Denemeler

Deprem Suçlarına Giriş (*)

6 Şubat 2023 tarihinde ülkemizin güneydoğusunu vuran büyük depremlerde, resmi açıklamaya göre 50 bin 783 insan yaşamını yitirdi. 35 bin 355 bina tamamen yıkıldı ve 90 bin 609 bina ağır hasar gördü. Yaralı sayısı 105 bin 505. Önümüzdeki soru, bu devasa mağduriyetin Suç’la ilişkisini kurmaya nereden başlayabileceğimizdir.

“Deprem Suçları” başlığı altında, öncelikle Anayasamızın 129. maddesi uyarınca kamu görevlileri tarafından “… Anayasa ve yasalara sadık kalarak …” yürütülmesi öngörülmüş imar, altyapı ve denetim faaliyetlerindeki kusurların; Türk Ceza Kanunu (TCK) 257. maddesinde düzenlenen “Görevi Kötüye Kullanma” suçlarıyla ilgisi akla gelmelidir. Bu eylemlerin –taksirli bile kabul edilseler- ölüme ve yaralanmaya sebebiyet vermiş olmaları kadar, kamu görevi yürütmeyen inşaat yüklenici ve teknik denetçileriyle mülk sahiplerinin kasıt ve kusurlarıyla iştirak halinde gerçekleştirildikleri de dikkate alınmak zorundadır.

Yine depremi izleyen günlerde, TCK 142-151 maddeleri arasında düzenlenmiş; nitelikli hırsızlık, yağma ve mala zarar verme fiillerindeki artışın, hem hatalı afet yönetimi hem de içinde bulunulan zaruret haliyle ilişkisi göz önünde bulundurulmalıdır.

Bir diğer mesele, deprem nedeniyle müzayaka haline düşmüş kişilere, yüksek kira yahut fahiş mal ve hizmet bedeli dayatarak başta TCK 237, 238 ve 240 maddeleriyle devamında rekabetin korunmasına ilişkin mevzuatın…

Bir şey yanıyor olabilir yalnız.

Sizden değilse yazıdan geliyor yanık kokusu: “Hukuksal Doğruculuk” veya bir tür hukuki pozitivist hararet diyelim.

Şimdi durmazsak, çeyrek yüzyıl sürecek müteahhit yargılamalarından, kamu görevlilerinin soruşturma izni prosedürlerinden, ilgililerin tespit, tazminat ve miras davalarının evrakından yığılan dağlar göz gözü görmez oluncaya kadar tütmeye devam eder.

Sanki bu girişte politik bir perspektif eksikliği var?

Baştan başlayalım öyleyse.

6 Şubat 2023 tarihinde, ülkemizin güneydoğusunu vuran büyük depremlerde vs.

Siyasal iktidarların insan yaşamına hiç değer vermediğini gördük. Devlet, vatandaşlarının barınma hakkını sağlama yükümlülüğünü yerine getirmediği gibi, Acil Müdahale, Kurtarma ve Destek/Bakım görevlerinde de başarısız oldu. Aslında kamu yönetiminde topyekûn bir değişimin şart olduğu anlaşıldı.

Hükümetlerin oy devşirme beklentisiyle çıkardıkları imar afları, partizanlıkla istihdam edilmiş kamu görevlilerinin atanmasındaki liyakatsizlik, Mimar ve Mühendis Odalarının -yetkileri budanarak- planlama ve denetim alanlarından uzaklaştırılması; sosyal devleti ve nitelikli kamu hizmeti imkânını ortadan kaldırmış durumda. Barınma, eğitim, sağlık ağır krizde; yoksulluk genişliyor.

Halkın temel hak ve ihtiyaçlarını öne alan; laik, bilimsel, şeffaf bir afet planlaması için…

Duralım biraz…

Bu sefer de rutubet hissediyorum. Siz bir yeri açık bırakmadıysanız zemin sıvılaşması yazıdan sızıyor: “Politik Doğruculuk” veya bir tür Reformizm.

Şimdi durmazsak, kamucu vaatlere karışan sosyal devlet hayali göl olur; maya çalınır. Maalesef tutmaz o da bu çağda, yazık olur.

Belki ahlaki perspektiften yoksun kaldı bu giriş o yüzden tekliyor? Baştan deneyelim.

