BÖLÜM 23: YOLUMDAKİ YABANİ SEMENDER
Normalde gözümle okurum.
“Ya nerenle okuyacaktın?” diye sorulabilirse de o değil tabii mevzu; okurken iç sesim yoktur anlamında söylüyorum. İç sesle okuyanlar, hemen hemen -belki burun farkı bir avantaj sayılmazsa- yüksek sesle tempolu okuyabilenlerin süratine sahiptir en fazla. Ben çok daha hızlıyım.
Sonradan da öğrenilebileceğini söylerler ama benimki kendiliğinden oldu. Ne zaman başladığını hatırlayamadığımdan, sanki okumayı böyle öğrendim gibime geliyor.
Elimdeki şiiri -hem de bayağı güçlü sayılabilecek- tonlamalı falan bir iç sesle okuduğumu fark ettiğim için geldi aklıma. İlginç. Bu şiiri son beş yılda belki yirminci okuyuşum, ilk defa söyleneni duyuyorum. Dış sesle okumuyorsan yine duymadın, görüyorsun hâlâ denebilir tabii bu sefer de. Ona bir kulp bulamayacağım şimdi ama kesinlikle garip bir duygu.
Ece Ayhan, “Türkiye’de şiir sessiz çekilir, ses sonradan konur, dublaj yapılır” demiş. Eğer şu an hissettiklerim gerçekse, roman bile yüksek sesle okunmak için yazılsın bence, çok hoş, biraz korkutucu sadece.
Her neyse. Korkutucu olan şu, değişiyorum. Muhafazakâr sayılmam -Sophie’yi de Iguana’yı da etkileyici buluyorum hâlâ- sorun ben ile ilgili. Benimle değil yani, “Ben” fikrini kastediyorum. İyice ağız alışkanlığı gibi görünmeye başladı gözüme. Dört yaşından beri tanıdığım kız çocuğuna, adadaki bahçe salıncağının at kuyruklu ergenine, okul yatakhanesinde uzanmış geleceği düşünen genç kıza, çatı katında yalnız yaşayan yetişkin kadına kesintisiz “ben” diyebilmemde bir gariplik yok mu? Haydi ben garipsemiyorum. Onlar şu kalkıştığım işleri görseler dudakları uçuklamayacak mıydı? Teklifsizce “ben” diye isimlendirdiğim o insanlar hakkımda ne düşünürdü acaba? İnsanın bu kavramı şimdiki zaman dışında kullanırken temkinli olması gerekir kesinlikle. Zaman basitçe şimdiden ibaret sanki yahut benliği bölmektense zamanı bölmek daha isabetli: Geçmişte yaşananların şimdiki zamanı, şimdiki zaman, gelecekte yaşanacakların şimdiki zamanı. Augustine olabilir mi? Evet; İtiraflar, Augustinus.
Bugün Zeynep’ten ayrıldıktan sonra Melike’yi aramakla davanın benim için de artık Mühendisin Kitabı’ndan ibaret olmadığını kabul etmiş oldum. Yeni yol böyle artık. O istediği kadar; “Kolay, tamam ben hallederim” diye basitleştirsin; aştığım hendeğin derinliğini ölçebiliyorum ben.
Şiirin dediği şu;
“Ormanın içinde yükselince iniltiler
kanatırdın elini, duyabilmek için acısını kapana tutulanın…”
Kadına biraz haksızlık etmiş olabileceğimi kabul ettim şiiri duyunca. Bu sefer duyduğumda ısrarlıyım okurken. Görmek duymaktan daha güvenlidir her zaman. Bıyık’la ilk kavgamızda sinirden Adorno’yu “Adoptieren” diye anlayıp telaffuzuna giydirdiğim geliyor aklıma: İlişkimiz açısından tam Freud’luk adaptasyon: Evlat edin beni! O da bir tür haksızlık işte. Asıl Dr. Bovary de dedin adama o gün İnayet! Neyse. Haksızlık dediğim, dönüş yolunda babayı düşünmüş olmak sadece; başka bir şey yok kadına yapılmış. Yalnız kadını orada, kapıda, en üst basamakta bıraktım işte. Adam benimle geldi Akhisar’a. Adam değil de hissettiği suçlulukla, açık sözlü çıkışı; “Bak güzel kızım, bunu da böyle bil!” Dağıldım. Oysa onun cesaretini anahtar olarak kullanıp kadının anlattıkları üzerine düşünmeliydim biraz.
Muhabbet kuşları varmış.
Kuşla muhabbet etmekten ziyade kuşların birbirine muhabbeti kastediliyor tahminim. Sarı papağanlar mıydı? Küçük. Evet, ornitolog İnayet. Elma ağaçlarını tespit ettin, kuş cinsleri kaldı. Hiç kuşumuz olmadı bizim; Roza’nın papağanı vardı.
“Çocukken kuşlara yem yediremezse kendisi de bütün gün yemek yemezdi, merhametli çocuktu…” dedi kadın.
