BÖLÜM 24: SINIF FARKI
14 Recep 1435, Salı.
Kayıp zamanın peşinde değilim; o da zaten kaybolmayacak kadar gözümün önünde. Kapının karşısındaki duvarın önündeyim. Halı erken bittiği için muşambaya basıyorum. Tartan pist etkisi yaratıyor. Zaten Kayıp Zaman’ın bu hâli sadece Yakup Kadri çevirisinde mümkün herhalde. 14 Recep Salı yani. Fransa’nın güneyinde kaybedilmek için fazla yerli bir gün gibi duruyor Donmuş zaman daha çok. Kurabiye ısırmayı gerektirmeyecek yoğunlukta korunmuş unutulmaya karşı. Bu arada keşfe çok az kaldı. Tedirgin edici. Neyse.
Zaman kayıpsa sadece duyu yetmez bulmaya, hafızayla çakışması lazım. Hâlbuki benim hafızama ait değil bu fotoğraf. Takvimin her tarafında Rüya’nın kocasının fotoğrafları asılı. Büyük olana bakıyorum. O bana bakmıyor, objektife bakmamış çünkü. Belki Rüya’ya bakıyordu o sırada ve o yüzden hep ona bakmaya devam edecek. Sonsuza kadar? Hayır. Sonsuz bir süre değil andır. Bakmış işte o anda.
13 Mayıs 2014, Salı: Katliam günü. Takvimde önce hicri formda yazılmış. Tek başına değil; altındaki bütün sağlam sayfalarla birlikte takvim asılı duvarda. Kopartılmamış da olsalar yaşandı o günler aslında. En azından bu köşeli çene ve siyah gözler hariç kalanlarımız için yaşandı ama burada böyle. Gülümsemeyen bu adam İnayet’in kuzgun karası saçlarının genetik sahibi. Uzadı bu arada, çok az, kırkılmış battaniyeden halıflekse dönecek kadar. Uzun tüylü, kaliteli olanları kastediyorum.
Merak duyanlar Şanlıurfa’da o gün imsak’ın 03.38’de, yatsının 20.59’da olduğunu -nasıl seçildikleri hakkında fikrim olmayan diğer dokuz linkiyle birlikte- öğrenebilir takvimden. Hiç değilse bu uzun Urfa Mayısı günü kadar sıcak olduğuna eminim o gün madenin.
Ebeveyn fotoğraflarına dair kendi açmazlarım nedeniyle bakmaktan çok okumayı tercih ettiğimden hazırlıksız yakalanmadıysam da; Rüya’nın kayınvalidesinin: “Yaa kızım, okudun mu?” demesi bunlarla değil sayfanın sağ köşesindeki hadis mealiyle ilgili büyük ihtimalle.
“Beş çeşit şehit vardır: Tauna tutulmuş olanlar, ishalden ölenler, boğulanlar, yıkıntı altında kalanlar ve Allah yolunda savaşarak ölenler.” Buhari’den alınmış. Taun, salgın hastalık demek. Kadının işaret ettiği daha çok “yıkıntı altında kalanlar ve boğulanlar” elbette maden yüzünden ama beni ishalden ölenler çarptı en fazla.
Sonradan Bıyık’tan öğrendiğimiz kadarıyla Buhari ciddi bir hadis bilimci sayılıyor. Sahih hadis olma ihtimali çok yüksekmiş o nedenle. Sahih, gerçek, doğru gibi bir anlama geliyor. Katliamda ölen işçilere şehit diyorlar. Ailelerin ya da -artık kimin aklına geldiyse- ilk söyleyenin takvim yaprağını gördüğünü sanmam ama bu tez devlet tarafından da sessizce sahiplenilmiş görünüyor: Maden Şehitleri.
Bıyık kelimenin “şahit” ile aynı kökten geldiğini iddia etti. Mümkün. Kavramak zor benim için yine de. Savaşta ölenlerin böyle adlandırılmasına alışkınım fakat ishal ve yıkıntı altında kalmayı anlama bağlayan zincir yabancı bana. Bıyık’ın hiç itirazı yok. Geri kalanlara bağlanacak maaşlar, aileden bir yakının işe alınması, kardeşler için askerlik muafiyeti, vergi ve harç indirimleri gibi pratik sonuçların ileride gayet işe yarayabileceğini düşünüyor bu yoksul insanlar açısından Şehitlik aynı zamanda yasal bir statüymüş çünkü, manevi bir makamdan ibaret değil yani.
Arkasından da “bir parmak bal işte, ayaklanmasınlar diye yapıyorlar” dedi. Yoksullardan söz ederken içinde bal geçen deyimler kullanmayı seviyor. Kötü niyetli olsanız yalnız ayaklanmalarını değil aç kalmalarını da istiyor diye düşünebilirsiniz. Değil ama işte, şikâyeti yok şehit ayrıcalıklarından. Onu en çok ilgilendirense kelimenin işçileri suçlamayı zorlaştıran manevi havası: “Kendi suçun nedeniyle şehit oldun” denemez sonuçta kimseye; yakışık almaz yani. “Zorlayıp bandı yaktınız, verdiğimiz maskeleri takmayı öğrenemediniz, vakit varken kaçmadınız…” falan denmesini boşa düşüren bir tarafı olduğunu ben de kabul ediyorum şehitliğin.
Böyle zamanlardaki pratik rahatlığı dikkat çekici gerçekten. Mahkemede tek bir kelime için kılı kırk yaran adamın, bu kadar tartışmalı görünen fikirleri kolayca sahiplenerek sorunu görmezden gelmesini yadırgıyor insan. Var bence sorun. Daha ilginci, onun da bazı eski müvekkillerinden soz ederken “şehit” kavramını kullandığını fark etmem. “Ölüm Orucu Şehidi” mesela. Kimseye maaş bağlandığından değil; çağlarındaki zulmün tanığı olduklarına inanıyor. “Şahit” ile “Şehit” aynı kökten diye vurgulaması o yüzden. Temel çıkış noktası, amaçları için mücadele ederken katledilmiş olmak yanlış anlamıyorsam. Bıyık mağdur edebiyatı sevmiyor. Zulmü görmüş olmak değil zulme direnmiş olmak onun tanıklık ölçütü.
“Mağdur değil mağlup olarak anılmayı” tercih edermiş. Bu kere mağlup sadece, dövüşmeye devam yani. Zeynep’in “İnsanları kıpırtısız bırakan” acıyla mücadelesini anlattım.