6 Şubat 2023 tarihinde ülkemizin vs.

Önümüzdeki tablo, çıkar ve rant ilişkileriyle birbirine göbeklerinden bağlı politikacıların, memurların ve inşaat sermayesinin ahlaksızlığıdır. Ölümcül bir yozlaşmayla karşı karşıyayız. Fırsatçı müteahhitler, rüşvetçi belediye başkanları, rantiye belediye meclis üyeleri, piyasa çarkında çürümüş imar denetim büroları sadece bugün değil, ancak birkaç kuşakta yaratılabilecek kültürel bir çöküşe yol açmıştır. Yılların birikimi olan ahlaki yozlaşmanın bir anda düzeltilebilmesi mümkün değildir. Yukarıdaki rol modellerinden sızarak, sıradan insanı da etkilemeye başlamış çürüme; komşusunun mağduriyetini sömürmek için kiraları ve temel ihtiyaç ürünlerinin fiyatını yükselten, enkaz yağmalayan, yardım kolilerini iç eden türde yeni insanların…

Yavaş. Bir tıkırtı duydunuz mu? Fare değilse yazıdan geliyor: “Ahlaki Doğruculuk” veya bir tür Sinizm.

Eğer hemen durmazsak, ahlak politikaya yuva yapar ve elimizde “bugün için çözümsüz çürüme” ve kategorik emperatiflerden çatılmış bir fare yuvası kalır; kapana kısılırız.

Bilmiyorum ki nasıl yapsak? Nutuk atmayı kesip şöyle açık sözlü bir giriş mi denemeliyiz? Pekala, baştan alalım.

6 Şubat tarihinde vs.

Siyasal iktidarın, yıkıma uğrayan geniş seçim çevrelerinin neredeyse hepsinde, önümüzdeki genel seçimlerde en az yüzde kırk oy alacağını göreceksiniz. İktidar ittifakı, çok daha ciddi bir toplumsal sorunun semptomundan ibarettir. Bunlara oy veren insanların, çağdaş, denetlenebilir, açık bir yaşam istediğini mi düşünüyorsunuz? Hayır. Dini cemaatlerin sadaka-kayırma ağına dahil olmak istiyorlar. Fırsatını bulurlarsa onlar da haksız çıkar elde edip sınıf atlamak, yolsuzluk yapabilmek, üretmeden yaşamak, denetlenmemek, eğitimsiz yeteneksiz çocuklarını torpille işe sokmak, başkalarında günah diye kınadıklarını gizli gizli yapmak istiyorlar. Her insanın özündeki karanlık budur. İcabında kendi oturduğu apartmanın kolonunu keserek dükkanına vitrin yapan cehaletin, emniyet kemeri takmayıp kontrole yakalanınca rüşvetle atlattığına sevinen uyanıkla akraba olduğu açık değil mi? Ölünce niye şaşırıyorsun? Kendilerinin ölmediği depremlerde ölenlerin acısına göbeğini kaşıyarak takdiri ilahi diyenler, şimdi kendi tercihlerinin bedelini ödüyorlar, sonra bunu da unuturlar: Kendi düşen…

Dur, duralım. Midem bulandı.

Sizinle alakası yok, direkt yazıdan bu sefer: “Doğruya Doğruculuk” veya en kirlisinden Nihilizm.

Şimdi susmazsak, ne yapsan boşçuluk, her koyun kendi bacağındancılık, adam sendecilik kusarız sabaha kadar. Safrası halka sevgisizlik olan bir mide fesadı.

Yine olmadı o zaman. Neden beceremedik bu yazıya girmeyi? Ölmedi, yaralanmadı, terk edilmedi, soyulmadı mı insanlar? İşlenmedi mi yani bu depremde suç? Kim, kime karşı hangi suçu işledi? Nasıl bu kadar zor olabilir ki “Deprem Suçları” yazısına giriş?

Madem işe upuygun girişle başlayamıyoruz, sadece girişlerden oluşan bir yazı mı denesek acaba? Öyle bir roman yazılabildiğine göre yazı da mümkün bence. Kaç girişten sonra gerçeğin kendisi bizim peşin doğruculuklarımıza yataklık etmek için eksile eksile o küçük ve rahatsız edici “vs.”den ibaret kalır? Hani “vs.” ortada olsa da olmasa da zaten ezberimizi söyleyeceğimiz? Diyelim ki dörtle değil on dörtle sınırladık; ne işe yarar ki böyle bir yazı?