Kapana tutulanın acısını hissetmek için elini kanatmak değil mi biraz? Hayır, çok merhametli çocuktu, dayanamadı ölen işçilerin acısına gibi bir şey demiyorum, biraz daha karmaşık. İntihar denemek için illa merhametli veya alıngan olmak gerekmiyor. Hitler de intihar etti sonuçta ve ayrıca vejetaryendi. Sırf vejetaryen diye kimseye güvenmeyin anlamında söylüyorum; çiğ pırasa gibi çiğner tükürür yani o tür bir insansa. Et yemek şart değil gaddarlık için. Severim ben pirzola falan ama şiddet eğilimim sıfıra yakındır mesela Orpheus’çular da vejetaryendir, hatta bazı sebzeleri de yemezlermiş. Garip ama baklayı mesela; şeye benzettikleri için -Roza’nın teyzesinin kulakları çınlasın- şeye diyelim biz; testiküle. Eh düşünün kaç bin yıldır bakla ekiliyormuş bu topraklarda? Belki de olmalı “Bakla Oteli” Saçma biraz yine de.
İstanbul’dan geniş bir intihar seçkisiyle döndüm. Sanki kendisini öldüren adamı, bunun kendisine yapılabilen başka adamlar ve kadınlar hakkında okuyarak anlamak mümkünmüş gibi. Ayrı bir tür ya bunlar. Alakası yok tabii normalde; bizden çok farklı olmaları bile gerekmiyor. “Herkes kendinde kendini mahvedecek boşluğu açma kudretine sahiptir” diyor Battaille. Var bende de boşluklar ama kendim açmadım; o yüzden hayattayım. Şimdi de oturmuş intihar üzerine mi okuyorum? Evet. Avara kasnak gibi boşa dönen kafamın devrini biraz düşürüp, harekete bağlayacak mili arıyorum diyelim.
Ahmet Oktay’ın bize haklarında birer şiir hediye ettiği bütün müntehirlerin kendilerine özel sebepleri ve kudretleri var elbette. Bugün farklı ışıkta gördüm dediğim şu; Heinrich von Kleist’in elini kanatarak acısını paylaşmaya çalıştığı hayvanı yakalayan kapanı kendisinin kurmuş olabileceğini ilk defa düşünüyorum. Soylu bir junker ailesi sonuçta, dedeleri Büyük Friedrich’in yanında dövüşmüş aynı von Kleist’lerse… Orman dediği Şato’nun korusu olabilir pekâlâ; bizimkilerin Şato’su gibi değil, derebeyi sülalesi bunlar, vardır yani.
“Gecenin oğlusun, bu sana sunulan andaç…”
Şiir güzel de; diyeceksiniz ki kurarken kapanın ne işe yaradığını biliyorsa sonraki ıstırap anlamsız değil mi? Farkındayım. Ama o farkında olmayabilir. Kapan, oyun olarak veya ilk defa ya da neye yol açacağı hayal edilmeden kurulmuş olabilir; çocuk günahları. Sonra yakalananın sesi gelir, çıkmasına neden olduğun yangında ölenlerin? Eğer yangına yol açanın; “Benim işim bu, söyleneni yapıyorum, en iyi okulda eğitimini aldım, olmaz bir şey…” diyerek kurduğunuz kapan olduğunu fark etmişseniz iyimserlik biter. Canınızı acıtmak istemiş olabilirsiniz. Soru şu tabii, niye bu kadar geç? Elektronik ne?
Suçluluk tek sebep değil şüphesiz iyimserliği kaybetmek için; umutsuzluk, melankoli ve daha kim bilir neler? Stefan Zweig, Vladimir Nabokov, Virginia Woolf, Attila Jozsef, Nerval, Pavese, Benjamin… İntihar söz konusuysa “Yol Üstündeki Semender” enfestir. Şiirleri nefis diyorum yani, intiharla işim olmaz. Dünya biz kendimize kötülük etmeden de yeterince kötülük barındırıyor zaten; hiç gerek yok kendimize el kaldırmaya. Öyle demiş Brecht, Walter Benjamin’in haberini alınca: “Duydum ki kendine el kaldırmışsın…”
“Başka?”
“Yok başka İnayet; hidrolik, elektrikli, dizel, her neyse işte vardır mutlaka küçük bir elektronik devre hepsinde; maden burası…” diyor Derviş.
Soma dönüşü sendikaya indim doğrudan. Sadece olan biteni anlatmak için değil, gece ayrılıncaya kadar saydırdım elektronik ne varsa. Uzun bir liste. Sabit sensörlerin bağlı olduğu yukarıdaki izleme merkezi elektronik mesela; emici vantilatörün kumanda paneli elektronik, konveyörün şalter panelleri sadece elektrikli ama bütün bantların birlikte çalışıp birlikte durmasını denetleyen sistem elektronik ve o da izleme odasına bağlı. Mekanize yahut yarı mekanize kazılan ayakların hepsinde kazıcıların üstünde elektronik devreler var. Seyyar mühendis aksesuarı MX4 bile elektronik neticede.
Hiçbirinde yok tabak gibi ortada duran bir şey. Olsa bilirdi Derviş.
“Elektrik demiş olmasın?”
Koca bir elektrik planı var önünde şimdi. Daha ilginci anlayarak bakıyor o tarifsiz kargaşaya!
