Neyse işin aslı onu da yattım 3 yıl 9 ayı. 

Bana örgüt üyeliği mi vermeyi düşünüyorsunuz Sayın Başkan? Ya bu kadar yatırdığınıza göre bana bir ceza vermezseniz ayıp olacak. Bu kadar yatırdığınıza göre bana bir ceza vermezseniz çok para alırım zaten, yani beni milyoner edersiniz, hazır değilim öyle bir zenginliğe.

Bana örgüt üyeliği mi vermeyi düşünüyorsunuz? Peki, Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesi belli, ben bunun alt sınırını, indirim yapılmış hâlini, şartlı tahliyeli ve şartlı tahliyesiz hâlini, 61 ve 62 uygulanmış ve uygulanmamış hâlini yattım. Yattım bitti, fiilen infazım bitti. Yasadışı silahlı örgüt üyeliğinin alt sınırını -Terörle Mücadele Kanunu’yla yapılan artırımı diyecekseniz- çıplak olarak onu da yatmış oluyorum. Sizinle tekrar karşılaştığımızda -duruşmaya ara vereceğiz ya tekrar karşılaştığımızda- TMK’yla artırılmış, alt sınırı da yatmış olarak geleceğim önünüze.

Bir tane imkan kalıyor önünüzde, beni tahliye edeceksiniz veya alt sınırdan ayrılacaksınız. Herhalde öyle olabilir yani başka bir imkan yok gibi gözüküyor. İşte Akın’la Can Tuncay’ın ne kadar ayrılabildiğini bir ölçün ve ayrılma için nasıl bir gerekçe göstereceksiniz bunu da anlamıyorum. Şimdi bakın, 37. Ağır Ceza Mahkemesi bir mahkeme değildi, insanlık dışı bir saldırıya uğradık orada ve cevabını da verdik. Ebru ölerek cevabını verdi, biz dayak yiyerek, duruşma salonundan zorla atılarak, hücreye kapatılarak ceza karşılığını verdik. Her söylediği lafın cevabını aldı, bundan sonra da alacaktır yaşadığımız sürece ve o yaşadığı sürece. Hakimlik iddiasında her bulunduğunda 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde verdiği kararı önüne koyup yedireceğiz, burada bir sorun yok, tartışma yok. Dolayısıyla o bana iyi hâl uygulamamakta haklı. Beni dört kere salondan jandarma zoruyla attıran adam bana niye iyi hâl uygulasın? Tevsii tahkikat talebimi kabul etmeyen adam bana niye iyi hâl uygulasın?

Ama şimdi size gelelim, yani 5190’la yetkili, TMK 10’la yetkili ve 23. Ağır Ceza’dan başlayarak 18. Ağır Ceza’ya. Bu mahkemelerin tek bir yargıcıyla karşılıklı olarak birbirimize sesimizi yükseltmedik. Ben saygıda bir kusur ediyorsam heyetinize lütfen söyleyin, hatırlatın, davranışımı değiştireyim ama etmem. 26 sene boyunca da etmedim hiçbir yargıca. Niye edeyim, mesleğini yapan bir kişiye niye saygısızlık edelim? Etmeyiz. En küçük bir problem olmadı, bütün duruşmalarımızı takip ettik. Savcılığın getiremediği kendi delili için 10 senedir yalvarıyoruz, ‘getir şu tanıkları bir görelim’ diye hâlâ getiremiyor, Adli Tıp Kurumu beklensin diyemiyor, mütalaamızı tekrar ederiz diyor. Adli Tıp Kurumu dese ki gönderdiğiniz harddisklerin içinden kedi çıktı, savcılık mütalaasını tekrar edecek, yapacak bir şey yok. Adli Tıp beklensin ondan sonra bir daha mütalaa vereceğim diyemiyor savcılık, savcılığın durumu bu.