“Akıllı kız” demekle yetindi. Katılıyorum, o ayrı. Aslında Katolik inancına göre de büyük felaketlerde hayatını kaybedenler öteki dünyaya günahlarını burada bırakıp arınmış olarak giderler. Takvimdeki hadisin sıraladığı listede yok bence Bıyık’ın yorumu.
“Siz belirsiz bulmadınız mı biraz ölçütleri? Bile isteye ölmemiş ki bu insanlar” diye ısrar ettiğimde:
“Erdem dogma üzerine kurulmaz fakat dogma erdem üzerine kurulabilir. Şehitler iman yaratmaz İnayet, onlar işlerini yapıyor, erdem budur. Çok lâzımsa bu erdem geride kalanlarda iman yaratır…” dedi.
İkna olamıyorum, o da ikna etmeye çalışmıyor;
“Bırak herkes istediği gibi çağırsın ölülerini. Ölüleri yaşayanlar gömdüğü sürece sorun yok; kötü olan ölülerin ölüleri gömmesi…”
“İncil?”
“Marx” dedi.
Eminim ben İncil’de böyle bir laf olduğuna. Adama ardımdan gel diyorsa İsa, onun da cenazesi var; “Babamı gömüp geleyim” diyor. Onun cevabı “Bırak ölüler ölülerini gömsün, sen gel.” Matta veya Luka. Ardımdan gel demedi bu en azından. Hiç hazır olmayabilirim o gibi tekliflere. Her neyse, İncil kesin, belki Marx oradan yürütmüştür. Serbest çağrışıma intihal denmediğinin farkındayız artık solcular açısından.
Köye geldik Melike’yle. Tamam, gel ardımdan diyenle maceraya atılacak ruh halinde olmayabilirim ama bu da büyük hendekti benim için, atladım işte. Melike arayıp randevu aldı benim için. Alihan da döndü bugün, o getirdi bizi. Çikolatalarım gelmiş. Küçük bir parçayı kendime ayırıp kalanını İnayet’e sakladım; çok var.
Bıyık’la akşamki karşılaşmamızı anlatınca koptu Alihan direksiyonda, sağa çektik köy yolunda yani o kadar güldü. Üç kere tarif ettirdi.
“Kimseye görünmez genellikle o halde, çok iyi yakalamışsın” diyor.
Elbette sarhoşmuş ama çok özel bir sebeple. Bıyık ve neyin peşinde bunlar diye merak ettiğim o doktor, mühendis öğrenci takımı; duruşma olmayan günlerde kömür havzasını geziyorlarmış. Sağlık taraması yapandan, ziraat teknikleri öğretene kadar bir dolu genç “devrimci”. Kavram Alihan’a ait. Şehit kadar yabancı benim için. Belki geçen yüzyılın literatüründen ama gayet güncel kullanıyor.
Şimdi, bunun dışında bir de Bıyık’ın kendi gizli işi var! Yeni sendika olmasa bile hiç değilse bir Dayanışma Derneği kurmaya ikna etmeye çalışıyor işçileri. Onları toplu yakalayabileceği tek gün olan hafta tatillerinde pikniğe gidiyormuş peşlerine takılıp. Piknik dediğim erkek eğlencesi türünden olan; ekoseli örtüyle sepet hayal etmeyin yani, mangal-rakı işte. “Boğma rakı olduğu için kokmuyor” dedi Alihan. Anasonsuzmuş.
Maden işçilerinin çok içtiğini öğreniyoruz. Azıcık hafızamı canlandırınca Zola, London, Hemingway… Çok tanıdık geldi. Hatta o kadar bilindik ki, on dokuzuncu yüzyıl boyunca maden işçisinin ücretlerinin bir kısmının doğrudan alkolle ödendiğini hatırlıyorum: “Maaş beş yüz, beş litre de viski haftada” gibi. O kadar yaygın.
Sırf beni dinlesinler diye oturup içiyor yani onlarla ayda bir iki kez. Canlandırmaya çalışıyorum gözümde; şiir de okuyor mudur acaba gözlüğü burnuna düşürüp? Yok. Uygun bir görüntü değil pikniğe. Alihan işçilerin Bıyık’ı sevdiğini söyledi: “Az içiyor, çok konuşuyor, iyi adam yine de…” diyorlarmış. Az dedikleri benim karşılaştığım hâle getiriyorsa o işçileri görmek isterim tabii piknik dönüşü.
“Alışkın onlar” diyor Alihan.
Sabahları “Devrim kesinlikle bu havzadan başlayacak ama ben siroz yüzünden göremeyeceğim büyük ihtimalle” diye sızlanıyormuş Melike’nin anlattığına göre piknik dönüşlerinde. Adam inanıyor demek ki örgütçülüğüne, karaciğerine güvenmiyor sadece diye gülüyoruz.
Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nda; “Bir insan sadece sarhoşken iyi yazabiliyorsa, sarhoş dolaşsın. Karaciğere kötü geliyor derse; Karaciğeri de neymiş ki? derim. Ömrü sizinkiyle sınırlı, ölü bir şey; oysa yazabileceğiniz şiirler yaşayacak herhangi bir şeyle sınırlı olmaksızın..” Şiir için geçerli olan, Devrim için de geçerlidir herhalde.
Rüya’nın kayınvalidesine Melike ve Alihan da dâhil herkes “anne” diyor. Benim için bir hitap sözcüğü değil bu maalesef. Anane diyebilirdim belki ama bu evde babaanne kadın. O kapı zaten doğduğum günden beri kapalı yüzüme. Sonunda kendimle gurur duymama neden olacak bir gayretle “teyze” demeyi başarıyorum. Alıştı kulağım galiba biraz İnayet nedeniyle. O bana teyze diyor artık Rüya yüzünden. Sırtımdaki yanma önce karıncalanmaya dönüşüp sonra da kayboldu. Desin adaşım, yakışıyor ona.
Sabah bir parça rüyanın etkisindeydim. Bu Rüya değil, gece gördüğüm rüya yani. Dün uyumadan Xebat ve Roza’yla konuştum. Erken yatamıyorum, sabah dönüşmüş uyanırım korkusundan değil -Gregor gibi Mistkäfer’e değil de kelebeğe dönüşmüş olurum umarım öyle bir şey olursa- kitaba çalıştığımdan. Telefonlardan sonra sandalyenin üzerinde uyumuşum. Düşmedim bu sefer.
