Bölüm 22: Kupa Kızı
“Niye döneceğini söylemedin telefonda, beklerdim?”
“Seninle konuştuktan sonra değiştirip erkene aldım”
“Telefonu kapatıp iki gün sonraya bilet mi aldın!?”
“Hayır, bulabildiğim ilk uçağa aldım”
“Ne diye?”
“Hassas dengeler var İnayet. Sana güveniyorum, ocağa indirdiklerine göre belli ki bizimkiler de güveniyor ama sormadan iş yaptık yine de; bir arıza çıkarsa orada olayım, yalnız kalma istedim…”
“Söyledim ben gittiğim gece, çıkmadı arıza falan…” dedim.
Bıyık’ın o sırada ne dediğimi anlayacak durumda olup olmadığından pek emin değilim yalnız demedim. Onu gelince anlatırım. Yuh! Temkine bakar mısınız adamdaki?
“Nasıl geçti ziyaret?” diye arayan Alihan’la konuştum. Arasın tabii merak etmiştir ama aramakla yetinmeyip yarın sabaha bilet almasının şokundayım biraz.
Ekip çalışması dedikleri şey ürpertici gerçekten. Birbirlerine duydukları sorumluluk garip ve masraflı göründü gözüme şimdi. Belki de “değiştirilmiş” uçak bileti tüylerimi diken diken ettiği için yadırgadım. Öğrenmem gerek benim bununla yaşamayı artık; kendim bile yaptığıma göre. Kahvaltıda aradı. Az uyudum gece, anlatacağım ama erkenciyiz şimdi. Zeynep’le yapıyoruz kahvaltıyı. Xebat’ı aratmayacak kadar zengin bir deneyim diyebilirim, çok konuşkan.
“Alihan geliyor” dedim. Hiç ilgisini çekmedi.
Telefonla konuşabilmem için susup, ara verdiği yerden devam ettiğinde; okumadığı kitaplardan yapılmış “eksiksiz” bir listesi olduğundan söz ettiğini zannettim. Aklım telefonda hâlâ. “Okumadığın kitapların listesi mi var elinde!?” diye sordum dehşet içinde. Dünyanın en uzun listesidir herhalde!
“Hayır ablacım, abartma; sadece okumam gerekenlerin listesi…”
“Kim yapmış o listeyi?”
Bir kere, çubuk kraker yerken görmeye alışkınım kızı. Reçelle başladı. Kahvaltıya tatlıyla başlayanların ayrı bir tür olduğuna inanmışımdır hep, ananem tatlıyı yemekten önce aç karnına yer mesela. Hepimiz görmüşüzdür yani, ölmeden önce okunması gereken bilmem kaç kitap, gidilmesi gereken yer, seyredilecek film filan listelerini. Hepsi birbirinden saçmadır. Bana dünyanın en kişisel işi gibi görünen “okunması zorunlu, okunması gerekli, okunsa iyi olacak, okumak istemiyorum” kategorilerini kimin zevkine rehin bırakıp kendini hırpalattığını merak ettim şimdi bu kızın. Diğer yandan da üniversitedeki sayısız -ve başarısız- liste girişimlerimi düşünüyorum: Rus klasikleri, Fransız Parnasyenleri, Alman Romantikleri, Elisabeth Dönemi Tiyatrosu, Viktoryen Romanlar, Antik Yunan, Büyülü Gerçekçilik, tarih, felsefe, şiir…
“Biz” dedi.
Siz mi?!
“Siz, sizin zaten okumadığınız kitaplardan okuma listesi çıkarıyorsanız, hangi okumadığınız kitabın okunması gerektiğini kim söylüyor size diye soruyorum?” cümlesi gözüme fazla karmaşık göründüğü için, kahvemden bir yudum alıp:
“Anladım, benim de var uzun listelerim” demekle yetinince, çok zeki bir bakış yedim misilleme olarak.
Evet, uzundaki vurguyu ayırt etti hemen. Nefis kulak. Ben de vurguyu anlamdan önce sesten kaparım; kulak akıldan hızlı çalışır. İstisnaları mümkün diye itiraf etmek zorunda kaldım şimdi, kulağın geriden geldiği çılgın akıl tutulmaları olabiliyor: “İki şartım var” gibi.
“Senin gibi Kupa Kızı olmadığımızdan üç aylık yapıyoruz biz listeyi, on iki kitabım var şimdilik öncelikli…”
Kupa Kızı mı dedin sen bana edepsiz kunduz! O ne? Ve ne anlama geldiğinden bile önemlisi sen benimle böyle konuşmaya nasıl cesaret ediyorsun? İçimde alevlenmiş olsa bile sorunun şiddeti hikâyenin kendinde elbette; reçelden bıyığı olan bu güzellik ise cevabın kendisi basitçe: Zeynep. Bu kadar yalın bir varlık bende sadece hüzün ve savunma refleksi harekete geçirebiliyor, kızgınlık lüzumsuz olmakla kalmayıp imkânsız zaten korkarım. Geçti. Kızmadın, alındın sadece gayet iyi tahmin ettiğin anlamına, büyütme.
