İnayet

BÖLÜM 25: TAMBUR VE KUTSAL İŞKEMBE

“Bıyık nerede?”

“O ne?” dedi Melike kafayı kaldırmadan.

Yeterliydi normalde uyarı, saflığımdan uyanmadım.

“Bıyık işte… Demin buradaydı, çıktı mı?”

“O kim?” diyor Melike. Şimdi bakıyor artık notların üzerinden.

Boş baktım yüzüne.

Hatırlamıyorum adamın adını; hatırlasan da artık söylenmez zaten ayıp! İlk defa yakalanıyorum.

Şimdi odamda, kahve, sigara stoku yapılmış, büyük çiçekli pijamalar çekilmiş -getirdim gelirken- duvara yapıştırdığım maden haritalarıma bakarken hatırlayıp ürperiyorum yakalanma anımı. İşin kendisi komikti aslında; tam o sırada yaşadığım aydınlanma ürperticiydi sadece.

Yok öyle bir adam, sen uydurdun belki de!

“Kedi” dedim Melike’ye.

Yanaşmıyor pek yanımıza ama kedi var sendikanın terasında. Yok şimdi ortalarda Allah’tan.

“Hayırdır, kedi mi sevmeye başladın?” diyor taşeron ödeme listelerine geri dönerken. Atlattık. “Bizi mi dinliyor bu kedi” diye bir mısra görünüp kayboluyor aklımda; Arapça’dan çeviri sanki, gelmiyor gerisi. Kediler bazen oturup dinler insanları. Bizi dinlemeyen bir Tanrı’dansa bizi dinleyen bir kediyi tercih ederim. Teşekkür ederim Kedi. Burada olmadığın ve bizi dinlemediğin için yani. Bir kediye -gıyabında bile olsa- teşekkür ettiysem panik atak geçirdim demektir yakalandığımı hissedince. Melike yüzlerce sayfa yığmış önüne, parayı takip ediyor. Utanmaz Bıyık duruşma salonunda patrona;

“Bütün cinayet davaları aynı şekilde çözülebilir; aşk yoksa parayı takip edeceksin. Onun için
servetinizle bu kadar ilgileniyoruz…” dediğinde oradaydım. Durduk yere söylemedi. Bıyık’ın sürekli alternatif maliyet hesapları karşılaştırmasından sıkılan bir sanık, aklı sıra lafı gediğine koymaya çalışarak:

“Avukat Bey paraya çok düşkün; biz güvenlik ihtiyacı olduğunda parayı sakınmıyoruz, o sürekli hesap yapıyor…” dediğinde aldığı cevap buydu.

Duruşmada arka arkaya sıraladığı bütün hesaplar, metreler, metreküpler, ppm’ler, milyon liralar hazırlanıp eline veriliyor tabii. Melike’nin uğraştığı işte o koca hazırlığın parçası: Para takip ediliyor.
Aydınlanma dediğim, tam o anda adamın adını hatırlayamamakla ilgili. Hayali arkadaş Bıyık! Gerçekten öyle bir adam yok, uydurdun sen onu.

Göründüğü kadar saçma değil.

Bütün o teknik merak, bıkmaz usanmaz öğrenme isteği, analizler, amatör maden mühendisi Derviş’in işi aslında. Taranarak işe yarar listelere dönüştürülmüş binlerce sayfa, isimler, yerler, ifadeler Melike’nin işi. “Kötü yönetildiği ortada bu şirketin” diye küçük patronun tüylerini diken diken ederken, Bıyık değil, minyon Hatice’nin devasa ve sarışın Ticaret Hukuku bilgisi konuşuyor arkadan. Sanıkların kendilerini kurtarabilmek için her çırpındıklarında ileri sürdükleri prosedürlerin karşısına dikilen bütün ILO sözleşmelerinden, iş ve sosyal güvenlik mevzuatından haberi bile olmayabilirdi Bıyık’ın; İbrahim Bey yazıp önüne koymuyor olsa. “İş cinayeti” tarihçisi Mürsel; sanık avukatlarının “işte bu bizi kurtardı” umuduyla dilekçelerine ekledikleri küflü Yargıtay kararlarının karşısına geçen yıl verilmiş Ceza Genel Kurulu kararlarını dayayan Sinan; herhangi bir belgeye bakıp on saniye sonra “Dosyada yok” diyebilen Alihan ve şimdi isimlerini sayamayacağım onlarca yetenekli avukat.

Ne yapalım, bu da başkanları denebilir. Alâkası yok. Her espride bulunduğu söylenen çok daha fazla gerçeklik payı var Genel Sekreter’in rolü için; ipleri elinde tutan Nergiz çekip çeviriyor bütün o işleri.

Ne yapıyor o zaman bu bıyıklı Sınıf Kini?

Zaten okuduğumuz kitaplardan intihaller -bazılarını henüz okumadığımızı kabul ediyorum ama el yazması nadir kitap değil yani, bulur okuruz istesek- okuyup da unuttuğumuz şiirlerden küçük dize parçaları, aklımıza gelmiş olsa bile söylemeye utanacağımız sözlerden duruşma tiratları; halife masalları…

Hiç kısaca. Hiçbir şey yapmıyor aslında. Felaket tellalı, Apokrif Okuyucusu, Vanilya buharı, Don Bacak Ateli.

Zaten benden başka kimsenin haberi bile yok Bıyık diye bir tipin ortada dolaştığından. Melike sendikanın kedisi sanıyor mesela artık. Başka kim ne sanıyordur emin değilim. Yasemin Hanım madeni yaktığını sanıyor, kocası -şartlar başka bir ölüm getirseydi oğullarına- avukatları olabileceğini; polis yasadışı örgüt üyesi sanıyor galiba; işçiler çok konuşup az içen iyi bir adam olduğunu. Ben dedemin reenkarnasyonu sanıyorum herhalde, karısı da sevgilisi olduğuna inanıyordur.