“Sağır mıyım ben!? Elektronik dedi adam…”
“Hayır, oğlu adama diyorum, öyle demiş olabilir mi?”
Hırpalanmaya değil övülmeye ihtiyacım var biraz. O yüzden;
“Bilmiyorum onu. Metan eğitimine ne diyorsun?” diye sordum ikinci kez.
“Bak işte o haber bombaymış, çok yüklendik o gün söyletemedik kimseye gaz şirketi işini; aferin sana…”
Niye canım çektiyse şimdi “aferin”. Bu takdir türünden yana kısmetim açıktı bütün gün. Adamı düşününce tekrar içim burkuluyor. Kadınla geçen bir saat değil adamla on beş dakika ezdi beni galiba.
Bob Dylan -giderken arandığı için öyle diyorum çocuğa yoksa düzelttik sonra- dönüşte öylesine anlattı metan işini. Bilgiyi elde ederken kullandığım teknik nedeniyle yeni bir havadise ulaştığımızın gayet ayırdındayım tabii. Gerçi Derviş’in tepkisine kadar önemini yeterince fark edemediğimi anlıyorum; sırf bunun için bile ziyaretim çok başarılı kabul edilebilirmiş.
Dönüş yolunda rahatlamıştı çocuk, türkü dinledik. Aileye bir saygısızlık etmediğimi anlayınca sakinleşti muhtemelen. Çirkin heykelin yakınlarında aradım, beş dakikada geldi.
“Erken arasaydınız yürümek zorunda kalmazdınız…”
Tip tarifim renkleniyor: “İstanbullu, Bob Dylan dinler, ayağını arabadan sokağa basamaz, öyle bir kız işte…”
“Severim ben yürümeyi” dedim. Dağıt o imajı kafandan be adam! O değilim ben, hiç olmadım.
Ziyarete dair birkaç rahatlatıcı anekdot dinledikten sonra -helva, sigara ve teşekkürü biraz vurguladım, marmelat kavanozu da kucağımda zaten- gözüne girmiş olacağım ki;
“Bir şeyler içmek ister misin?” diye sordu.
Siz’den Sen’e geçiş umut verici görünse de tip tarifimden yola çıkarsak içinde zeytin yüzen bir martini veya “on the rocks” viski ısmarlaması gerektiğini geçiriyor olabilir aklından. Neyse ki Soma-Akhisar arasındaki karayolundayız tabii.
“Bir kahve içsek ne güzel olurdu…” dedim.
Gizli bir niyetiniz yoksa klasiği çaydır bu işlerin ama ben kendimi klasikten çok gotiğe yakın hissetmişimdir nedense. Anlatması uzun sürer, sade söylenirse kahve bağımlısıyım her iki anlamda da. Şeker atmıyorum yani o ikinci anlam. Bunu bile sade söyleyemiyorum. Kadın vazgeçince içimde kaldı. Belki kadının vazgeçişi kalmıştır içimde. İki yaşlı insan arasında, ne kadarının konuşulduğunu bilmediğim şüphenin buruk tadı dilimde hâlâ. Ne zordur aynı evin içinde kim bilir?
Durduk yolun ortasında.
Aklında bir yer olduğu için sormuş. Yolun solundaki benzin istasyonuna gireceğiz. O dönecek uygun anı bekleyerek ortaya yanaşıp sinyal verirken ben de aslında geliş yolumuz üzerindeki mekânın ancak şimdi kısmet olması üzerine düşünüyorum. Gelirken aklından geçti mi acaba bunun dönüşte ne hâlde olacağımız?
Çok güzel bir yer. Pompalardan kaçıp asma altına dizilmiş masalardan birine oturuyoruz. Sigara içebileyim diye benzinliğe en uzaktakine; hepsi boş yoksa, kimseler görünmüyor. Derviş’i bulur bulmaz ilk sorum şuydu: “Koğuş değiştirdiği hafta ne konuşuldu duruşmada?”
“Kitap’ta neresi?” diyor, bilgisayardan duruşma tutanaklarına bakarken. Alıştı Müntehir’in kitaba duruşmalarla ilgili not almasına.
“Madenlerde Metan Varlığına Bağlı Sorunlar” dedim ezberden.
Tek tek tutanakları açıp o haftayı buluyor. Birleşik gibi zaten makineyle; hangisi hangisinin uzantısıysa artık…
“Metan drenajı konuşulmuş gerçekten; iyi çalışmıştık ama çıkmadı bir şey.
“Ne çıkacaktı ki?”
Onu da kahveler geldikten sonra bu mühendis anlattı işte. Beklerken, hapishanede hiç ziyaret edip etmediğini sordum.
“Etmedim, mümkün değil galiba zaten” diyor. Her ikiniz de birbirinizin ilk üçündeyseniz mümkün aslında ama sen dörtten sonraymışsın bu durumda sıralamada diye geçiyor aklımdan. Söylemedim. İçeride yatan kişi, kanunda sayılan akrabalarının dışında üç de arkadaşının adını bildirebilir idareye görüş için. Yalnız liste ileride çok zor değiştirilebildiği için gerçekten uzun süre ziyaretine gelecek kadar sana ilgi duyan birilerini yazmalısın ve elbette sadece seni görmekle bu kadar ilgilenen değil de senin görmekle ilgilendiğin ilk üç olacak Bıyık’a sorarsan. Kolay değil göründüğü kadar. Ben yapamadım mesela. Roza tamam, iki yok yani elimde şimdi düşsem mahpus damlarına! Avukatlar sayılmaz, onlar gelebiliyor zaten.