Garipti. Kâbus denebileceğinden emin değilim ama tozpembe de diyemeyeceğim. Zaten iki gecede bir, çeşit çeşit madenlere inmiş olarak uyanıyorum; alıştım herhalde. Keşif korkusu tepemde gündüz gece. Xebat’la geceleri konuşuyoruz artık. Yol alıyoruz sanki onunla da? Beni bana anlatmak gibi zor bir işle uğraşıyor bu aralar. Klasik ama emek veriyor diyeyim. Saat dışında Gotik bir an yaşanmadı şimdilik. Galiba ona daha uygun geç saatler. Gündüzleri hâlâ dolup dolup boşalıyormuş ev. Telefonda koridordakine kıyasla daha rahat. Aniden sarılıp, sarsalayacak kimse olmadığındandır belki, dili açılıyor. Güzel konuşmalar; hoş işte yani. Kapattıktan sonra uyuyuncaya kadar devam ettiriyorum bazen konuşmayı kendi kendime. Bakalım.
Roza’nın da saati yok zaten. Var yani bir sürü pahalı saati de biyolojik saati yok. Deli bozukluğundan o saatte arıyor. Ev almaya karar verdi bana. Kirada oturduğum çatı katını alacakmış yani. Benim suçum aslında. Çok fazla şey kaçırdım ağzımdan evsizlikle ilgili. Yanlış anladı o da. Kendime tarif edemediğim “Ev nedir?” sorusuna gayet pratik bir yanıt buldu o yüzden: Mekânın tapusu sendeyse artık evindir. Yüz yüze olsak anlatabilirdim belki onu kastetmediğimi ama telefonda zor şimdi. Diğer yandan “satılık mıymış?” diyorum korkarak; benim kaldığım yer hakkında benden çok şey bildiğinden ve taşınmak falan gerekebileceğinden şüpheleniyorum.
“Kiralık olan her şey aynı zamanda satılıktır tavşanım. Konu bizim alıp almamaya karar vermemiz burada…” Hey Allah’ım! Neyse, yok yani beni evden çıkaran falan. Bu kadar kira ödeyeceğimize alsak daha kazançlıymışız. Hep “Biz” der. İkimiz. Birinci çoğul şahısız. Fark etmiyor olamaz bendeki dalgalanmayı. Belki de tüketim yoluyla insanlık durumundan muaf hâle gelmemi bekliyor. İnsanlık durumu herhalde en başta ölümlülüğü, acıyı, hüznü, kayıp vermeyi içerir. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama homeopatik bir felaket gerçekten: Acıyla, ölümün yanında tevekkülü, barışmayı, aşmayı, değişmeyi de barındırıyor. Mücadele edersen tabii, alışverişle olmaz. Tüketici sıfatıyla satın alınabilecek bir muafiyet yok. En azından benim işime yaramadığını anlatmam gerekiyor ona. Yeni bir şey satın aldığı için kendini iyi hissetmek bana göre değil.
Seviyorum aslında terası. Doğma büyüme Bebekliyim ben. Burgazadalı sayılmadığım zamanlarda bu mahallenin yerlisi kabul ediyorum kendimi.
“Var mı ki o kadar paramız?” diyorum mirasyedi cehaletiyle. Birazı maça kızı rolü, olabileceğinin gayet farkındayım aslında. Maça kızı yetim, Kupa kızı mirasyedi.
“Sadece geçen yıl kazandırdım sana o kadar parayı, nankör Yeti!” diye yükseliyor sesi.
Aynı semtten iki üç evin fotoğraflarını daha mail atmış. Bakıp karşılaştırmamı istiyor. Teras merakımın farkında. Nankörlüğüm nedeniyle de bir sürü hesap tablosu eklenmiş. Zengin duruyorum kağıt üstünde gerçekten.
Çok kırık bir telaffuzu var bu kızın. “Veyl” gibi söylüyor “Mail”i. “Dön mutlaka veylime!”
Montreal günlerinden kalma mı acaba diye düşünüyorum. Azınlık aksanı. “Fransızlar bütün Kanada’da, İngilizler sadece Fransız bölgesinde, Yahudiler her yerde azınlıktır.” der Cohen. Seferad kökenli Roza’nın annesi; İspanyol Yahudisi gibi bir şey. Kızından bile güzeldir o yaşta.
Rüyamda Rüya’nın kocasını gördüm. Bu adam değil ama daha genç görünüyordu. Azıcık yakışıklısı.
“Evlensin, çok genç daha…” diyor. Söylemiş miydim bilmiyorum, ölülerle konuşmak zordur normalde ama zorlanmıyorum; iş görüşmesi bizimki. Son haftanın gözde rüya mekânı madendeyiz. Ocaktaki çalışma koşulları, katliam günü olup bitenler, katliam sonrası hikâyeler hakkında o kadar çok tanık dinledim, o kadar çok ifade okudum ki nasıl oluyor da bütün bunlarla hiç ilgisiz maden rüyaları görmeyi başarabiliyorum fikrim yok gerçekten. Oluyor işte ama.
Burda masam var benim nasıl oluyorsa. Ölü işçilerden ekip kuruyorum; çok eksikmiş daha, üç yüz kişi var tamamlarız diyorum içimden. Çok kazanacağız. Zengin değil miydik zaten? Olsun, lazım para işte niyeyse. Dayıbaşıyım ben. Belki bu durumda Teyzebaşı denebilir. Ahmet Naim’den kalma yağlı tepe lambam yüzünden kafamı sallamamaya gayret ederek konuşuyorum. İkna değilim o devirde tepe lambası olmadığına demek ki hâlâ.
“Evlensin mi? Olmaz. Bekliyor o seni” diyorum.
“Dönersem tazminatı geri alırlar” dedi. Makul. Kazanmak için buradayız, zarar etmeyelim. Dönse daha iyi değil miydi bu yine de diye huzursuzlanıyorum sonra.
“Sen bir şarkı söyle o zaman.”
İşe alım sınavı gibi sanki yetenek ölçüyoruz.
“Şarkı bilmiyorum, türkü dinlerim ben” dedi.
Sonra -artık nereden ortaya çıkıyorsa- Roza annesinden öğrendiği şarkıyı söylüyor. Dili bilmememize rağmen ikimiz de anlıyoruz sözlerini:
“Morenika derler bana / Aşığım sana…”
Elbette hafızamın resmi enstrümanı çello eşliğinde. Kendisi yok Roza’nın, sesi geliyor sadece. Ranzada oturuyorum şimdi zaten yukarıdan söylüyor. Yatakhanenin ışıkları sönmüş. Tepe lambam yanıyor neyse ki; botlarıma bakıyorum. Mevsimi değil.