Bunların hepsi olabilirdi; olsaydı yani öyle bir adam. Ama yok. Ben yarattım. İşte o uzun ve garip aydınlanma anı boyunca düşündüğüm buydu terasta. Şimdi, gecenin bir yarısı komik geliyor ama hissettim ben bunu.

Sonunda, eti kemiği ve en üste sarılmış deri yeleğiyle bıyık geldi tabii. Çıkmamış. Tuvalete gitmiş büyük ihtimalle.

“Hazır mısın büyük güne?” diyor.

“Olacağım” diyorum. “Siz hazır mısınız?” demiyorum. Denemez. Yok öyle birisi. Deminki hissedişim gibi değil; anı uzatmak için irademle inkâr ediyorum artık varlığını. Tepemde çünkü. Varsa bile hazırlanmaz. Tanık olacak sadece o; çağındaki zulmün tanığı. Bıyık bu his işte. Ben inmezsem yapılmayacak o keşif kısacası; böyle inanıyorum.

Aslında hepimizin “ben olmazsam yapılamaz bu iş” zannetmemize yol açan bilinçaltımızdan ibaret Bıyık. Xebat’a “daldık hepimiz, kimse gidemez bu iş bitmeden” dedirten, bizi bu büyük Ege kasabasına toplayıp Lethe ırmağının suyundan içiren, yoksulların bizden başka kimsesi yok sanmamıza sebep olan sorumluluk duygusuna anlatması uzun sürer diye Bıyık ismini takmışız. Fikre ihtiyacımız var, fiziksel varlığı fuzuli sanki? Ben kaldım Xebat gitti bu arada. Öğrendim atasözünün tamamını: “Ava de seri çı bohustek çı çar tıli”

Melike’ye yakalanmasam bu haliyle gelir miydi yine aklıma bilmiyorum ama su geçmiş işte benim başımı da dört parmak. Nefesimi tutuyorum şimdilik.

Alabalık gibi suyun altında nefes almayı öğrenirim belki ilerde. Zeynep’in evinden çok uzakta değilmiş gibi yüzüşünü, çok genç değilmiş gibi emin oluşunu, hepimizin arayıp durduğunu bulmuş gibi, suda balık gibi nefes alışını öğrenmek mümkün müdür acaba? Sanmam. Öyle doğmuş bence o. Don Kişot ve değirmenlerle ilgili ikinci bir ihtimal daha var; düşünmemeye çalışıyorum şimdilik. Önümdeki iş zorlu yeterince. İllegalite arıyorsan kitabın yanında Bıyık’tan gizli dava dosyası okumakla yetin İnayet; devrimciler çağdaş edebiyatın konusu değil artık. Öyle umuyorum diyelim veya?

Bu gece hazırlıklıyım ocağa.

Duvardaki haritalarım duruşma salonunda asılı yelken beziyle kıyaslanamayacak da olsa dosyadakilere göre büyük bayağı. Karton gibi kalın, parlak malzemeye renkli basmışlar. Biliyorum Derviş’in bastırdığı yeri: Digital Copy Center. İngiltere’de bile kullanılmıyor olabilir bu formda; Türkçe’den çeviri bence o kırtasiyenin adı.

Müntehir’den fazla olarak renkli kalemlerim ve kayısı marmelatım da var. Onun çocukluğunu geçirdiği bahçedeki ağaçlardan. Düşmüş bile olabilir birisine tırmanıp. Tabak yok. Grissiniyi direkt kavanoza daldırıyorum.

Bahçenin sağına soluna kapan kurup kurmadığını bilmiyoruz küçük von Kleist gibi; ancak kapana kıstırılmış olanın acısını hissetmiş olabileceğini sanıyoruz artık. Kapan işi hayal gücümün her iki ufaklığa iftirası büyük ihtimalle. Ne çok hayali arkadaşın var senin İnayet? Eh, tek çocuğum ben, yapacak bir şey yok.

Planım gece yarısına kadar çalışıp sonra da altı saatlik sıkı bir uyku çekmek. Sınava girecekmiş gibi hissettiğimden değil vakit geçmediğinden oturdum masanın başına.
Yarın keşif.

Titreme geliyor boş boş oturup düşünürsem. Telefonu o gıcık halinden çevirdim müzikli zile; eminim o yüzden titrediğime. “Blowin’d The Wind” ile “Zere mi” arasında kaldım. İkincisini Xebat gönderdi. Şekilleniyor onun hisleri, benimkiler biraz belirsiz hâlâ. Kimsenin yüreğinin direği, kapısının eşiği olabilecek kadar masif hissetmiyorum kendimi. Ama “evin içindeki ışıltı”ya benzetilmek güzel tabii; “çi la zere çe mi” inci gibi. Beyaz inci ama. Ortada ev bulunmamakla beraber, pembe de olsa incimiz var. Valizde küpe. Ne zaman? Bilmiyorum. Sanki büyük İnayet çözebilirse kulağındaki sızıyı küçük İnayet kabul eder takmayı gibime geliyor. Dayanaksız olduğu kadar güçlü bir his.

Olmazsa dönecek sahibine geri.

“Ve böyledir işte
Biri ölür
Ve kalır biri
Hiçbir dalgıç inci bulamaz
Bataklığa dökülen küçük bir ırmakta…”

Var ufkuna baktığımız bir sahil; deneyeceğiz dalmayı.

Füruğ’unkinin aslı Farsça, öbürü de Xebat’ın değil de Alihan’ın dilinden aslında. Tınısı daha çok benziyor Farsça’ya. Lehçe mi bunlar? Belki. “Donanması ve ordusu olan lehçeye dil denir” derler. Kürtler söz konusu olduğunda donanma makul bir ölçüt sayılmayabilir elbette. Yaygın olan Xebat’inki sanki. Zaten ona göre hepsi Kürtçe’ymiş; etimolojisini fazla kurcalamak yerine anlamına yoğunlaşırsam daha mutlu olurmuş. Böyle şeyler konuşuyoruz işte.