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”yu okuyun, ne işe yaradığını göreceksiniz. Kendinizi tanıyor musunuz? Calvino gibi “kendini okumanın” yazılması, kendimizi tanıyabilmemizin yollarından biri sadece yahut kendi hakkımızda yazmanın.

Dürüst olun; hiç mi geçmedi aklınızdan bu girişler? Herhangi birinden ısınıp, ıslanıp, ürperip veya mideniz bulanarak susmadan önce, şöyle iki paragrafçık bile takılmadı mı dilinize? Kabul edin takıldı. Geçti aklınızdan! Geçmedi mi? Pekiyi, sizin bunlara benzemeyen kendi girişiniz var diyorsunuz, inanıyorum ne derseniz ama siz de bana güvenin dört değil on dört giriş yapsam kesin bulurdum sizinkini de.

O zaman, girişten sonra meseleyi bükeceğiniz yerin sadece sizin inisiyatifinizde olmadığını fark etmelisiniz. İş, kıymeti kendinden menkul doğruculuklarımıza uygun akıp gitmez kısacası. Ne olur? Akışın niyetlerden çok karşılaşmalarda belirlendiğini, hikâyenin her büküldüğünde neye, nasıl dönüştüğünü görüp biraz da gülmek isterseniz; bu sefer Cem Akaş’ın uzun öyküsü “Soğuk Bir Kış Gecesi Sam”e göz atın derim. “Kış Geceleri” birbirine göz kırpıyor, haklısınız. Niyetler, seçimler ve olumsal karşılaşmaların; hikâyede bulunduğunuz yeri nasıl değiştirebileceğini düşünmüş olursunuz. Gerçek daha tatsız elbette edebiyattan. İtiraz etmiyorum; depremde ve devamında canımızı çok yakan bütün o haller kuşkusuz anayasaya aykırı, ceza yasasına göre suç. Aynı zamanda siyasal iktidarın süreğen yoksul düşmanlığıyla, sermayenin fırsatçı ahlaksızlığıyla, insanların bencil hevesleriyle ve hepsini her daim ayakta tutan muhafazakar seçmenin ideolojik evreni ile de bağlantılı bütün bunlar. Girişlerimizle yani.

Öyleyse belki de çoktan seçmeli bir sınav sorusuyla karşı karşıyayız: “Yukarıdaki giriş paragraflarından hangisi depremde işlenen suçlar hakkında kusurlu bir bakış açısı içermektedir?” Cevap: e) Hepsi.

Hani bağlantılıydı? Yanlış mı yani şimdi bütün bu söylem düzenekleri? Hayır. Wolfgang Pauli’den ödünç alırsak: Hiçbir değerleri yok, yanlış bile değiller. Tam da o nedenle bu kadar yaygınlar.

Benim kuşağım, klasik yazılı sınavdan teste geçişin ilk mağdurlarından sayılır. Yaşamı tam da bize özel katmanlı bir anlatı formunda kavramak üzereyken, burnumuza dayanan “çoktan” seçmek zorunda bırakıldık biz. Geçenlerde dünya üzerinde biricik olmadığımızı fark ettim. Benden birkaç yaş genç de sayılsa aynı geçişin mağdurlarından olduğu anlaşılan Alejandro Zambra, Şili faşizminin kendi gündelik yaşamını nasıl baştan sona keserek kat ettiğini çoktan seçmeli anlatmayı başarmış. “Soru Kitapçığı” kuşağımızın testle yıpratılabilse de asla teslim alınamayacağının izleriyle dolu. Verili şıklardan seçme dayatmasının aslında niye seçenek barındırmadığını -işi ifrata vardırarak- basitçe göstermiş Zambra. Cevap şıklarıyla cebelleşmeyi bırakıp, kendi sorularımızı sormaya başlamanın ilk adımı en azından bu kadarına uyanmaktan geçiyor.