Şimdi niye bizim için alt sınırdan ayrılmanız gereksin, Sayın Başkan? Ben 3000’e yakın avukatın üye olduğu bir örgütün genel başkanıyım, 26 senedir avukatlık yapıyorum, evliyim, 15 senedir aynı yerde oturuyorum. Hangi sosyal gerekçeyle, hangi kişisel yaşam gerekçesiyle bana 62. madde, 61. madde uygulamayacaksınız? Bu davadaki insanların tek bir mağduru mu var, tek bir kişiye zarar mı vermiş bu insanlar ki bu insanlara alt sınırdan ayrılacaksınız? Avukatlık yapıyoruz, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yüksek Komiseri beni ziyarete geldiğinde en çok dikkatini çeken madde oydu. Hükümden sonra geldi ve hükümde bana gösterdi, “Alt sınırdan ayrılma nedeni ne, bunu anlayamadık biz” dedi -yanında ofisi de var- halihazırdaki yüksek komiser Mirkoviç. Dedim ki tam anladığınız gibi, avukatlık yaptığımız için alt sınırdan ayrılmış, avukatlık suretiyle yasadışı silahlı örgüt üyeliği yaptım. Peki bizim yasadışı silahlı örgüt üyeliğimizi zaten avukatlıktan kuruyorsun, açıp da lütfedip kanuna bakmadın mı hiç? Suçun unsuru saydığın şeyi alt sınırdan ayrılma sebebi sayamazsın zaten, ben Akın Gürlek’in kanun falan okuduğuna da inanmıyorum da veya hukuk fakültesi okuduğuna da inanmıyorum ama burada mesele şu: 

Bir alt sınırdan ayrılma gerekçesi siz bulabilecek misiniz?

Lütfen bir elinizi vicdanınıza koyun, bir iyi hâl uygulamama gerekçesi bulabilecek misiniz bizim için? Ve bunu yattık! Şimdi yine tahliye talep etmiyorum, bitireyim Sayın Başkan, etmeyeceğim; çünkü hukuksal olarak bizi neden tutuklu tutamayacağınızı, hukuksal olarak bizi tutuklu tutmanızın mümkün olmadığını zannediyorum anlatabildim ve belki başka konularda mütevazi davranmak daha doğrudur fakat tutuk konusunda mütevazi davranmak istemiyorum. 26 senedir bu mesleği yapıyorum, 7 senedir de bu mesleği yapıyorum, tutukluyum, bu benim bildiğim bir mevzu. Bizi hukuksal olarak tutuklu tutamazsınız ama tutuyorsunuz, demek ki siyasal olarak tutuyorsunuz.

Şimdi nasıl hukuk işine siyaset karıştırılınca sizi ayıplıyorsam, siyaset işine hukuk karıştırılınca siyasal olarak hallolur, gün olur, değişir. Gençiz yatıyoruz, gün olur devran döner, siyasal olarak konuşuruz. Siyasal mesele siyasal olarak konuşulur, bizi siyasal olarak tuttuğunuza inandığım için hukuksal bir talepte bulunmuyorum. Siyasal talebimiz çok açık; ben 20 yaşımdan beri sosyalistim; özgürlük, bağımsızlık, sosyalizm bu siyasal talebim çocukluğumdan beri. Bu emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı özgürlük, kapitalizme karşı sosyalizm. 20 yaşımdan beri benim siyasal talebim bu, sizden de talebim bu. Ama kendisi hukuksal olmayan bir işi -kendisinin siyasal olduğu ayan beyan olan bir işi- neden isteyeyim? Demek istemedim. Dilimin ucuna geldi. 

Ben ilk defa bu lafı Soma duruşmasında patronun avukatından duydum. Tahliye talepleri reddedilince mahkeme başkanına avukat dedi ki, “Sayın Başkan, keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.’” Hepimiz ayağa kalktık. Mahkeme başkanı sakin bir adamdı, “Ne demek istiyorsunuz Avukat Bey?” dedi. Yani demek istiyorum ki, bu işler hep böyle gitmez, dedi. Çok cesur buldum, çok da saygısızca buldum, yani bir yargıca şunu söylemek siyasi bir şeyi ima ediyor belli. “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” demek bir yargıca çok saygısızca göründü. Demem hiçbir yargıca fakat şunu kastettiğini anladık. O davanın iki sözcü avukatı vardı, birisi ben birisi de Can Atalay, ikimiz de hapisteyiz. O davada 301 kişiyi bilerek, bilinçli taksirle katleden adam infazını bitirdi, ne kadar yattı biliyor musunuz? Benim kadar 7 yıl. 301 ölümün, bilinçli taksirle öldürmenin infazını tamamladı çıktı. İyi hâlle çıktı hem de, yani şartlı tahliye. iyi. Adamı şimdi düşünüyorum, adamcağızın dediği doğruymuş, yani keser döner sap döner. O mahkeme başkanını oradan aldılar İzmir’e -Allah’tan tenzili rütbe görmedi, hâlâ ağır ceza mahkemesi başkanı orada İzmir’de. Bizi hapse attılar, maden patronu da -301 kişiyi öldürmüş adam da- elini kolunu sallayarak İstanbul’daki mesaisine döndü. Bu manaya geliyor demek ki keser döner, sap döner. Sevdiğim bir laf değil, kullanmayacağım ama şu manadaysa bunu bilmenizi isterim.