Belki Roza da küpenin geri dönmesine daha mutlu olur. İncinin değil de benim geri dönmem anlamına geleceği için. Çözdüm sayılır iyice tedirginliğini, ev almalara falan kalkmasını. On yıldır ilk defa beni başkalarıyla paylaşmaktan korkuyor. Durduk yere “Hebat” sormasının da ondan olduğunu biliyorum artık.

Yeni bir dostu olacağına sevgilisi olsun diye düşünüyor. Oldu daha önce sevgililerimiz. Hiç birisiyle paylaşmak gerekmedi birbirimizi. Dostum olmasındansa “Rus bir dost” edinmemi tercih ediyor. Yalnız bu lafın söylenmekle normalleşmediğini fark etmiş durumdayım, çok garip yani. Belki bütün o ışıltılı kalabalığın içinde yalnız o da biraz. Yahut bana düşkün diyelim, olmadı pek Roza’ya yalnızlık çünkü. Yakın markaj sıralı hayranı bir düzineye düşmeden onun için abes olabilir yalnız demek. Evet, sadece basketbolda değil sualtı rugby’sinde bile kullanıyoruz. Hemen atlamayın futbol terimi diye. Yakın markaj diyorum. Sualtı Rugby takımının da kaptanıydı ayrıca Roza; hayır, bilmiyorum nasıl oynandığını. Vardı bizim okulda.

İlk ve önemli soru “ortak değerlerimiz” var mı bizim bu kızla? Sınıfsal mı kişisel mi? Çok fedakârlık yapmadı mı benim için? Yaptı. Var sanıyorum üzerimde hakkı. Seviyorum onu, beni hiç terk etmedi.

İkinci ve daha önemli soru; bizi nasıl götürecekler? Derviş’in iddiasına göre +340’daki klasik ocak ağzından “kulikar”a bineceğiz. Hayır sadece size “Kukuriku” gibi gelmiyor, ilk duyduğumda bana da öyle geldi; çok komik bir isim olduğunun farkındayım. Nasıl bir taşıt olduğunu gözümde canlandıramıyorum bu yüzden. Lunapark oyuncağı ismi sanki.

“Üstü açık, oturaklı, küçük bir vagona benziyor” dedi Derviş. Bindiğinden mi? Hayır. Bildiğinden. Cinsi böyle çocuğun, açıp bakmıştır fotoğraflarına.

“İşçiler de mi onunla iniyor?” diye sordum merak edip.

“Hayır İnayet, yürüyor işçiler” dedi.

Maden girişinden çalıştığı galeriye yerin altında dört buçuk kilometre yürüyen işçi varmış.

“Zor” dedim, Alihan’dan öğrendiğim basiretli ses tonuyla.

Zor gerçekten. Yoksullar hep yürüyor. Bazen dönüşte, bu anayoldan tamamen farklı ve “İnsan Nakil Bandı” diye ismiyle müsemma bir banda bindikleri oluyormuş. Ama vardiya başında, vakit kaybetmemek için yürünecek yokuş aşağı. Öyle denince kaba durduğu için “desandre” diyoruz yokuşa bildiğiniz gibi.

İnsan Nakil Bandı’nın gittiği özel tünele “Nefeslik” deniyor. İşçiler banda binip nefes alsınlar, rahat etsinler diye değil, derinlerdeki A ve H panolarının kirli havası çıksın diye yapılmış bir hava dönüş yolu olduğu için böyle adı. Bir ucu panoların girişinden başlayıp, öbür ucu -ocak çıkışına yakın bir yerlerde- madenin hava çıkış galerisiyle birleşiyor. Aynı vantilatör çekiyor yani ikisindeki havayı da ama farklı tüneller.

“Kirli hava nefeslikten çekiliyorsa, ana yola niye hava çıkış galerisi diyoruz?” sorumu sıkılmadan cevaplıyor Derviş;

“Nefeslik sadece A ve H’deki kirli hava için İnayet, diğer panoların nefesliği yok, ana galeriden dönüyor kirli hava…”

Derviş’in henüz kemikleri kireçlenecek kadar yetişkin sayılamayacağını değerlendirerek sabrını zorlamayı göze alıyorum;

“Afedersin de kirli hava nasıl karar veriyor bugün nefeslikten mi çekilsem, ana galeriden mi diye acaba?”

Son gereksiz sorum olduğunu hissettiren bir sadelikte “Kapılar var” diyor. Değil tabii ki son sorum.

Maden ocağında kapılar? Pekâlâ, neden olmasın? Nefeslik güzel isim sonuçta. Kirli hava çeken nefes borusu gibi değil de su kenarı bağ çardağı gibi kodlamaya karar veriyorum: Bir tatlı nefes almaya geldik…

Bizim kullanacağımız tünel aynı zamanda giriş ve anayol. Geniş o yüzden. İşi bilenler açısından 16 metrekare kesit diyebilirim. Yükseklikle genişlik çarpılıp tavan eğimi hesaplanınca böyle deniyor.

İşçilerin anlattığına göre dizleri üzerinde emekleyerek hatta sürünerek girdikleri yerler bile var ocak ayaklarında. Kesiti üç dört metrekare o zaman bu deliklerin. Panolarda ayak içlerinden aldığın kömürü getirip anayola ulaştırman gerekiyor ayak mekanize değilse. Mekanizede makine kendi kestiği kömürü banda kendisi verebiliyor zaten galiba.

Klasik ayaklarda ürettiğin kömürü, ayağın içinde taşıyıp konveyöre döken “zincirli” adı verilen daha küçük bantlar var. Ayağın başı olan rekupta bitiyor zincirliler. Ayakta üretim bitince sökülüp yeni ayağa kuruluyor olabilir. Bu İngilizce muhtemelen ama Soma şivesiyle; “Break Up”. Anayolu cadde gibi düşünün, panolar mahalle, rekuplar sokağa dizilmiş üç katlı evlerin girişi, taban, orta, tavan dilimleri de evin katları.