Uyandım.
Çiçikov yüzünden. Yani Çiçikov uyandırmadı da rüya onun yüzünden diyorum; Allah’ın cezası adam! Lüzumundan erken okuduğum için tam üç sene boyunca ölü canları niye topladığını çözemedim o adamın. Sonra da kendim çözmedim zaten; üniversiteye gidince anlattılar derste. Ne zaman çözemediğim bir işe yoğunlaşırsam çıkar gelir arkadan.
Anlatılmaz tabii şimdi Rüya’ya böyle bir rüya. Zaten bu adam değildi, anlatman gerekmiyor diye rahatlatıyorum kendimi köşeli çeneye son kez bakarken.
Çorap işe yaradı bu sefer, çıkardık hepimiz ayakkabılarımızı. Bana uygun terlik yok, erkek terliği giydim. UK7 diye kendimi avutuyorum ama belki de kırk numaradır Türkçesi, neyse, büyük işte ayaklarım. Ananem otuz yedi giyer hâlâ.
Yoksulluğun kendine has görüntüsü, kokusu, sesi var. Tadını bilmiyorum, o da vardır muhtemelen. Görüntüsü sade değil. Her renk, her türden kumaş, malzeme kullanılmış. Belki de sadenin karşılıkları konusunda haksızlık ettim Xebat’a “Sade olmak zenginlerin ayrıcalığıdır. Kendisinden sade diye söz edilen tek bir işçi tanıyor musunuz?” diye sordurur Gitar’da Michel Del Castillo. Hani şu Tanrı’nın ortada o kadar su varken denize yağmur yağdırmasını komik bulan lanetli ucubeye. Bıyık’ın dediği gibi acı çekmek bir yoksul erdemi değilse, bildiğimiz anlamda sadelik de erdem olmayabilir. Bu arada bir de meleklerin kovayla denizden aldıkları suyu yeniden denize boşalttıkları bır fırtına sahnesi var gözümün önünde; şiir ama gelmiyor tamamı. Rilke? Heine?
Koku sadece temizlik kokusu. Yahut baskın olan o. Geleceğimizi haber verdik dün. Bu hafta ikinci kez geleceğimi haber alanlar temizlik yapıyor. Ne anlama geliyor? Yani artık yetişkinim ve burada yabancıyım. Budur hissettiğim. Misafirliğe gitmek gibi. Ovulmuş her yer. Ucuz kumaş pahalıdan renkli, ucuz mobilya pahalıdan cilalı; ucuz koku pahalıdan keskin.
İşte böyle. Ses çocuk sesi ve köpek havlaması daha çok, bir de uzaktan televizyon.
Herkes gibi davranmaya çalışıyorum. Herkes gibi olmayanların herkesten farklı gayretkeşliğiyle. Alihan’ın yanına yere oturdum mesela koltuk boş olmasına rağmen; Melike’nin peşinden mutfağa gittim çaya yardım etmek için. Oturttular geri gönderip. Neyse ki İnayet geliyor kucağıma. O yanımdayken daha az şaşkın görünüyorum.
“Biz kahve!” diye bağırıyor çay tepsisi girerken.
“Ay! Unuttuk onu, çay içmez kızımla teyzesi; ben şimdi kahve yapacağım onlara…” diyor Rüya gülerek.
Başını sallıyor İnayet. Teyzesine çekmiş. Ona kakao kılıklı bir şey gelecek tabii, kahve değil daha. Yine içime ılık bir şey yayılıyor. Kesintisiz bebek bisküvisi kokusu salgılıyor gibi kız kucağımda. Yine hatırlamıyorum markayı, paket gözümün önünde oysa sanki. Onu yiyecek yaşta değil aslında, belki kendi kokusudur. Bak bu zengin bir koku denebilir işte.
Rüya’nın kayınpederi de evde. Hep gülümseyen ufacık bir adam. Kısa değil de kısalmış gibi yaşlandığı için. Gömlek kollarındaki sert ütü izlerine takılıyorum. Beklenip biz gelmeden hemen önce giyilmiş. Gülmek erdem bence. Her insanı güzelleştiriyor. Kayınvalide;
“Suzi yok mu? O ne güzel kızdı; al canının içine koy, dizilere yazılsa da her gün seyretsek…” diyor. O gün oradaymış demek ki; kuzuyla Rüya yoktu. Gülüyorlar.
“Maşallah” diyor adamcağız. O da görmüş ama. Belli yüzündeki ifadeden. Erkeklerin yaşı önemsiz konu Roza’ysa.
İnayet kucağımda uzun “A”yla;
“Rozaa…” diye bağırıyor bu sefer.
“Olsun, Suzi de güzel kuzucuğum” diyor annesi. “Babaanneyi utandırma bakayım” gibi bir müdahale. Düşkün herkes birbirine, eli bir diğerinin üstünde hepsinin. Beni saymazsan açıkta kalan yok. Neyse ki İnayetim var benim de. İnayet’le Roza görmediler birbirlerini; adı benden veya annesinden duymuş olabilir. Çok akıllı benim kuzum. Bir yaşındaki her köpeğin yapabildiğini, beş yaşında becerebildiği için çocuklarını akıllı bulan ebeveynlere hak veresim geliyor. Kaçınılmaz herhalde pozitif ayrımcılık.
Anneyle Baba, yemeğe kadar bizi odada bırakıp çekiliyorlar sonra. Salon aslında burası, küçük diye oda diyorum. Konuşuyoruz. Evde kütüphane veya şömine yoksa televizyon neredeyse salon orası anladığım kadarıyla.
“Dayanamaz kıza bunlar, nereye gideyim? Çıktım evden artık, annem de babam da bu ikisi, Allah razı olsun…” diyor Rüya. “Bunlar” kayınpederle kayınvalide. Çok güzel yemenileri var, hep aynı şekilde takıyor; arkadan bağlayıp uçlarını öne sarkıtarak. Çaresizlik yok sesinde, kabullenmişlik belki daha çok; serin bir ses. Onun şansını ve dulların lanetini dinliyoruz:
“Eve döneceksin, tazminatı onlara yedirmeyiz!” diye zorla baba evine götürülenleri mi istersin, evli komşusuyla kaçıp gideni mi? Çocuklular, çocuksuzlar, dört günlük evliler, dört aylık hamileler ve elbette yirmi yıl boyunca kocasını maden dönüşünde karşılamış, Hicri 14 Recep 1435 Salı akşamı elleri hicranla boşa düşmüş kıdemliler.