İnsanlar ölür, yaralanır, sakatlanırsa; binalar çökerse; aç kalır, üşür, tedavi edilmezseniz; sokakta, çadırda, konteynerde işsiz, geleceksiz, borçlu yaşamaya zorlanırsanız; enkazın altından ve üstünden bağırarak sesinizi duyuramadığınızda sorulacak doğru soru bence şunlara benzemelidir:

Deprem sigortası ve konut kredisi ne demektir?

İnsanlar niye banka ve sigorta şirketi kurar? Gerçekten bizi ev sahibi yapmak veya para vermek istiyor olabilirler mi? Niye ki?

Ev sahibi ne demektir? Yani, kendisi oturmuyorsa bile mi?

Miras ne demektir?

Dünya malı ilk paylaşılırken acaba benim büyük dedelerim ve ninelerim neredeydi?

Elinde çok ev olana da dedesinden kalmadı, kendisi çalışıp kazandıysa; ben sabahları fazla geç kalkıp akşamları biraz erken yatıyor olabilir miyim?

Az çalışıyorum, onun için mi yoksulum?

Yoksulların cennete daha kolay kabul edildiği doğru mu? Niye ki?

Madem enkazdan küçük altın çalmayı akıl edebilen var, ben niye -hâlâ seslerini duyabilirken- sevdiklerimi kurtarabilmek için bir iş makinesi gasp etmeyi düşünemedim?

Yağma ne demektir?

Madem aynı şirket sonradan televizyonda büyük yardım kampanyası başlatacaktı, niye deprem akşamı zincir marketlerinin kapısına polis ve asker dizdirmişti?

Vergilendirilmiş kazanç kutsal mıdır?

Kutsal ne demek?

Gerçekten -şu yoksulların cennete daha kolay kabul edilme işi diyorum- doğru olabilir mi? Tamam da niye yani?

Polis ve asker devlet midir?

Devlet başka ne iş görür? Bunu gayet güzel yaptığına göre onu niye bir türlü yapamaz?

Siyasetçi ne demektir?

Niye burada benimle birlikte sıkıntı çeken insanlar dururken onları değil de seni dinlemek zorundayım? Genel seçimler çoktan seçmeli midir?

Milletvekilliği söylendiği kadar yüksek ücretli bir meslekse, tam olarak hangi sektördedir? Neyin uzmanısın? Her neyde ustaysan, çıraklığı, kalfalığı, kursu mu oluyor yoksa okulunda mı okudun?

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi o demek mi?

Neden sürekli oy istiyorsun?

Oyu ne yapacaksın; yenmez, içilmez, yağmurdan, soğuktan korumaz, kanamayı durdurmaz: Var bende bir tane oradan biliyorum. Biriktirince başka bir işe mi yarıyor?

Çocuklar, hastalar, yaşlılar, gebeler açken; yağmur yağarken, bize hâlâ ekmek, patates ve hijyenik ped satmaya devam edecek misiniz? Kontör de var mı?

Şehirde içme suyu bittiğinde, elindeki dolu damacananın hepsi hâlâ sadece senin mi sayılır?

Yoksullar, yani bunu tam anlamadığım için ısrar ediyorum gibi durdu, daha kolay gidiyorsa cennete iyi tabii; ama niye diyorum?

Kiralar deprem fırsatçıları yüzünden arttıysa, eski kiraları kim belirlemişti?

Arz ve talep ne demektir?

Yani yoksullar -hayır, başka bir şey soracağım- eski kiraları da ödemekte zorlanıyordu; o zaten yoksul oldukları için mi?

Mal sahiplerini bağlayan ahlaki bir fiyat fikstürü mü var? Nerede asılı?

Dünyanın işleyişinde benim tam çözemediğim yanlış bir şey mi var? Yani tane tane anlatılsa anlayabileceğim gibi bir şey mi mesela?

Evin borcunu ödeyemeden depremde ölen dolandırıcı sayılır mı?

İnsanca yaşam ne demektir? Yoksul, dâhil mi?

Yaşadın bitti işte yaşam, öldün; nasıl, güzel miydi bari?

Sınavdan çok ankete benzedi ama olsun. İsterseniz ünlü soruşturması “Sorular, Sorular, Sorular”dan birkaç tane de Max Frisch eklesin, yalnız elin oğlu benden acımasız tabii:

“Ölmeyi mi tercih edersiniz yoksa bir süre daha sağlıklı bir hayvan olarak yaşamayı mı? Hangi hayvan?”