“Yangının parladığı dördüncü bant desandresinden de geçecek mi bu korku tüneli şeysi diye sordum. İşte o zaman -biraz da neden en cahilimizin madene indirildiğine nihayet iç geçirerek- anlattı ünlü kılçık bacayı. Meğer bir adı da “Kulikar Yolu”ymuş onun. Yaşlı dördüncü bant boyu tüneli çeşitli tavan baskıları, taban yükselmeleri ve kesitinin işin başından dar olması nedeniyle kulikar geçişi için yeterince uygun değilmiş. Şöyle çözmüşler; ocağın tam kalbi sayılan +142 kodundaki U3 elektrik panosunun bulunduğu üçgen topuğa yeni bir sapak açarak.

Üçgen topuğu, için için yanıyor olması şaibesi nedeniyle; elektrik panosunu da yangınla ilgili ilk haberlerin “panoda elektrik yangını çıkmış” şeklinde duyulması yüzünden tanıyorum zaten. Gözümde canlandırabildim sayılır o sırada, şimdi de kolayca buluyorum yerini duvardaki haritamda. Başka bir deyişle, bizim gireceğimiz yolun devamı olan üçüncü bant boyuyla dördüncü bandın kesiştiği eski kavşaktan önce yeni bir tünel ağzı -onlar kurve diyor- açıp, doğrudan aşağıdaki A ve H panolarına inen kılçık bacayı açmışlar.

Buraya inen üçüncü bağımsız tünel oldu eksik saymıyorsam; konveyörün aktığı eski bant boyları yolu, nefeslik ve kılçık baca. Sonuncusunun kesiti gayet geniş olduğundan kulikar da rahatlıkla geçiyor. Her ne kadar kömür yüklü konveyör hâlâ eski yolundan devam etse de dördüncü bant tüneli üvey evlat olmuş böylece. Yürüyen herkes havadar kestirme kılçığı kullanmaya başlamış. Katliamdan birkaç ay önce oluyor bu dediğim.

Derviş, ocağın kapatılmış en eski galerilerini ve yıllar öncesine dayanan ilk üretim sahalarını barındıran bu kavşak bölgesinin, yerin iki yüz metre altındaki ezikli kırıklı bir odaya benzeyen şeytan üçgenine böyle geniş yeni galeri açmanın felakete davetiye çıkardığına inanıyor. Anlattı sebebini ama anladım desem yalan olur.

Onun yerine “Kara Tumba”yı ciddi dinledim bu sefer. Girilen damarın eğimi nedeniyle ayak artık ilerleyemez hâle gelince, çalışmayı bitirmek yerine, zor da olsa, gözlerinin önündeki kömürü orada bırakmaya razı olmayıp, dik, güvensiz, sadece elle çalışılabilen kör bacalar açıyorlarmış. Son kömür damlasını da kaçırmamak için yani. Hava aynı delikten girip çıktığı için hem sıcak hem de göçük ihtimaline karşı çok güvenliksiz bunlar.

Gerçek bir ayakta arkanızda göçük olursa önden çıkmak, önünüzde göçük olursa geri dönüp kurtulmak mümkün. Kara Tumba’nın tek deliği var. Kör denmesi o yüzden. Arkanız göçerse, hem havayla hem de yaşamla bağınız kopuyor, kazılıp açılmasını bekliyorsunuz. Yeterse elbette; Hava yahut ömür.

Açıkça yasaklanmamışsa da çoğu zaman uygunsuz kabul ediliyor iş güvenliği açısından. Tercihim hâlâ Kadir İnanır. Yalnız o kadın gerçekten çok güzeldir o yaşta Türkan Şoray diyorum. Kısacası yapmamak gerekiyor Tamba-Tumba. Yapıyormuş bunlar. Al Yazmalım’da daha güzeldir.
Kılçığa dönersek; madem kimsenin bindiği yok bu kulikara, ne diye yol lazım buna? Bu girişimin kulikar seyahati ferahlasın diye değil, aşağıdaki A ve H panolarına koca çelik mekanize şiltler indirilebilsin diye yapıldığını anlıyoruz şimdilik. Yolcu vagonu değil yük vagonu yolu yani, bu kadar şimdilik, gerisine bakacağız inince.

“Kulikarla değil ama indikten sonra yürüyerek gidip göreceksiniz dördüncü bant desandresini” diyor.

İşte tam orada tutuştu bant, kablolar, kömür. Derviş’e göre kömür tozu, metan gazı ve su buharı da var işin içinde. O tünelde yapılması gereken bir işim olmasaydı yanından bile geçmek istemezdim işin aslı.

Yapılacak işler derken Bıyık’la konuşmuşluğumuz yok mevzuyu, başka siparişler var. Derviş’in özel ricası nedeniyle ocak ağzından başlayarak yol boyunca muhtemelen solumuzda kalacak boş duvara asılı kablo ağzının yerden yüksekliğini ve toplam kalınlığını -gözle yaklaşık olarak yetermiş- ölçmem gerekecek. Elektrik kabloları, sensör kabloları, telefon kabloları, basınçlı hava hattı, basınçlı su hattı ve galiba en kalını kül borusu olmalı. Kül borusu! Ne işe yaradığını yaklaşık olarak biliyorum ama gördükten sonra anlatayım. Sulu kül diyeyim şimdilik. Kapattıkları, işi bitmiş yerlere ve yangınlara basıyorlar.

İşte bütün bunları, evde süpürgeliğin üstüne “U” raptiyeyle kablo sabitler gibi -yalnız yaşıyorum ben gelir elimden ufak tefek tamirat- solumuzdaki duvara asılmış biçimde görmem gerekiyor galeriler boyunca.

Tabii bu örneğe benzemesi için evdeki oda duvarlarının kilometrelerce uzaması ve “U” raptiyelerin de şöyle uzun ince dikdörtgen bir orta sehpadan büyük olması lazım herhalde. Bakılacak. Derviş’in siparişi tamamdır.