Hicretle hicran da aynı kökten sanki.
“Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları…”
Tarzı değilmiş gibi durabilir ama Orhan Veli. Başka hiçbir İstanbullu martıya “martı kuşu” demez zaten.
Ayrılık acısının, direncinin, eziyetin ve bitmeyen dedikodunun en gözde konusu dullar.
“Sorun oldu mu tazminat?” diye sordu Alihan.
“Yok Ali abi, şu evi de üstüne yapalım, kal kızım bizimle rahatsan; sen bizim çocuğumuzsun diyorlar…” bir cümle daha var ama üzerinde yeterince düşünmeden yorum yapamam: “Biz bakarız İnayet’e, yaşın kaç? Gönlün istediğinde git evden kız gibi, evlendiririz biz seni…” demişler. Kendi kızları evliymiş hep. Babaanne kavramım izin vermiyor bu kadarını algılamama.
“O da bir gün olur” dedi Melike.
Çok rahat. Ona da bakmıyor demek ki fotoğraf, sadece Rüya’ya….
“İstemem Melek Abla, şundan başka derdim yok” diyor o da kucağımda yerleşmiş saçımla oynayan İnayet’i gösterip.
Bu kadar sade, açık konuşulabildiğine inanmak zor bütün bunların. İsimler dışında her şey yerli yerinde, her şey defosuz adeta. Hoş, çocuğu katledilen “şehit” diye avunurken çocuğu intihar edenin Bıyık’ın şahsında katil peşine düşmesini kavramak lazım herhalde önce ki, kalanına akıl yetirebileyim. Babaanneye bak! Görüyor mudur acaba rüyasında adamı? Rüya diyorum. O doğru adamı görüyordur herhalde. “Kız gibi” başka adamı da görmek mümkün gerçi o zaman. İstemiyor ama şimdi.
Xebat’ı henüz rüyamda görmeyişim aklımı kurcalıyor bir süredir. Ne anlama geliyor? Hiç. Bilmiyorum şimdilik. Çok rüya görürüm ben; herkes görüyordur yani de ben hatırlarım bütün ayrıntıları diyorum.
Melek’le Ali de güzel durdu bunlara ayrıca, yakıştı yani. İsviçre çikolataları çıkınca İnayet “Sefa!” diye fırlıyor kucağımdan, doğru bahçeye. Böylece nihayet kahramanımla tanışıyorum: Evler taşlayan Sefa! Ucuz temizlik malzemesine alerji olabilir bende; genzim yanıyor, gözüm yaşardı, yükselen kırmızılığı hissedebiliyorum suratımda. Kızartının boynumdan yukarı çıkmasına izin vermedi oğlan, bu kadar pis ve bu kadar güzel beklemiyordum. Şaşkınlık dağıttı havamı.
Siyah sincap varsa dünyada, işte ona benziyor. Kapacağını kapıp, İnayet’i de elimden aldıktan sonra geldiği fırtınaya binip çıktı odadan. Çekemedim ilgisini. Çok genç ve çok yaşlı erkeklerde sık mı gelmeye başladı başıma acaba diye gülüyorum içimden. Kendi kuşağına yoğunlaş İnayet.
Mutfağındaki babaanne “Hepsini yemeyin! Cırcır olur oturursunuz, arkadaşlarınıza götürün…” diye sesleniyor arkalarından. Öyle demeseydi iyiydi tabii. İshalden ölen şehitleri düşünmemeye çalışıyorum. Rüya’nın anlattığına göre kırkı çıkmadan bütün eşyalarını dağıtmış köye; “Üzerlerinde görünce, oğlumu görmüş gibi seviniyorum…” diyormuş. “Çorapları bile çekmecede…” diyor Yasemin Hanım basamakların üstünden. Yok, atamıyorum kafamdan ishali. Üst tarafını düşün sen sayfanın. Dokuz ilden müteşekkil -azalttım ama seviyorum hâlâ bu kelimeyi- imsakiye. Tarihte bugün: 17 Kilometrelik Ovit Tüneli’nin temeli atıldı, 2012. Yeni tüneller, yeni şehitler, kaç kişi öldü acaba bugüne kadar yerin altında? Rahat bırak şehitleri. Arkeoloji haftası. Kazarak arıyoruz. Ne kadar derin kazarsak o kadar tarih veya metan; geç, gitme oradan da. Mevsimsiz soğuklar. Durdum. Nefes aldım. İyi geldi soğuklar, atlatmış görünüyorum. Seviyorum soğuğu.
Yemek yedik -varmış tadı, güzeldi- bahçede; çay içtik, ben de içtim bu sefer, gayret ediyorum. İstemiyorum misafir olmayı. Melike de kalkmadığı için bulaşığa yardım teklif etmeye cesaret edemiyorum.
“Sizi görelim, iş siz gittikten sonra…” deyip oturdu neyse ki kadınlar sofrayı topladıktan sonra. Melike nasıl hissetmişti başından beri? Bilmiyoruz.
Zeynep’in daha ilginç bir hikâyesi var. Sabah uyandığında yatağını toplayıp yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa girmiş. Bakmış herkes uyuyor, akşamın bulaşığını yıkayıp çay koymuş, kahvaltı hazırlamış. Evin liseli kızları okula gönderildikten sonra; haftada yedi gün on saat serada çalışan anne; “Sen benim gibisin, neyse ki kızlar bize benzemiyor, başka büyüttüm ben onları…” demiş.
“O ne manaya geliyormuş” dedim.
“Kız kısmında prenses gibi büyütülenin bahtı açılır, seninle bende amele ruhu var, olmaz bizden.” demiş kadın.
“Ben de annemin prensesiydim, kendi yatağımı toplamayı devrimci olduktan sonra öğrendim” diye gülüyor Zeynep. İlginç.
Bana on yaşında öğrettiler dedem evden çıkmadan odanı toplayıp, banyoyu halledip kapıda giyinik uğurlamayı. Yedide çıkardı evden. Prenses olmak için basbayağı anne lazım insana galiba, anane yetmiyor.
Söylemedim bir şey Zeynep’e.