Ebru’nun katledilmesinden sonra bu davanın bu şekilde bitmesi mümkün değil yani bu davanın ve Ebru’nun katledilmesinin hesabının sorulması zorunlu. İki yol, üç yolla sorulacak söyledim birisini. O ödül yaşadığı sürece -Adalet için Mücadele Ödülü- dünyanın her yerinde avukatlara verilecek ve Ebru’nun adı ve bu davanın özetiyle birlikte bütün dünyaya, her dilde anlatılacak. Böyle mücadele edeceğiz. Heyetiniz gibi bu davada gerçekten yargılama yapmaya niyetlenmiş heyetleri tenzih ediyorum fakat bu süreç boyunca talimatla yargıyı yok sayarak, hukuku yok sayarak çalışmış bütün yargıçların ve savcıların görevlerine son verdirilmesi için, meslekten ihraçları için gayret edeceğiz bütün gücümüzle öldüğümüz güne kadar ve her yerde teşhir edeceğiz.

Şimdi geçenlerde gazetede bir HSK kararı yayınlandı, gördünüz mü bilmiyorum. Çok heyecan verici bir karardı. İki heyecan verici tarafı vardı Sayın Başkan. Birincisi; bir günlük gazetede iki sayfa boyunca parası ödenip ilan olarak bir HSK kararının yayınlanmış olması ilginç, sanki gayrimenkul satış ilanı gibi yani. Gerçekten de bir satış ilanıydı, HSK’nın hakim satış ilanı. Biz okuduk, çok eğlenceliydi. Bizim dosyamızın savcıları ve hakimleri de var içinde. Meslekten ihraç edecek fakat kuyruğunu kıstıramamış, yurt dışına kaçmış bizimkiler. Ne dava açılmış ne de soruşturma, askıda, bunlar da ifadesini alamamış. Meslekten ihraç için yıllar geçmiş. Şimdi ilanen tebligatla meslekten atacak cemaat mensubu bir dizi hakimi, savcıyı. İlanen tebligat vermiş. Suçlamayı söylemesi lazım tabii, ki ilanen tebligat işini görsün. Bir günlük gazete -komik bir gazete, Hürriyet olabilir, tabii ciddiye alınıp okunacak bir gazete değil ama- Basın İlan Kurumu’ndan ilan alan gazetelerden birisi diyor ki; “Şu aşağıdaki fiilleri nedeniyle ifadelerine başvurulacaktır bu kişilerin. Bu hakim ve savcılıkla bağdaşmaz fiilleri nedeniyle!” Duruyordur internette bir göz atın, arka arkaya 12 madde var, bu hakim ve savcılar tarafından yapıldığı söylenen İstanbul Adliyesi’nin günlük rutini. Günlük rutininizi yazmışlar alt alta, “Nasıl böyle bir şey yaparsınız?” demişler. Hayır, mesela şöyle düşünün; nasıl bir kişiyi altı sene boyunca tutuklu tutarsınız, böyle bir şey olabilir mi falan yazmışlar. Bu böyle, bu hakimciklerin günahları alt alta yazılmış, ne dijital delilin inceletilmemesi günahını bırakmışlar, ne sahte imzalı evrakın kullanılması günahını bırakmışlar, ne savcının dosyayı okumayıp her celse aynı lafı söylemesi günahını bırakmışlar, alt alta yazmışlar bütün bu günahları. Demişler ki işte biz bu arkadaşları bu yüzden meslekten ihraç edeceğiz, ilanen kendilerine duyuruyoruz. O ilan o çocukları çarpmaz, hepsini tanıyorum, hepsi örgüt üyesiydi, onları vurmaz. Ümit ediyorum o ilan sizi etkilesin. Ümit ediyorum o ilan Türkiye’deki yargıç savcı vasatını etkilesin ve yarın bir gün isimlerinizin ilanen tebliğ edilmesi tehlikesinden ürperin. Ya niye ben yasaya uygun olanı yapmayayım da duruma, zamanın ruhuna, ortama uygun olanı yapayım diye kendinize sorun…