Mekânla ilgili ikinci sipariş Nergiz’in. Talebi Tambur’a dikkatlice bakıp ona detaylı tasvir etmem. Sadece bir ay önce, garip taşıtım kulikarın; hafif eğimli uzun rampa desandrenin; mekanize üretim çelik tavan desteği şiltin benim için hiçbir anlamı olmadığını -en azından bazılarının bu anlama gelmediğini- düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Cümle içerisinde kullanılmayacak kelimelerden ibarettiler.

Tambur için sadece kuramsal değil görsel bir hafızaya da ihtiyaç duyduğumuza inanıyor Nergiz. Motor kapağı gibi bir şey olması lâzım elbette, çalgı değil yani. Tambur’la Tanbur aynı şey mi bilmiyorum. Belki birisi bu, diğeri ötekidir. Ben böyle alıştım artık. Tribün ile Türbin’in farkını yirmi yaşında öğrenmiş olmaktan hâlâ utanırım mesela ama buna Tambur demeye kararlıyım.

Ne istiyoruz Tambur’dan?

Savunma tanıklarının en önemlilerinden birisi kıdemli bir bant ustabaşıydı. “Savunma Tanığı”
dediğime bakmayın, hepsi kamu tanığı aslında, yani hepsini mahkeme çağırmış ama bunlar şirkete çalışmaya devam edenler. Trajik deneyimlerimiz -ve pet şişeler- iş ilişkisi sürdüğü için şirket aleyhine tanıklık etmeleri beklenemeyecek bu örnekleri hızlı geçiştirmemizi öğütlüyor. O yüzden savunma tanığı dedim. Yine de bunun bant kariyeri etkileyici ve kendisini diğer bütün tanıklardan ayıran doğal bir otoriteye sahip görünüyor. Ustabaşı maçoluğu da karizmaya ekleniyor olabilir. Kır saçlı, yapılı, derli toplu bir adam.

Savunma avukatlarının niyeti, yıllarını konveyör bantlarındaki sorunlarla uğraşarak geçirmiş bu orta yaşlı denebilecek kıdemli ustaya, dördüncü banttaki sorunları anlattırmak ve ünlü “tambur yangını” teorisini güçlü biçimde tarif ettirmek.

Anlattı da gerçekten.

Önce başkan sorguladı. Her zamanki gibi önyargısız ve açık bolca sorusu var, adam da gayet tatmin edici cevaplar verdi: Evet, bu bantta ciddi sorunlar var.

Adamın özgüvenli açıklamalarından, dosyanın kritik tartışma konuları hakkında sağlam bilgiler edindik. Bant boşluğu ne demektir? Şalterci ne iş yapar? Bant ustaları, işçileri, yedekleri bant boyunda ne diye gezinir? Bant nasıl patinaj yapar? Tahrik motoru tamburu ne demektir?

En önemlisi de bandın bolluğu nasıl alınır? İlginç ve tehlikeli kısmı bolluk alınmazsa tambura ne olacağı; onu şimdi anlatmıyor ama. Tanık ustabaşına göre bol bandın durdurulması üstü boşaltıldıktan sonra bir kısmı kesilerek kısaltılması ve özel bir yöntemle yeniden dikilerek bolluğun alınması gerekiyor. Bu iş vardiya sonunda hızla yapılırmış. Başkan klasiğini ihmal etmedi.

“Neden?”

“Fazla üretim kaybı olmasın diye…”

“Tek bir bandın kısa süre çalışmaması neden üretimi etkilesin?”

Her iki tarafın avukatları da muhtemel cevapları biliyor olmanın dinginliği ve adamın rahat ifade tarzı nedeniyle gergin değil şimdilik. Tehlikeli sulara girmedik daha.

Tek bir bant durmazmış.

Birbirine kömür dökerek çalışan kilometrelerce bant durarak tamiratı beklemek zorunda. Yığılırmış yoksa kömür. Özellikle de en derindeki mekanize panolarda kömürü kesip çıkararak doğrudan banda gönderen makine azmanı çalışacaksa bütün bu bantlar yürümek zorunda. Entegre bir sistem. Bant tamir edilene kadar biraz çıkarıp şurada biriktireyim diyebileceğiniz bir yer yok yani aşağıda. Bantçıların sürekli penaltı atışı bekleyen kaleci gibi gergin olmasına -örnek tamamen Derviş’e ait; ne tür bir gerginlik olduğuna dair en küçük fikrim yok- şaşırmamak gerekiyor.

Her nerede bollaşmış olursa olsun, kilometrelerce uzunluğundaki konveyör, bolluk alınıncaya kadar +342’deki ocak ağzından kömür kusmayı durduruyor. Üretim ve para kaybediyoruz. Çılgın rödovans uyarınca çıkarılan her gram kömür itirazsız satın alındığı için direkt cepten gidiyor anlayacağınız. Kömür parçaları değil de bir kuruşluk bozuk para çıkarıyorsunuz diye hayal etmeye çalışın eksik her küreğin acısını hissedebilmek açısından.
Savunmanın artık tanıdığımız tezi şöyle; bant bol olduğu için patinaj yaptı. Tahrik motorları patinaj yüzünden tamburlarından ısındı ve yangın çıkardı. Eğer bolluk vaktinde alınmış olsaydı yahut patinajı fark ederek bandı durduran otomatik güvenlik sistemi şalterci tarafından devreden çıkarılarak marş motoru elle zorlanmasaydı yangın çıkmayacaktı.

Bıyık’ın “temiz iş” dediği cinsten. İşçilerin hatası işçileri öldürdü; Patron evine gider! Güçlü bir ışık ve üç yüz bir ölünün üzerini kaplayacak genişlikte koyu gölge “Ben olsaydım kesin ispatlardım” dediği şıklık bu bizim bıyıklı spekülatörün.

Nergiz, işte bu ünlü tahrik motorunun tamburuna dikkatli bakıp, ona ayrıntılı tarif edebilecek kadar incelememi istedi. Teknik bir beklentisi yok. Görüntüyü merak ediyor. Şimdi anlatacağım olayın ileride canlandırmasını yaparken görüntü gözünün önüne gelebilsin istiyor. Görsel hafızayla hikâye anlatanlarda çok yaygın bir ihtiyaçtır.