Konuşulanları az çok katılıp dinlerken, Melike ve Alihan’a -bu sefer bambaşka nedenlerle- hayranlık duyuyorum. İstedikleri yerden başlatıp, istedikleri yerde bırakıyorlar konuşmayı. Ortak tanıdıklardan konuşuluyor:
“Tek oğlan çalışıyordu onlarda, perişan oldular…” denince “Zor…” demek yetiyor mesela, perişanlığı anlattırmak gerekmiyor.
“Yol parası olmadığından Savaştepe’den kalkan ücretsiz otobüse yetişmek için sabah dörtte kalkan…” var.
Rüya’nın kayınpederi;
“On kilometre yürüyor kadın duruşmaya gelmek için” deyince Alihan;
“Altı kilometre, gittim o köye” diyebiliyor.
Sanki mesele cebinde beş lira olmadan duruşma takip etmek değilmiş de stabilize yolun bakım ihalesiymiş gibi bir soğukkanlılık. Yoksulluk o kadar bize sahip ki burada, bizim onu yeniden sahiplenmek için anlatmamıza gerek yok. Var işte. Yoksulluk diyorum. Para yok veya öyle söylemek isterseniz; durup durup söylenmeyeceği konusunda anlaşılmış sadece. Çay içmeye, İnayet’in uzamaya başlayan saçlarından konuşmaya, zeytin ağacının büyüdüğünü gösterip sevinmeye engel değil.
Akşamüzeri Bıyık’a bazılarını anlatırken kendimi ne kadar sakil hissettiğimi tarif etmeyi
unutmuyorum.
“Sınıf farkı” dedi.
Piknikten kalma gibi durmuyor hiç; uyumuştur belki dün bütün gün. Tütün değişti yalnız, vanilyalı bir harmana döndü bu adam niyeyse? Sonbaharda dedem de vanilyalı tütün içerdi. Gizli örgüt gibi kuralları vardır belki bunların da; yazları latakia çiçekle karıştırılacak, sonbaharda vanilyalı tütün içilecek, ilkbaharda linyit madeni yakıyoruz. Mevsimsiz soğuklar var çünkü. Arkeoloji haftası bir de.
Şu gizemli piknikler ve işçi derneği faaliyeti yüzünden Bıyık’ın gizli örgüt üyesi olma ihtimali arttı herhalde gözümde. Ne demekse artık. Pek gizlisi saklısı var gibi durmuyor. Kibir için; “Superbia optima vitiorum conditone cared i dest talebris” derler: Kötülüklerin en faydalı özelliğinden mahrumdur kibir, gizlilikten. Çokbilmişlik ayan beyan ortada en azından; sınıf farkıymış!
“Al canının içine koy Roza’yı diyor kadın! Değil sınıf farkı falan. Etek boyu izin vermez bir kere onun benim oturduğum yere oturmasına, benle ilgili sorun.” diyorum. Sandalye isteyip, deri patiklerini çıkarırdı kesin terlik giymek yerine.
Derin vanilyalar çekildi önce. Sonra:
“Olduğun şeyi kabullenmekle ilgili daha çok. Onun bir sorunu yok zengin olmakla. Kazaklar’ı okudun mu İnayet?”
“Tolstoy mu?”
Vanilya bulutundaki dalgalanmadan kafanın aşağı yukarı sallandığını anlıyoruz; Tolstoy. Hayır, ama duydum. Biraz otobiyografik özellikler taşır denilen ince bir kitap. Ben daha kalınını yazarım manasında değil yani; Savaş ve Barış var önümüzde kıyas için. Önemli eserlerinden biri değil bildiğim kadarıyla. Yok listemde. Zeynep’in listesinde miyiz acaba?
“Okumadım.”
“Okumalısın.” diyor.
Haydi bakalım, önemliymiş; ilk defa kitap önerisinde bulunuyor adam, okunacak mecbur. Zorla hafızanı ne var o kitapla ilgili? Bizim Müslüman Kazak’lar değil bir kere “cossack” bunlar, Durgun Don’daki Gregor’la Aksinya gibi yani; Don Kazakları. Öbürü de “Kazak” değil “Kazakh” gerçi ama İstanbul Türkçesi sevmiyor o “kh” sesini. Xebat’daki de aynı gırtlak kesmesi, Khebat yazılsa olur.
Her neyse, çok ağladım ben Aksinya’ya.
“Pembe dizi seyreder gibi okursan koca Durgun Don’u olacağı oydu…” demişti dedem. Nasıl okursan oku yani, ağlarsın sonuçta. Var tabii başka önemli olaylar da; Devrim oluyor mesela. Yine de vaktinde öleydi kocası, evlendirirdik işte Gregor’la kız gibi.
Kemal Tahir; “Dünyada en bahtsız iş, gerçekten büyük bir romanın konusunu anlatmak zorunda kalmaktır” demiş. Bunu pek etkilemiyor bahtsızlık; Kazaklar’ın hikâyesini kısaca anlatıp Dimitri’yle Beletski’yi karşılaştırıyor. Güzel anlattı Allah’ı var.
“Aynı sınıftan ikisi de…”
Aristokrat kentli yedek subaylar köyde. Tatbikatla seferberlik arası bir şey. Benim de Olenin’in kavrayamadığı yerde takıldığım düşüncesinde Bıyık. “Mutato nomine dete fobula!” “Hikâyedeki isimleri değiştir” derler. Anlatılan senin hikâyendir anlamında yani.
İsimleri değiştir derken, aynı adam yalnız o Dimitri’yle, Olenin diyorum. Her Rus’un duruma göre beş ismi olabileceğini biliyoruz tabii. Dimitri Andreyeviç Olenin bununkisi. Veya Rusların dediği gibi Mitriy. Mitka’lara, Mita’lara, Mityuşka’lara hiç girmeyelim peşinden Dimkin’ler, Dimoşka’lar gelir çıkamayız içinden. Olup olacağı bir tane adamdan söz ediyoruz. Her neyse hepsi Mitya olsun, Mitya’nın derdi şu: “Bu kadar gayret ettiğim halde bu yoksul Kazaklar neden beni değil Beletski’yi seviyor?” İdeal sevgiye aşk da karışmış, kız var bir tane de…
Çünkü kendini sevdirmek için garip davranıyor. Garip dediğim yüceltmiş bu yoksul köylüleri gözünde, onlara benzemeye çalışıyor, olmuyor. Pahalı hediyeler, onlar gibi giyinmeler. Öteki serseri; işi bitince dönecek evine -Roza’nın kulakları çınlasın- kızlarla eğleniyor, içiyor, geziyor, kimseye hediye verdiği yok ama aldığı hizmetin karşılığını ödüyor. İşte onu daha tanıdık buluyor Kazak’lar. Bilindik kentli yedek subay, korkulacak bir şey yok. Sevimli, faydalı.