“Kupa Kızı kırmızıdır bir kere ben kızılım” dedim gerçek anlamı savuşturan, gücenikliğimi saklayan tebessümün arkasından.
Dışarıdan bakan gülerek söylediğimi bile düşünebilir; savunma kısmı orası. Sorun kızın dışarıdan bakmayışı. İçeriyle dışarının sınırını ihlal ediyor sürekli, mesafe koymak imkânsız.
“Ben hiç bilmem kâğıt oyunu, kalp olan değil mi kupa? Kocaman kalbin var anlamında söyledim” diye burnunu kırıştırıyor utanmaz. Sonra da hiç beklemeden kalın bir makbuz koçanı çıkarıyor sırt çantasından.
Hazır kitaplardan konuşuyorken, dün geceyi, Soma’dan döndükten sonra kendimi nasıl yalnız, nasıl kalabalık, şaşkın, korkmuş hissettiğimi ve sonra nasıl güvenle dolduğumu anlatmak istiyorum aniden. Sadece Mühendisin Kitabı’ndan değil, ezberimdeki bütün kitaplardan söz etmek. Yol ayrımlarından. Demek ki hâlâ durulmadım; uzun bir geceydi. Zeynep doğru insan mı bütün bunları dinlemek için?
Bilemiyorum. Değişti zaten konu galiba.
“Şimdii… O kocaman kızıl kalbin sayesinde Kınık İşçi Dayanışma Derneği’ne bağış yapabilirsin diye hazırlıklı geldim…”
Berbat bir tükenmez kalemi var, on tanesi bir liraya satılanlardan. Kahvaltılıkları kenara itip boş bir makbuz sayfası açıyor:
“… kaç yazayım?”
“Para mı istiyorsun?”
“Çok ayıp. Devrimci mücadeleye vakit ayıramayacak kadar çok okuman gerektiğinden, hani belki işçi sınıfının kirasına mütevazı bir destek düşünürsün dedim, parayla işimiz olmaz.”
“Üst dudağındaki reçeli yala.” diyorum aklıma daha iyi bir şey gelmediği için.
Aşağılamaya bakar mısınız? Okumaktan mücadeleye vakit ayıramıyormuşum, para verirsem vicdanım rahatlarmış! Bu kızın bende sürekli yarattığı burukluğu tarif etmek zor. Dedemden harçlık alma şansımı dedemle birlikte gömdüğüm anlaşılıp önüme kredi kartları dizildiğinden beri mirasyedi yükü omzumda. Şuna doğru düzgün bir dolmakalem vermeliyim dedemin koleksiyonundan; akar o iğrenç şey sırt çantasına. Mütevazı bir destek? Tevazudan ne anladığını bilmiyorum ama esas Kupa Kızı’nın işi yok parayla Kunduz, al senin olsun hepsi:
“Ne kadar lazımsa vereyim Zeynep, sana da verebilirim ihtiyacın varsa” dedim. Sesim hasarlı. Empatik zekâsını genellikle beni böyle huzursuz ettiğinde küçümsemiş oluyorum; arasına kalemi koyarak makbuzu kapatıp hatırlatıyor hemen:
“Şakalarıma alınmıyorsun değil mi sen benim?”
“Ne kadarının şaka olduğunu ölçemiyorum sadece”
“Büyük kısmı ablacım…” diyor gayet terbiyesizce bir dürüstlükle.
“…İnayet abla, ben de okumayı çok seviyorum, bulduğum her kitabı okudum lise boyunca. Çok fazla bulma olanağı yoktu; dijital kitap, sesli kitap falan buldum bedava, kütüphaneye bile gittim o yaşta…”
Bak şimdi neşelendim. Benim zamanımda üniversitelilerin kütüphanede görülmesi ayıptı, Zeynep’in çağında liselilerin görünmesi de ayıplanır hale gelmiş. Kaldı mı koca kütüphaneler ilköğretim bebelerinin ev ödevlerine?
“… bir gün Adalet Okulunda hesap yaptık; insan ömrü boyunca günde bir kitap okusa ortalama ömürde kaç kitap okumuş olur diye? O manyaklıkta okusan yine yirmi bini bulamıyorsun…”
“O manyaklıkta” kısmını iltifat kabul edip sorun çıkarmamaya karar verdim hızla.