Bitirdi Başkan. Doğrudan soru başlayacak.

“Doğrudan soru sorma” bizim hukukumuza özel, heyecan verici bir avukat sanatı gerçekten, Önce biz ve savcı, sonra da sanık avukatları soracak.

Nergiz’in “Bizim sorumuz yok” diye hepimiz adına geçiştirmesi biraz önce söz ettiğim deneyimin sonucu. Zorlanacak bir tanık değil; itibarsızlaştırmak da mümkün görünmüyor Başkan’la iyi ilişki kurdu; açık konuşan, bilgili bir adam. Bant sorunlarının yangınla ilişkisi açısından elimizi zayıflattı. Yeterli bu kadar.

Anglo-Amerikan çapraz sorgu ile kafa karıştırıcı bazı benzerlikleri olsa da yapılan iş özünde çok farklı. Jürili mahkemede bu adam savunma tanığı olarak sanık avukatları tarafından getirilmiş olurdu. Onlarda yargıç soru sormaz.

Kendi tanıklarına söyletebildikleri her şeyi söyletip bize devredeceklerdi. O zaman pas geçmek gibi bir lüksünüz yok. Yalan söylediğini göstereceksiniz; en azından jüriyi adamın güvenilmez veya itibarsız olduğuna ikna edeceksiniz. Filmlerde gördüğünüz kadar sık olmasa da; doğru teknikler, iyi eğitim, avukat yeteneği ve belki biraz da şansla olayı gözüyle görmüş tanığı işe yaramaz hâle getirebilirsiniz. Karşı tarafın tanığına vereceğiniz hasar kalıcıdır çünkü durumu düzeltmek için tekrar söz alamazlar ve yargıç tadı kaçmadığı sürece karışmaz. Çapraz denmesinin nedeni sizin tanığınız için de onların aynı avantaja sahip olması.

Bizde yasadan kaynaklı bir soru sorma sırası bulunsa bile her tanık kamu tanığıdır ve en başta yargıç istediği zaman ve istediği kadar tanığı zorlayabilir. Tarafların da yeniden soru sormasına bir engel yok.

Savcının ilgi duymadığını görünce aslında hakimin sorgusu sırasında bant ustasından istediği her cevabı hemen hemen almış olan avukat, bunun mutluluğuyla altın vuruş yapmak istedi: Mahkeme Başkanı tarafından dikkatle dinlenilip beğenildiği çok belli olan tanığa bir yangın sebebi söyletmek! Oysa bir bant yangınının teoride nasıl çıkabileceğini öyle güzel anlatmıştı kı ustabaşının bu olaydaki kişisel kanaatine kimsenin ihtiyacı yoktu diyebilirim.

Avukat biraz geri sardırıp sağlam bir yerden tekrar başladı:

“Banttaki bolluk alınmazsa patinaja neden olabilir mi diyorsunuz?”

“Evet. Bu bantların üzeri kuru değil; kaygan ve ıslak bir çamur olur, bol kalırsa tutunamaz uzun bant…”

Çamur değil de “şlam” diyor sanki. Nasıl yazılacağını kestirmek zor, çamur anlamında olduğu kesin yalnız.

“Ne oluyor patinaj yapınca?”

“Söylediğim gibi, otomatik sistem durdurur bantları.”

“Daha sonra?”

“Sonra keserek kısaltıp alırsınız bolluğu, yeniden dikip çalıştırırsınız.”

Şurada, mahkeme salonunda bile dikip bırakamıyor adam bandı yeniden çalıştırmadan. Gerçek stres kaynağı anladığım kadarıyla duran bant.

“Şlam?”

Avukat hakim literatüre. Belki “Sludge”la akraba Fransızca bir sözcük. Gramer İnayet Paşa! Her neyse artık çamur niyetine konuşuluyor yani.

“O yıkanır zaten düzenli olarak, basınçlı su hortumlarımız var..”

Yangın söndürülemiyor ama çamur varsa yıkıyoruz düzenli, ne güzelmiş basınçlı su hortumu!

“Şalterci ısrar ederse durmuş bandı çalıştırmak için?”

“Manuel mi?”

“Evet, elle çalıştırmaya uğraşırsa marşa basıp?”

“Çalıştırılmaz.” Çok sakin bir adam bu. Anlamak zor aklından geçeni.

“Yaptı diyelim?”

“Motor tamburdaki kayışları hızlı çalıştırır ama bant dönmez.”

“Ne olur yani?”

“Motor ısınabilir.”

Nihayet zamanı geldi altın vuruşun:

“Yanacak kadar ısınır mı?”

“1100 voltla çalışan güçlü tahrik motorları bunlar, çok ısınınca yanabilir.”

Bu kadar aslında.

Çapraz sorgu yapıyor olsanız, Jüriye “Yaa, işte böyle” diye derin anlamlı bir bakış atıp oturacaksınız. “Söylüyoruz size, yanmış işte o motor…” duygusu yanık kokusu hâlinde ulaşacak salonun en ücra köşesine. Elbette sizden sonra soru soracak karşı tarafın kesif kokuyu dağıtacak bir numara yapmamasını umacaksınız ama biz zaten bu tehlikeli tanıktan bir an önce kurtulmaya çalıştığımızı belli etmişiz açıkça.

Numaramız falan yok yani. Bitti bu iş normalde.

Elimizde üretim mühendisinden fırça yeme korkusuyla durmuş bandı yürütmek için birkaç kez elektrik butonuna yüklenmiş şalterciyle; o elle çalıştırabilsin diye gidip bandı durduran otomatik güvenlik sisteminin pimini çıkarmak üzere konveyöre yönelmiş işçi mevcut zaten. Hem kayıtlar, hem tanıklar söylüyor. Kendileri dâhil. O ifadelerle birlikte düşünüldüğünde tam sanıkların ağzına layık bir ziyafet sofrası adamın değerlendirmesi. Ye, kalk yani elini yıkamak için. Kalkmıyor.