Mitriy daha iyi durduğu için değiştiriyorum; Mitriy’i yadırgıyorlar. İşin aslı Mitriy de yadırgıyor kendini. Bu kadar. Bıyık’ın yorumu budur. Doğru anladıysam Mitriy ben oluyorum, kalanını da uyarlayacağız Roza’yla bana.
Okuyacağım ama huzursuz oldum.
Kendisi çok dışında kaldı işin. Kaymakammış bunun babası. Aristokrat değilse de kentli yedek subay sayılabilir.
“Sizin içkili piknikler hangisine giriyor?” diye soruyorum biraz çekinerek. Sen kimsin acaba Bıyık Βıyıkoviç?
“Ne alakası var onun şimdi?” diye gülmeye başladı. Sonra gözlüğü takıp “Dedikodumu mu yapıyorsunuz siz benim?”
Kızmadı.
“Ne bileyim, pek yıpratıcı göründü hâliniz gözüme o gece…” diyorum gülüşüne katılarak. Hata tabii. On altı yahut kırk altı yaşında olmasının önemi yok. Erkeklere; “Sen fazla kaldıramıyorsun içkiyi” denmez.
“Normal değil onların içtiği, neyim varmış gece benim?”
Gülmeye devam ettiğine göre alınganlık göstermeyecek. Kapatıyor yine de, kitaplara dönüyoruz.
“Düşün biraz, çok kolay çözeceksin. İyi okur kumaşı var sende; Dostoyevski’yi mi Tolstoy’u mu tercih ediyorsun?” diyor bu sefer. Arkama yaslanıp sol bacağımı uzatıyorum. Kahveleri yarılamadık bile daha, burnumda hâlâ bebek bisküvisi kokusu var. Ovulmuş tahta kokusu kaybolmuş. Utanç verici bir yaşama sevgisi peydah oldu bende bu aralar. Durup durup içime yayılan ılıklık onunla ilgili muhtemelen. Xebat; “Zaten öyleydin, kabuk bağlamışsın, o kalkıyor sadece” dedi dün gece. Düşünmeye bile gerek yok, tartışmasız zaten favorim:
“Tolstoy” diyorum.
Akşam, çok tercih ettiğim bir yavaşlıkta geceye dönerken, yoksullardan konuşuyoruz, savaşırken ve barışırken en gözde konumuzdan.
“İdealize etmek” değil, “idea” olarak kavramakmış sorunum. İlk hafta yanımda olduğu için, benim bütün canlılığıyla hatırladığım onun kim bilir ne zaman okuduğu Problemata Pyshica’dan uzun bir alıntıyı ezberden yapıyor. Sevdiği metinleri ezberleyenler için tanıdık da olsa, sıradan okur hafızası için şaşırtıcı yakınlıkta orijinaline; “Neden kötüler değil iyiler yoksuldur?”
İnayet’in daha formel hafızasından isterseniz;
“Yoksullukla anlayışsız insanlardan çok niçin anlayışlılarda karşılaşılır?”
Sorunun -birbirinden sempatik- dört cevabının toplamı; yoksulluğu kavram olmaktan çıkarıp idea düzeyine taşıyor Bıyık’a göre;
“Bir, çünkü yoksulluktan herkes nefret eder ve onu kendisinden uzaklaştırmaya çalışır. O, namuslu insanların onu daha iyi muhafaza edeceğine inanarak onlara sığınır. Oysa kötü insanlara gitseydi, onlar kendisinden kurtulmak için hırsızlık ve haydutluk yapacaklarından zengin olurlardı ve o da yanlarından kovulmuş olurdu.”
Çok hoş değil mi?
“İki, tıpkı paramızı namuslu insanlara emanet etmemiz gibi yoksulluk da kendi çıkarını
düşündüğünden onların yanına yerleşir. Kendisine iyi davranılacağını ve hor görülmeyeceğini bilir.”
Kedi gibi bir şey yoksulluk gördüğünüz üzere.
“Üç, dişil ve çaresiz herkes gibi namuslu insanların yardımına ihtiyaç duyar.”
Üç bin yıl geriye doğru feminist bir cihat verimsiz olduğundan, ifadeye takılmayıp söylenmek istenene yoğunlaşıyoruz. Kadınların yoksulluğu hep daha ağırdır zaten.
“Dört; ya da kendisi kötü bir şey olduğu için daha kötü bir şeyin yanına gitmek istemez. Zira kötüyü seçmiş olsaydı, çaresini bulmak tamamen imkânsız olurdu…”
“Aristoteles” diyorum.
“Sahtesi büyük ihtimalle, birkaç yüzyıl daha yeni gibi duruyor ama tebrik ederim, evet onun adıyla anılır…”
Alıntının felsefi naifliğine ve bugün hiç kimsenin bu hâliyle ciddiye almayacağına dair itirazlarımı savuşturarak;
“Tam böyle düşünüyorsunuz” dedi.
Sadece yoksulluğu değil adaleti, iyiliği ve daha bir sürü kavramı tarihsel, toplumsal süreçler hâlinde kavramak yerine “idealar” şeklinde düşündüğümüzü iddia ediyor. Yüzümüze söylenince komik geldiği için utanıyormuşuz. Yoksulların zaten bir sürü derdi varken bir de bizim fantezilerimizi karşılamak için “iyi” olmaları gerekmiyormuş.
Utanma kısmı çekti ilgimi en çok. Roza’nın “utanma tavşanım, bizim suçumuz yok” dediği gece geliyor aklıma. “Voila qu’on m’accuse; qui m’attaque la?” Neredendi ki bu? “Yoksulluk: Bak işte bana yönelik bir suçlama! Kim bu beni suçlayan…” Kimsenin kimseyi suçladığı yok elbette -belki de vardır-. Kibir’e benziyor yoksulluk, gizleyemezsin. Adaleti üstünde başında taşımanın utancı giyiniklerinki. Hayır, hatırlamıştım ama şimdi hatırlayamıyorum ne olduğunu.