Kendi cevabından hafifçe huzursuz oldu;
“Hepsinin haberleri geliyordu. Patronla Genel Müdür dışındakileri iyi tanırım; çoğuyla aynı ocaklarda çalıştık daha önce.”
“Morali nasılmış? Başedebiliyor muydu hapishane koşullarıyla?”
Geldi Türk kahvesi. En kötü yapılanı hazır kahveden iyidir.
“Bir kere canı sıkılmış, yer değişikliği yapmış, fakat koşullarla ilgili değil….” diyor. Girdik “eğik düzleme”. Anlatılması zor ama gösterebilirim şimdi bu durumdaki bilginin kucağınıza doğru nasıl kaydırılacağını.
“Ne söylemiş?” diyorum.
“Ne olmuş?” veya “Niye?” değil. Önemli burası. “O, ne söylemiş?” Yani ben zaten aslını biliyorum da sana ne söylendi? Vurguyu iyi ayarlarsanız bulur yerini.
“İntiharıyla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum” derken bu sefer sorar gibi bakıyor. “Sazan değilim” anlamında o bakış. İyi. Alabalık daha lezzetlidir zaten. Denedin ama dengim değilsin; elimde malzeme var.
“Evet, yazmış notlarına, biliyorum olmadığını” dedim kahvedev bir yufum alarak. Kahve çok iyi bu arada. Tutarsa sıkı numaradır. Yalan söylemiyorsunuz, sadece eksik bilgiye sahipsiniz ama “zaten bilinrn sır değildir” inancı, güvenlik barajını sırrın kendisini bilip bilmediğinize odaklanmıştı ve genellikle ne kadarını bildiğiniz sorusunu kapsamaz. Eksik de olsa gerçeği bilen biliyor demektir sonuçta. Böylece ya onun bildiği sır olmaktan çıkar ya da sen sırdaş kabul edilirsin.
“Metan drenajı için eğitim aldı gaz şirketinden biliyorsun…”
Bilmiyordum ama şimdi öğrendim.
“… altı yedi ay sadece o işle uğraştı, ona kızmıştır.”
İşte bu. Tabii şu da olabilirdi; “madem ikimiz de biliyoruz, o zaman boşver gözlerinden konuşalım!”
Batmış olurdunuz, yani kumarda en azından; gerisini bilmek zor o saatten sonra, başınıza geldikten sonra düşüneceksiniz. Çocuğun insanda kumarda kaybetme arzusu uyandıran bir canlılık kazandığını kabul edebilirim dönüş yolunda; elleri güzel mesela. Ses tonu da göz rengine uygun. Tenorla, bariton arasında bir yer -ki koyu göz rengi için idealdir- konuşturmalık tam. Açık havada iyi gitti hiç değilse.
Her neyse. Artık kırmızıya dönüş ihtimali olmadığına göre siyaha süreceksiniz önünüzdekini; kalan tek adımı da son derece yüksek bir tutma ihtimaliyle attım:
“Evet, mekanize A panosu.”
“Hayır, eski A panosu; metan yüzünden kapatılan tavan ayaktaki drenaj..”
A tamam. Büyük risk sayılmazdı. Yüzeye yakın metan yok sonuçta, ya A ya H panosu olacaktı, yüzde elli. “Eski üretim” A panosu benim açımdan sürpriz olsa da isim benzerliğinden yırttık. Sanıyorum gösterebildim modelin nasıl çalıştığını. Deneyebilirsiniz yani. İnanın modelime, zararlı çıkmayacaksınız; kumarda veya aşkta. Uzmanlık alanına girildiği andan itibaren, sadece yaslanıp kahvenizi bitiriyorsunuz. Uzmanlığın türü önemli değil; hiçbir konunun uzmanı sırasının geldiğine inanmışsa susturulmadan durmaz kendiliğinden. Uzman o demek.
“… aslında daha derine inmeye başlayınca metan geliri olduğu uzun zamandır biliniyor havzada; böyle bir çalışma ilk sayılır yine de. Hem ocağı metandan temizleyip hem de çıkacak metanın ticari değeri olup olmayacağını araştırdılar…”
Sıkılmaca yok. Siz tahrik ettiniz uzmanı.
“… yabancı gaz şirketiyle yapılan sözleşmede personel eğitimi de vardı. Anlaşıldıktan sonra çok heyecanlanmıştı mesleki açıdan, onun için tahmin edebiliyorum neden bozulduğunu” deyip sustu.
Erken susması önemli değil. Sonrası zaten -domuzluk etmeyeceksiniz- temel diyalog bilgisi:
“Gereksiz hassasiyet…” dedim.