Doğrudan sorunun büyülü dünyasına buradan giriliyor işte. Ziyafetin üstüne tatlı yedirmek istiyor mahkeme heyetine. Avukat değil şu anda adam, mutfak şefi! Hazır Başkan servisi beğenmişken finali havai fişek gösterisiyle kapatmayı umuyor. Alevli meyve de olabilir.

“Yanar diyorsunuz o zaman bu motor?”

Son hamleden önce bizden tarafa hafif bir baş selamı veriliyor: “Seyredin, bu iş böyle yapılır.” anlamında. Biz değilsek de Bıyık hak etti; çok eziyet etmişliği var bu adama. Eklem kemirmeye devam eden Melike dışında sakin gibi herkes. Nergiz’in kaşlarını indirip kaldırırken hafif tebessüm ederek selamı aldığını görüyorum sadece.

Kuru bir “Evet” yeterli. Güvenilir, uzman, kıdemli işçi, tanık… Dört dörtlük. Sapı peçeteye sarılı bıçağı uzatır gibi sordu adam soruyu: “Buyurun, siz kesin lütfen”

Bekliyoruz.

“Yanabilir” dedi adam tekrar. Sesi ifadesiz. Belki o yüzden tehlike sinyali duyulmadı salonda.

Şef sıkılmaya başladı durgunluktan. Gösteri istiyor.

“Dördüncü bant boyundaki tahrik motorundan konuşuyoruz. Olay günü bollaşmış bant, patinaj var, yüklenildi, ısısı çok yükseldi, sonra ne oldu diye soruyorum?”

Nergiz’in literatüründe buna “tanığın karnına basmak” deniyor. Böyle soramaz aslında. Görgü tanığı değil adam sonuçta; orada değildi, yorum yapması isteniyor artık.

“Evet, anladım. Güçlü motor, çok yükselmiştir ısı” diye tekrar etmekle yetindi ustabaşı. Sesi biraz daha matlaşmış.

Seslere yapışan uyarıları düşünüyorum. Duygunun akıldan önce sese yapışmasını, tanıdık bu bana. Avukatın ilgisini çekmiyor. Belki artık dönemeyecek kadar iştahla ileri gitti. Bence, tanık hakkında bütün mahkeme profesyonellerinde çok sık rastlanan bir fikre kapıldı.

“Bant ustası duruşma koşullarına alışık değil. Nasıl ifade etmesi gerektiğini bilemiyor, neyin davada işe yarayacağını öğretmek gerek.” Budur aklından geçen. Ya da belki mesleki diyabet, şekeri düştü, pastanın hemen kesilmesine ihtiyacı var.

“Yangın bu motordan mı başladı” diye soruyor açık açık.

Başkan müdahale eder genellikle bu aşamada:

“Avukat bey, görmemiş, nereden bilsin?” diye. Etmedi. Dikkatle izliyor sadece. Adam ilgisini çekiyor. Ya da biz itiraz ederiz. Aslında karşı tarafın yönlendirici sorularına o kadar sık itiraz ediyoruz ki bir seferinde yine bu avukat adamcağız tutanağa geçsin diye adını soyadını söyleyince Bıyık “itiraz ediyoruz” deyip koparmıştı salonu gülmekten. O hak etti yani başımıza geleni de davaya yazık işte.

Kıdemli bant ustası derin bir nefes alırken, Nergiz kollarını masanın üstüne çok sakin açıp eliyle durdurdu kıpırdananları. İtiraz etmeyeceğiz. Melike sol elinin eklemlerini de götürdü ağzına. Belki mahkeme başkanı gibi Nergiz de adamın yorumunu merak ediyordur diye düşündüğümü hatırlıyorum. Değilmiş; risk almış.

Nihayet tanık, başkana dönük duruşunu vücudunu bir parça avukata doğru çeviriyor:

“Tambur kapağını sökerken yanımdaydınız Avukat Bey; boyası bile atmamıştı, gösterdim size. Isınmış fakat alev almamış. Yangın falan yoktu o motorda…”

Eline tutuşturulmuş bıçağı pasta yerine mutfak şefinin göğsüne soktu dibine kadar. Cinayet! Ha… ha… Max Aub’a göre en sağlam cinayet nedeni gereksiz ısrardır.

Uğultulu gülüşmeler, hem salonun tanığı ne kadar dikkatle dinlediğini hem de basılan işkembeden çıkanın hiç şüpheye yer vermeyecek kadar anlaşıldığını gösteriyor. Motor türbini değil mahkeme tribünü bu, boşa sarmaz!

Eğitimleri, görgüleri ne olursa olsun, ailelerin bütün yaşamını kaplıyor bu dava. Avukatın çizmeye çalıştığı tabloyu da işkembeden çıkanla o resmin yapılamayacağını da gayet iyi görüyorlar. Latinler “Cacatum non est pictum” der. Pek zarif sayılmaz ama: “Sıçarak resim yapılmaz anlamına geliyor. Sanat gerçekten bu iş.

Yine de asıl makara, talihsiz savunma avukatı teşekkür edip oturduktan sonra, başkan, “Var mı sizin başka talebiniz?” diye bizden yana döndüğünde sarılıyor. Bıyık; “Tek talebimiz var, avukat bey sormaya devam etsin, insan başka ne ister gerçeğe ulaşmak için!?” dediğinde kopan kahkaha fırtınası, bu acılı insanların hâlâ iyi espri görünce nasıl tanıyabildiğini gösteriyor hepimize. Elbette bir de tanığın karnına basmamak gerektiğini.

Başkan bile bütün kontrollü yapısına rağmen gülümsemesine engel olamayarak dönüyor avukata:

“Ne zaman indiniz avukat bey siz ocağa?”

Aslında, eski mutfak şefi, avukattan çok yanmış tambur kapağının tanığı gibi görünüyor muhtemelen Başkan’ın gözüne.