Çok mu umutsuz oldu? Umut ne güzel kelime.

“Bir ölüyü gördüğünüzde hangi umutları size daha önemsiz görünür: Gerçekleşmiş olanlar mı yoksa gerçekleşmemiş olanlar mı?”

İçiniz kararmasın, tamam, öldü bazılarımız insanca yaşayamadan; 2023 vaat edildiği gibi çıkmadı ama “sürdürülebilir kalkınan”, “gelişmekte olan”, “büyüyen” ülkemizin 2053’de, 2071’de, 2123’te şahlanabileceğinden niye umut keselim? Son soru da ona gelsin:

“Dinozorlar iki yüz elli milyon yıl boyunca yaşamayı sürdürdüler. İki yüz elli milyon yıldan uzun süren bir ekonomik büyümeyi nasıl hayal ederdiniz? (Başlıklar yeterli)”

Yetsin gerçekten.

“Deprem Suçları” diyorsanız başlangıç için en iyi sorular bunlar bence. Test değil, klasik. Kutsal olanlar da dâhil kitap, defter açık, kopya serbest. Süre sınırlı yalnız, salon sallanmaya başladığında bahçeye çıkın. Hepsini hemen cevaplamak istemiyorsanız, saklayın, bir kısmını da Marmara Depremi’nden sonra sağ kalanlarınız cevaplar.

Esasen hiç zor sayılmaz, hepsinin cevabı aynı tek paragraf zaten:

Dünyayı hukuksal parsellere; sınıflara, ırklara, cinsiyetlere bölerek mülk edinmektir suç. Mülkiyet suçtur. Banka ve sigorta şirketi işletmek; borsa kurmak suçtur. Devletin görevini ihmal etmesi değil bizzat görevinin kendisi suçtur. Paylaşmamak, dayanışmamak, köprü kurmamak, engel yıkmamak suçtur. En büyük suç, değiştirmeye soyunmamak, direnmemek, bedeli ne olursa olsun dövüşmemektir.

Çok lâzımsa alın size suç, gelin mücadele edelim.

Ha, bu arada evet, en azından bu tür cennete sadece yoksullar alınacak çünkü bu dünyada onlar kuracak cenneti; devrim yapacağız.

Banka yok, borsa yok, devlet yok!

Proudhon mu? Bakunin mi?

Hayır değil. Sadece dünyayı hukukla, reformla, ahlakla, benlikle durabildiğiniz yerden temellük etmeye çalışmayın. Meseleye girişinizi değiştirin; gelişme ve sonuç da değişecektir. Hep kazandık, yine kazanırız demiyorum; daha önce kaybetmiş olmamız dünyayı devrimci durumdan çıkarmaz diyorum. “Devlet hakkındaki oportünist önyargılarla mücadele etmeden, emekçi kitleleri, genel olarak burjuvazinin, özel olarak da emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtarma mücadelesi verilemez.”Çok yendik, çok yenildik.

Hamdık, piştik, yandık elhamdülillah.

Artık devrim yapalım.

Biz Kazanacağız.

(*) Çağımızda Hukuk ve Toplum Dergisi Haziran 2023 tarihli sayısında yayınlanmıştır. 

 

1            Italo Calvino, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”, çev. Eren Yücesan Cendey, YKY, 1. Baskı, 2008.

2            Cem Akaş, “Soğuk Bir Kış Gecesi Sam” [Son Kişot içinde], Can Yayınları, 1. Baskı, 2022.

3            Alejandro Zambra, “Soru Kitapçığı”, çev. Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 1. Basım, 2018.

4            Max Frisch, “Sorular, Sorular, Sorular”, çev. Ogün Duman, YKY, 1. Baskı, 2021.

5            Frisch, s.11. 

6                 Frisch, s.32.

7            Frisch, s. 100.

8            Vladimir İlyiç Lenin, “Devlet ve Devrim”, [1. Basıma Önsöz, Ağustos 1917], çev. M. Halim Spatar, Celâl Üster, Yordam Yayınları, 3. Basım, 2020, s.12.