Ne kadar derin duruyor. Değil ama. Biraz düşünürseniz gösterilmiş bütün alınganlıklar için kullanılmasında hiçbir sakınca yoktur bu kalıbın. Her hassasiyet biraz gereksizdir. Düşünün bakın; evet, öyle işte.
“Ben de anlamadım duruşmada niye isim verilmek istenmediğini…” diyor. “… hiç sorun çıkmadı bildiğim kadarıyla drenaj konusunda. ‘Ben çıkar anlatırım, korkacağımız bir şey yok’ demiş ama çok ısrar etmişler isim verilmesin diye. O da kızıp koğuşunu değiştirmiş…” Hücresini olacak.
Derviş’in; “Çok yüklendik duruşmada ama bir şey çıkaramadık” dediği budur. Yani kim yaptı bu metan drenajını? Hanginiz? Benimkiymiş işin başındaki.
Gerisi benim açımdan ilginçti -ilginç derken, hayır, siyahtan gittik- ama Derviş’in hiç ilgisini çekmedi. Kahve ve ikinci sigara -arttırdım bugün biraz kötü örnekler yüzünden- bitirinceye kadar, maden mühendisi olmanın yükünü omuzlarımda hissettim denebilir. Özellikle de ortada bir tür solculuk bulunmaktaysa.
“Ölen mühendis, tutuklanan mühendis, işsiz kalan mühendis, denetleyen, bilirkişi, uzman mühendis; çok zor gerçekten burada çalışmak…”
Çalışma o zaman diyemiyorsunuz tabii; herkes İnayet gibi Kupa Kızı değil. Eh be çocuk, sen de bunu mirasyedi anlamında kullandıysan küssem olurmuş aslında bugün. Fakat solculukla ilgili mesele boşlukta kalıyor her koşulda. Çalış da böyle çalışma yani. Meslek odan var, sendika kur, örgütlen, ne bileyim çözüm falan bul. Zeynep sadeliğiyle söylüyorum bunu. Nedense solcu denince -Bıyık hariç- problem çözen insan geliyor benim aklıma. Bütün sıkıcılıklarına rağmen gayretli, pratik insanlar. Haksızlık olmasın, Bıyık’ın nihai hedefi de sorun çözmek olabilir tabii ama önce büyütüp gangrene hâline getirmeyi ihmal etmeden yapıyor ne yapacaksa. Evet ona kangren denmez, böyle doğrusu. Gözle okuyun. Belki de yeterince can acımazsa çözüm bulunamayacağına inanıyordur. Bıyık diyorum, pansuman taraftarı değil; operatör daha ziyade. Bıyıklı neşter. Ananem “şurup yeterince acı gelmiyorsa iyileşmiyorsun demektir” derdi. Üst solunum yollarıyla ilgili tabii o tespit, yoksa ılımlı bir insandır.
Çözdüm aslında dinamiği. Her meseleyi kavramak için ananesini yardıma çağıran benliğim, bugüne ne kadar uzaktan sesleniyorsa yarılma riski o kadar artıyor. Benliği değil zamanı böl İnayet; kahve molası ver şimdiki zamanda. Haybeye Aziz ilan etmiş olamazlar o adamı, vardır bir bildiği, şimdiki zamana odaklan.
Ayraç koyup kapatıyorum Yol Üstündeki Semender’i.
Suyum kaynadıktan sonra, aşağı, Mavi Gözler’e kahve götürmeye indim. Bırakıp kaçmadım bu sefer; hâl hatır sordum insan gibi. Türk kahvesi tercih ediyormuş ama bir yudum alınca Jamaica çekirdeğimden aklı başına geldi. Gömlek cebinde bir başkasına verilmiş sigara bırakma nasihatinin özlem dolu kanıtıyla bütün göz kaslarını kullanarak gülümsedi. İlgim artıyor bu adama. Bu sefer
“afiyet olsun” demediğine göre kesin belli ettim o gün içtiğimi. Ne yapıyorum acaba sarhoşken?
Bütün o teknik yükümlülüklerine, hukuksal sorumluluklarına, ağır eğitimlerine rağmen yönetici sınıfından değillerse Ocak’ta pek sözlerinin geçmediği anlaşılıyor bu anlattıklarından. Eh, tutmadı ama haklıydım ben kadına açılıştan sonra Mühendis Gambiti denemekte yanı. Tek erkek çocuğuna dair kariyer hayaline takıldık sadece.
Bob sadece ima ediyor ama her çeşit mühendis var piyasada; işçi grupları toplayıp taşeronluk yapanlarından -kabul ettim artık dayıbaşı dediklerinin taşeron olduğunu- siyasal ilişkileri sayesinde saha tahsis kararlarını etkileyip komisyon götürenine kadar herkes mühendis. Kârdan pay almak veya denetim gevşetilmesinden çıkar elde etmek sıradanlaşmış. Rüşvet denmiyor, ayıp herhalde. Kârdan pay -buna da prim daha kibar olabilir- denince de üretim artışı üzerinde konuşmak lazım. Üretim artacak ki pay artsın, “hadi hadicilik” deniyor işçiler arasında. Bu taşeron çavuşu ağzı tabii, üretim mühendislerininki daha nezihtir muhtemelen: “Hedef tutturulacak!”