İşte Nergiz’in mutlaka inceleyip nasıl bir şey olduğunu ona anlatmamı sipariş ettiği bu boyalı tambur kapağı.

“İyi bak da hikâyeyi on yıl sonra gözümüzde canlandırırken zorlanmayalım; o malzeme eksik kalmasın….” diyor gülerek. Nergiz farklı Bıyık’tan. Görsel hafızaya sahip. Düzenli fotoğraf çekmeceleri ve ses kayıtlarından oluşmuş bir zihin. Bıyık’ınki daha çok olay sırasında ne hissettiğini hatırlamak. Mesela her seferinde birkaç şey ekleyip çıkararak sonsuza kadar anlatabilir tanığın karnına basıldığı anı. Nergiz’in ise tek ve iyi bir hikâye için tamburun tarifine ihtiyacı var. Gerçekleştiği haliyle gerçeği anlatmak; ihtiyar Ranke gibi. Hep onu anlatacak.

Alihan, Bıyık için; “Bir gün yirmi dakika boyunca çok ilginç bir hikâyesini dinledim, on beşinci dakikada anlayabildim benimle arasında geçtiğini…” demişti. Toraman Buck Mulligan gibi Bıyık; hani anlayamaz ya bir türlü, annesi hakkında ne dediği için Stephen’i küstürdüğünü: “Hisleri hatırlayabilirim sadece…”

Eğlenceli olduğu kadar tehlikeli bir tarz tabii.

Hep aynı formu koruyarak anlatmanın da tehlikeleri vardır yalnız; böyle anlatan birisi için; “…Albay’ın duraksamaları öylesine etkili, tavrı o kadar canlıydı ki aynı şeyi birçok kez yinelediğini sezdim, sözlerinin gerisinde hemen hemen hiç gerçek anı kalmamış olmasından korktum…” der Borges. Sanki “Öteki Ölüm”de. Evet. Harikulâdedir. Her neyse. Joyce veya Borges bunu nasıl anlatırdı bilemeyeceksek bile hikâyeyi on yıl sonra Bıyık’tan dinleyecek olanlar -şansları yaver giderse- ne hissettiğini anlayacaklardır muhtemelen ama o gün gerçekten ne olduğuyla ilgili Nergiz’i bulup konuşmak gerekebilir.

Al sana bir sebep daha bu adamın gerçek kabul edilmemesi için! Uydurdum ben kesin bu tipi. Gülüyorum ama Bıyık’tan çok kendime olabilir. Sen nesin İnayet? Hamlet’in Horatio’suyla Kral Lear’ın soytarısı türünden “olmazsa olmaz” yancı mı? Yok. Shakespeare’den ziyade Kafkavari benim yaratıcı yaratılmışlığım. Bak onun Don Kişot’u tam Bıyık gibidir işte:

“Sanço Panza, akşam ve gece saatlerinde bir yığın şövalye ve haydut romanı biriktirerek daha sonra Don Kişot adını verdiği şeytanını kendinden uzaklaştırmayı başardı -bununla hiç övünmedi- bunun üzerine şeytan yapılabilecek en kaçık işleri yaptı…”

Benim keşfe indirilmemdeki kaçıklık bu değilse nedir acaba? Gecenin yarısında “yapamaz bensiz” diye düşünmek nedir veya? Benimle daha tehlikeli oraya inmek; herkes kendi hayaletini getirecekse.

“… yalnız belli bir nesnenin yokluğunda -ki bu Sanço Panza olmalıydı- kimseye bir zararı dokunmadı…”

Özgürsün İnayet, kendin istedin kalmayı, çamur atma adama. Sonu çok güzeldir yine de; “.. özgür bir adam Sanço Panza -kadın olacak burası- heyecan değil de belli bir sorumluluk duyduğundan Don Kişot’u seferinde yalnız bırakmadı, böylece hayatının sonuna kadar hem çok eğlendi hem de bundan fayda gördü…”

On yedinci yüzyılda tek başına eğlendirmek günahtı zaten, kıssadan hisse çıkarılıp da fayda görülmeyecek pitoresk öykü olmaz. Serseri oldun diyelim; dua et Don Bacak Ateli basmasın karnına. Sanctum Panza da -hadi halkın söylediği gibi Sanço- diyelim kutsal işkembe demek neticede. Ne çıkar içinden basılırsa? Bilmiyoruz. Bilmek istemiyor bile olabilirsiniz.

Telefon çaldı. Direği, eşiği ve ışıltısı olduğum evden aranıyorum muhtemelen. O da başka mesele.

Öyle olsun bakalım İnayet. Hanginizin ötekini düşünde gördüğünün önemi yok. Ölülerin yanına iniyor adam yarın, sen de yanında iniyorsun. Ölülerin avukatı olan o; sen hâlâ küçük kızları ve torunusun ölülerin. Aynı düş olmayabilir.

Şarjda telefon; elektrik tanrısına ibadet ediyorum prizden sunağımda. Yatağın üstü kitap dolu, üşeniyorum kaldırmaya, açmak için gidince uzandım üzerlerine kabloyu çıkarmadan. Adını ekranda görünce heyecanlanmak nedir peki? Bilmiyoruz. Çocukken de kitaplarımla yatardım ben. Berggasse Str. 19 numaranın kanepesi gibi oldu.

Çocukluğunu bir anlat bakayım? Freud’un Viyana’daki muayenehanesinin adresi o. Çöplük senin hafızan İnayet. Çocukluk diyorduk; oralarda olabilir senin bu adamlarda yakalandığın boşluk. Kapat gözlerini.

“İyi akşamlar” dedi Xebat.

“İyi geceler denir bu saatte” diye düzeltiyorum. Hatta belki iyi sabahlar en doğrusu Hangi milletten olduğunun bir önemi yok; güneş doğacak birkaç saat içinde.

Konuş şu çocukla, uyu sonra.

Keşfi düşünme artık.