Dostoyevski çıplağın, Tolstoy giyinip kuşanmışın utancı sanki. Dostoyevski’nin yoksullukta nefret ettiği o kendini tamamlayamama duygusuyla hiçbir eksiği olmayan büyük toprak sahibi Kont Tolstoy’un yoksullukta umduğu saflığı karşılaştırıyor.
Anladım Kazaklar’ı niye önemsediğini.
“Dostoyevski’ye en yaklaştığı an bu; kavrar gibi olmuş işin aslını…” Dostoyevskici gibi duruyor.
“Kendi sınıfına ihanet etmek için yoksulların yanında, onlar için mücadele etmen yeterli İnayet; ayrıca onların sınıfına girebilmen gerekmiyor, giremeyiz zaten, ayağını sağlam bastığın yerde dövüş sen…” diyor.
Devrimci olmak için yoksullaşman gerekmiyor anlamındaysa iyiymiş; korkarım yoksullar için mücadele etmek istiyorsan devrimci olman gerekiyor vurgusuyla söyledi daha çok. “Dövüşmek” derken ironi yapıldığını ve Devrimcinin sınıfı olmadığını kabul etmekle yetinirsek iş büyümeyebilir.
“Siz de öyle mi yapıyorsunuz Yedeksubay Bıyıkoviç?” demek yerine; “Sizin favoriniz hangisi?” diye soruyorum. Biraz durup;
“Tolstoyevski” diyor gülerek; “… İkisi de büyük adam, tercih edemem.”
Bana seçtirdin ama!
“Olmaz, seçmeniz gerekiyor” diye itiraz ettim.
“Yoksullara en uzak olanı olsun, Gogol o zaman…” dedi. Aşağılanmış yoksul Akakiyeviç intikam için hortlamasaydı kazanmak için daha az umudumuz olurmuş. Öleceksek bile hortlayacak kadar öfkeli olmamız gerekiyormuş zenginlere. “Hepimiz onun paltosundan…” diyor kalkarken bıyıklı servet düşmanı.
Neyse ki tanıyorum şahsı, kızıl saçlı her şeyden önce, geçmişimiz var. İçki bunun hemoroidine dokunmuyor mu acaba? İshali bilmem ama hemoroid kanamasından gidersen şehit sayılmayabilirsin. Aslında Romalı bir piskopos var mıydı sanki? Tuvalette bu hastalıktan ruhunu teslim eden: “Pıhtıdan tacı…” Arius? “… yıldızıyla barışmamış zındık, son nefesini Yunan helâsında salmış: Ötenazi” Şiir olmadığı kesin, evet, aziz de değil, sapkın. Hatırladım, “On İki Ölçülük Blues”. Serseri kitaptır ama kes İnayet, bugün değil. Alınganlık etmiyor adam diye şansını zorlama.
Kalktı zaten.
Davet falan yok elbette Şato’ya. Aklına bir şey gelmiş gibi duruyor elini sandalyenin sırtına koyup:
“Neredeydim dedin sen o gün?”
Ha, ne çevirdiğimizi anlatacaktık, araya köy seferimiz girdi. Hızlı bir özet geçtim. Ayakta dinliyor. Son bir metan aferini kaparım demiştim ama tek konu ilgisini çekti sadece:
“Avukatlar madende sabotaj ihtimalini araştırıyorlarmış yani, öyle mi?”
“Öyle demişler kadına…”
“İyice bayağılaştı bunlar” deyip kafasını salladı. Daha önce vedalaştığımızı düşünerek dönüp gitti başka bir şey söylemeden. Vedalaşmamıştık tabii. Yalnız, başka kavram yokmuş gibi “bayağı” ilginç oldu. Ne yani o? Vasat, sıkıcı, seviyesiz… Bilmiyoruz.
Devam ettim oturmaya.
Ölülerin arkasından düşünüyorum. Gerçi yirmi yıldır günlük mesaimiz zaten de bu sefer evleri düşünüyorum daha doğrusu, ölülerin evlerini: Yas Evi. Neden kırk gün acaba? Rus Ortodoksları da “Sorokovin” der kırkıncı gün yapılan törene. Farklı dinler, gün sayısı aynı.
O kırk günün birincisi için çok acımasızdır Emily Dickinson;
“The Bustle in a house
The Morning after Death...”
“Ölümden sonraki sabah
Bir evdeki koşturmaca
Yeryüzündeki işlerin
En ağırbaşlı olanı…”
Acımasız kısmı devamında;
“The sweeping up the Heart…“:
“Sonsuza dek
Bir daha kullanmak istemeyeceğimiz
Kalbi süpürmek
Ve aşkı bir kenara koymak”
İster ucuz temizlik malzemesiyle tahtayı, muşambayı ovarak yapın, ister pahalısıyla parkeleri cilalayın dip bucak; ister dağıtın eşyalarını, ister çekmecede saklayın, temizlik kalbin silinip süpürülmesiyle sonuçlanacak; hayat devam ediyor çünkü. Marmelatlık meyveler olgunlaşıyor, zeytin ağaçları serpiliyor, küçük kızların saçı uzuyor. Yaşam -hafif bir özlem dışında- kaybedilenin üstünü örtüyor her zaman.
Saat on olmadan çay söyledim. Hemen alıştığımdan değil, yukarı çıkmayı ertelemek için daha çok. Alışacak kadar değil, fark edecek kadar vakit geçti sadece zamanın hızlandığını. Çay değil yani mevzu.
İki ay önceki İnayet’in aklından bile geçmeyecek dertlere, korkulara, umutlara sahibim. Ya da sahiptim zaten hepsine “kabuk kalkıyor” Xebat’ın dediği gibi. Altındaki yara iyileşmeden kalkmış kabuğun en favori metaforum olduğunu söyleyemeyeceğim ama yaşanmasa bile geçebilecek günler bitti sanki. Takvim yapraklarını düşünüyorum. On üçünü değil; o koparılmadan sıraları gelmeyecek olduğu için yaşanmayacak olanları. Belki hafıza ve rüya tarafından dolduruluyor o boşluk. Orada fark ediyoruz geçmişi sürekli yeniden yazdığımızı. İlginç ve korkutucu.
Pekalâ, dili değil ama şarkısının sözlerini elbette biliyorduk çünkü Türkçe’ye çevirtmiştik annesine; “Morenika derler bana; aslında beyazdım, yaz güneşi esmerleştirdi beni böyle...” Kabuğun altından beyaz çıkabileceğinin farkındayım, indi galiba gece. Korkmuyorum.
Kesinlikle bitti yaz.