Ahmet Naim kendi zamanının Fransız komünistlerinden çok güzel bir alıntı yapryor, Thorez olabilir; “Dinamit atıldı mı on dakika beklemek gerekir. Çünkü tozun dumanın içinde işçi iki metreden ötesini göremez. Fakat şu sıralar üretim diye tutturmuşlar, bir dakika kaybetmeye gelmiyor: “Allas! Allas!”
Fransız taşeron çavuşu da “Hadi, hadi” diye bağırıyor yani yüz yıl önce. Sadece coğrafya değil zaman da bölmeye çalıştığımız yerden bağlıyor tekrar kendini. Bir kere daha, bugün burada sen yaşamadan hiçbir kötülük tarih olmuyor sanki. Dejavu.
Meslek odası sıkışıp kalmış patron mühendisle işçi mühendis arasında. Onun seçimlerini de solcular kazanıyormuş elbette, çocuğun genellemesi umut vereceğine çaresizliğin sırıtmasına yol açıyor böyle bakınca iyice; “Gelenek, herkes solcudur bizde…” Bıyık’ın peşine düştüğü katil beyaz balina kadar yalnız ve mutsuz göründüler gözüme. Elbette bir o kadar tehlikeli ama o kadar da suçlu mu acaba? Göreceğiz. “Önemli olan Watson, bildiğimiz şey değil kanıtlayabildiğimiz şeydir.” Sarsıldım dün biraz; yine de kanıt lâzım bana. Metan işinde yol almış olduk: “Ateşnefes!”
Ahmet Naim, Ereğli’de karbonmonoksite de “kör nefes” dendiğini anlatıyor. Bizim esas katilimiz buydu otopsi raporlarına göre. Klasik otopsi yapılabilen iki yüz civarında işçinin ölüm nedeni karbonmonoksit zehirlenmesi. Bir işçinin de yanarak öldüğüne eminiz. Kalanlara klasik otopsi yapılmaya gerek görülmemiş veya cesetler uygun durumda değilmiş. Hükümete karşı ayaklanma çıkarmak üzere Bıyık tarafından ocağa sarin gazı atıldığı ihtimalini peşinen elersek, otopsi yapılmayanların katili de kör nefes görünüyor. Başka bir gaz bulunabilir miydi? Gayet zeki ve eğitimli kabul edilebilecek Müntehir’in bile; “Ayrıntılı kan tahlili yapılıp gazlar araştırılsaydı?” diye -gazların altı çift çizgi- not almasından bu ahmaklığı ciddi ciddi konuştuklarını anlıyoruz. Belki de çaresizlikten akıl duruyor.
Gizemli bir durum yok aslında. Aşağısı yukarısı fark etmiyor, yangın varsa karbonmonoksit çıkacak mecbur. Fazla maruz kalmak öldürücü. Yerin altında bir tünelde yakalandıysanız, fazla maruz kalmak kaçınılmaz aynı zamanda.
Hâlâ gizemli görünen, o kadar duman çıkaracak bir yangının nerede, ne zaman başladığı veya sürdüğü. İşte metanı ilginç kılan da bu. Karbonmonoksitin sonuç olduğuna eminiz ama metan sebep olma yeteneğine sahip. Yani alevlenip yangın çıkarabilme özelliği var. Zonguldak’ın korkulu rüyası grizu patlamasından farklı bu. Ateşnefes her zaman “kütlemiyor.” Hepsi metan ama belli koşullarda birikip sıkışarak patlıyor, belli koşullarda ise parlayıp yangın çıkarmakla yetiniyor anladığım kadarıyla.
Derviş’in ilgisini çeken bu ikinci özelliği en azından. Eğer korkulduğu gibi topuk gizlice yanmıyorsa, dördüncü bant boyunda aniden yangın çıkaracak kadar ateşe ihtiyaç var. Derviş’in gözdesi de eski üretim A panosuymuş. Kapatılan tavan katından sızan metan. Drenaj yapılmaya çalışıldığına göre, orada metan bulunduğunu biliyoruz hiç değilse.
Derviş’le ayrıldığımızda gece artık ilerlemişti.
Aklım tamamen elektronik ve metan işleriyle meşgul sendikadan çıkarken Bıyık’a yakalandım. Duruma bakınca, onu yakaladım demek daha doğru olabilir. Çünkü kaldırımda bir elektrik direğinin dibinde amaçsızca dikilmiş duruyor. Piposuz, eyer çantası omzunda. Özel vakit ayırmak gerektiği için ayrıntısına girmeyeyim şimdi o çantanın ama her zamanki gibi çökertmiş sağ omzunu. Gerçekten at çölde ölmüş, adam eyeri sırtına vurmuş kasabaya getiriyor gibi manzara. Herhangi bir selamlamaya ihtiyaç duymaksızın; “O ne?” dedi, elimdeki kavanozu göstererek.
“Marmelat” dedim.
Uğrayamadım hâlâ odaya, elimde gezdiriyorum. Kararsızım bugünkü ziyaretimi hemen anlatıp anlatmamakta.
“Portakal marmeladı mı?” diye sordu. Marmelatı mı; marmeladı mı, marmelad? Marmelat.
Kambur duruyor. Genel bir strüktür bozukluğu var bu adamda zaten. O kadar uzun boyu olmamasına rağmen, çok uzun boylulara has bir eğik durma hâli söz konusu öne doğru. Çantanın etkisiyle birlikte düşününce, saat dokuz yönünde sağa öne yani.
Bu da biraz daha yaşlanınca skolyoz ağrıları çekeceği anlamına geliyor. Vardı bende bunların bir önceki modelinden, dedem. Boş çantalarını bile kaldırmakta zorlanırım hâlâ.
Pekâlâ.
Bu mevsimde -saati hiç karıştırmıyorum- portakal marmelatı saçma olduğuna göre hızlı düşünüyoruz; ihtiyar Jules öldüğü gün karısı kendine bir fincan kahve koyup bir dilim ekmeğe kayısı marmelatı sürer mutfakta -ölü koca salonda oturmaktadır- değil bu; Austen, Fanny Price’ın mutsuz kahvaltısı -yanlış jöle o- içinde marmelat geçen bir, iki, üç, dört öykü -Grimm kardeşlerinki reçel olabilir- sadece bir roman ve hayır. Tek bir portakal marmelatı bile yok elimizde. Marmeladı da yok. Olmalı mı? Dickens böğürtlen reçeli, Woolf reçel kaşığı… şiir varsa da hatırlamıyorum ama kim içinde portakal marmelatı geçen bir şiir duyup da unutmuş olabilir ki zaten? Özel isim olduğu için Suç ve Ceza’nın Marmeladov’unu eledik tabiatıyla. Yok. Devam o zaman bakmaya. Kaşım kontrol altında neyse ki, gözüm ve burnum soruyor sadece. Bir koku var.
“Kavanoz boşsa rafa bırak, aşağıda kimsenin kafasını kırmasın” diyor.
Hey Allah’ım. Alice elbette, yaşlı Bay Jules’ünki değil, çocuk olan; tavşan deliğinden düşüyor.
“Kayısı marmelatı ve dolu. Yürüyüşe mi çıktınız?” diyorum.
“Hayır, hava alıyorum”
Bir gariplik var. Yaklaştım biraz. Sarhoş olabilir mi acaba? Koku yok. Yine de ayakta zor durduğu için direğe yaslanmış gibi görünüyor.
“Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?” dedim. Hafif endişelendim galiba. Alice Harikalar Diyarında atfının hak ettiği karşılığı erteledim durumu anlayıncaya kadar.
“Yok, teşekkür ederim. Benim senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
Nezaketen sorulduğunu bilmesen gelebilir insanın aklına bir iki şey, neyse. Yorgun desem değil. Gitmek istiyor gibi; yahut zaten o burada dikilirken sonradan geldiğime göre benim gitmemi istiyor. Birini bekliyor olabilir mi bu saatte? Sanmam.
Bence sarhoş. Al sana Alice o zaman;
“Evet. Lütfen bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misiniz?” diyorum boş sokağın iki tarafını göstererek. Sakin bir gece. Arkasında, uzakta bir sokak köpeği çöp karıştırıyor.
Sadece üç saniye sonra, derin gamzeli bir Ceshire Kedisi sırıtışıyla yüzü aydınlanıyor:
“Bu, nereye gitmek istediğine göre değişir.”
Yakaladı. Şeytan hazır dengesi bozukken “Eve” de gör şu şatoyu diyorsa da hikâyenin devamında Alice nereye gittiğinin pek umrunda olmadığını; kediyse o zaman hangi yolu tercih ettiğinin fark etmeyeceğini söyler. Adamın ayakta zor durduğuna inandığımdan araları atlayarak kestirmeden
gidiyorum:
“Bir yere varsın yeter.”
Her ne kullanıyorsa bedeni felç etmiş ama hafızasına erişimi tam. Hiç zorlanmadan neredeyse kusursuza yakın hatırlıyor diyaloğun cevabını:
“Ha, işte ondan kuşkun olmasın, kesinlikle bir yere varırsın. Eğer yeterince yürürsen tabii…”
Gülüyoruz.
Bu sabah kahvaltıda Zeynep’le yaptığım sohbeti düşününce biraz naif buluyorum şimdi mutluluğumu ama olsun, gecenin mutluluğunu azaltmıyor. Aslında ben gülüyorum, o da Ceshire Kedisi sırıtışını genişletiyor. Durumumun Alice’den iyi olduğu söylenebilir. O, işin sonucunda sadece sırıtışla konuşuyordu, benim en azından sahibi de elimde.
Listeden okumak gibi sayılır. Böyle zamanlarda, durum ne kadar garip olursa olsun, şu koca dünyada yalnız değilsin İnayet diyorum. İşte, senin okuduklarını okuyan, senin gibi aklında tutanlar var. Ödül gibi. Hatta ödüle ihtiyaç duymamak gibi; ne istenir ki başka?
Bugün Petrus’un horozları ötmeden onu üç kere inkar edişim geliyor aklıma, utanıyorum. Hem neden devrimcilerin listesinde Alice olmasın ki? Bak Zeynep’in listesine, unutma.
“Kıyamet günü gelip çattığında ve bütün büyük fatihler, hukukçular, devlet adamları ödüllerini, taçlarını, defne yaprağından çelenklerini, kalıcı mermere silinmez şekilde kazınmış isimlerini almaya geldiklerinde; Tanrı Petrus’a dönecek ve bizim kollarımızın altında kitaplarımızla gelişimizi göstererek, biraz da gıptayla, şöyle söyleyecek: “Bak, bunların ödüle ihtiyacı yok. Burada onlara verecek hiçbir şeyimiz yok, onlar zaten okumayı sevmişler…”
Reçel kaşığında tereddüt ettim şimdi ama bak bu Woolf kesinlikle! Yalnız Peter der o Petrus’a.
“Soma’daydım, madeni sizin yaktığınıza inanmaya hazır bir kadınla tanıştım” dedim. Umarım iyisindir göründüğünden de konuşabiliriz. Hiç düşünmeden;
“Olmayacak şey değil ama ben yapsaydım kesinlikle önce işçileri dışarı çıkartırdım” diyor.
Şaşırmadı bile. Benzer saçmalıklar duymuş olabilir daha önce.
“… İnkar silahsız bırakılanın silahıdır İnayet; evlat kaybetmek zor. Ölümü inkar edemeyeceğine göre öldüreni inkar edip, gerçeği düşman kabul edeceksin…”
Nasıl anladı acaba kadına gittiğimi? Anladı ama kesin.
Çok savunmasız göründü gözüme. İnsan niye linç etmek ister ki bunu? Belki de kitlelerin ihtiyacı yoktur Ceshire Kedisi’nin repliklerini sarhoşken bile ezberden okuyabilen adamlara. Benim var sadece. “Sanat sadece seçkin kimseler içindir. Yığınlar varlıklarının nedenini daha acıklı yollarla kavrayabilir.” Kim?
Hatırlamıyorum. Şunu hatırlıyorum ama:
“Was ich mir geffalen lasse?”: Neyi kabul edeceğim? Kitleler saldırmalıdır, o zaman saygıyı hak ederler. Düşünürlerse sonu sefalet olur…” Goethe bu. İroni tabii. Umarım yani.
İçimden uzak bir korkunun gölgesi geçiyor.
“Mühendisleri?” diye sordum; “… onları çıkarmıyor muyuz?”
Var aslında Bıyık’ta da şiddet. Fiziksel değil de ruhsal onunki ama hakkıyla acı çekebilenlerin acı çektirebileceğinden korkmuşumdur.
“Onlar için söz veremem bak. İyi akşamlar İnayet. Anlat bir ara ne işler çeviriyorsan…” deyip yürümeye başladı karanlığa doğru. Köpek kaybolmuş. Eve gitmiyor, ters yöne yürüdü. Düz çizgide yürüyebiliyor en azından. Ayıkken bile ciddi emek ister o çantayla.
O yakmamıştır diye inanıyorum. Şakalaşılacak bir konu değil zaten.
“İyi geceler” dedim arkasından düzelterek, duyduğunu sanmıyorum.
Yalnızım şimdi. Etrafa şöyle bir baktım kafamı kaldırıp. Çekili perdelerin arkasında televizyon ışıkları dans ediyor. Onlarca pencerenin aynı anda ışıyıp kararmasından aynı kanalı seyrettiklerini tahmin ediyorum. Popüler bir şey var. Onlar farkında olmayabilir, dışarıdan bakmak lazım hepsinin aynı şeyi seyrettiğini anlamak için. Arttı huzursuzluğum.
Neden korktun sen şimdi; Bıyık’tan mı? Hayır. Her zamanki adam, bizim Bıyık işte -belki sarhoş biraz, emin olamadım- insanlardan korktum. Televizyon seyrettikleri için insanlardan mı korkuyorsun İnayet? Değil. Farkında olmadan birbirlerine benzemeye zorlandıkları için korktum.
Mildred’in intiharları gibi, umarsız, toplumla uyumlu öz yıkım. Fahrenheit 451’in ünlü komutunu bekliyorlar gibime geliyor, adımlarımı hızlandırıyorum:
“Şimdi ona kadar sayınca herkes sokağa çıkıp baksın!” İnayet’le Bıyık’ı yakalayıp linç edeceğiz. Alice Harikalar Diyarında’yı ezbere bilen son iki kişi.
Pekâlâ, kes.
Kavanozuma sarılıp öğretmenevine doğru devam ederken emin gibiydim, sarhoştu bence. Ama işin şu kısmından artık hiç şüphem yok; yeni yol buldum ve sonuna kadar yürüyeceğim.
Yeterince yürürsem bir yere varacağım konusunda aynı fikirdeyiz; Bıyık, kedi, ben. Güzel bir gece diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Her şeye rağmen, Zeynep’in hangi dediğini tahrik sayıp da yarın yapacağımız işe kalkıştığımı düşünüp huzursuz olmaya başlasam iyiydi vakit varken.
Olmuyorum. İlginç. Bir güzel gece daha.
Telefon çalıyor.