“… dünyayı bilmem ama bu ülkede her yıl o kadar yeni kitap basılıyor, yetişemezsin” diye bitirdi. Hesap trajikmiş gerçekten. Eh, üç yüz altmış beşle okumayı öğrendikten sonra yaşamayı umduğun yılı çarpacaksın, marifet sayılmaz fakat meseleyi buradan düşünmüş olmaları ilginç yani Adalet Okulu her neresiyse. Ünlü sorumuz gayet meşru o zaman elli binlik kütüphane biriktirene; “Hepsini okudun mu sen bunların?” Eğer yanlış hatırlamıyorsam Umberto Eco şöyle cevap verirmiş: “Hayır, sadece dördünü okudum ama onları çok iyi okudum”. Dedemin kütüphanesi de yirmi binin üstünde olabilir. Saymadım.
“Liste oluşturma kriterlerini çözmez hâlâ bu zorluk” dedim.
“Benim için çözer. Güvendiğin, ortak amaçlar için bir araya geldiğin, değerlerini paylaştığın insanların yol göstermesine izin vereceksin ablacığım. Onun hazırladığı listelere bile yetmez insanın ömrü. Listelerden gitmek doğru bence, sen ne düşünürsün bilmiyorum?”
“O” çıktı şimdi de. Betül’ü, Bıyık’ı, yahut herhangi bir kişiyi kastetmiyor gibi duruyor “Onun” derken. Sanki soyut bir kişilik; “değerlerini paylaştığın…”. Kim kimin değerini ne kadar paylaşabilir? Bilmiyoruz. Değer nedir? Bilmiyoruz. Dursun bakalım bu da böyle dağınık, düşünelim.
“Haklı olabilirsin Zeynep, hatta doğru ekibi bulduğuna inanıyorsan zaten haklısın yalnız bu sefer de doğru ekibin kriterleri meselesi var, neyse boşver. Üzerimde sadece beş yüz lira var. Daha fazla istiyorsan bankamatiğe gelmelisin benimle…” diyorum ve küçük yabani bir hayvanın boynuna takılmış cam bir çıngıraktan geliyormuş kadar duru, kısa bir kahkahayla ödüllendiriliyorum. Dağ keçisi yavrusu? Mümkün. Yabani hayvan olduğu kesin türü her neyse ve yavru olduğu…
“Deli kadına bak! Otuz lira için yapıyorum bütün bu bağlamaları. Senin kendinden korunman gerekebilir, o kadar parayla çıkma zaten sokağa…” diyor otuz liralık makbuzu keserken. Hepsi dört yüz liraymış zaten kiranın.
Roza’dan çocukluğumdan beri duyduğum söz, Zeynep’in ağzından farklı bir tınıya kavuştu: “Senin kendinden korunman lâzım”. O, parayla ilgili kullanmaz, insanlar hakkındaki olumlu düşüncelerime dair beni uyarmak için diline dolamıştır daha çok; insanlara hemen güvenme İnna! Niye ki Roza? Ne kötülüğünü gördük insanların senle ben? Yahut onlar bizden ne iyilik gördü şimdiye kadar? Bilmiyorum.
“Senin için önemliyse kiranın hepsini ödeyebilirim her ay, benim de öyle bir katkım olmuş olur mücadelenize…”
Tek cümlenin vurgularından bu sefer iki itiraz birden çıkarıyor hassas kulağı:
“Mücadelemiz ablacım, miz, miz! Avukatısın sen bu insanların, o nasıl laf! Ayrıca çok bile verdin, yirmi liradan fazla almamaya çalışıyorum kimseden…”
“O niye?”
“Paradan çok insanlarla konuşmak için bahane olsun diye aldım makbuzu. Aylar geçmiş, hâlâ ne olup bittiğini bilmeyen, bundan sonra ne yapmak gerektiğini düşünmeyen insanlar var burada, onlarla uğraşıyorum…”
“Ne yapmak gerekiyor?” diye sormadım her zamanki endişelerim yüzünden. Bu soru, insanın başkasından duymaktansa oturup kendine cevap listesi hazırlamasının daha doğru göründüğü sorulardan sanki: “Ölmeden Önce Yapılması Gerekenler?!” Komik. Yaşanacak mesela becerebiliyorsan. Yeterince zor bir cevap.
“Ne konuşuyorsun sen ailelerle?” diyorum onun yerine.
Olduğundan daha yaşlı görünmesine neden olan bir ifade beliriyor yüzünde:
“Acının insanları kıpırtısız bırakmasını engellemeye çalışıyorum abla…” diyor.
“O ne demek Zeynep?”
“Yoksullar, acı çekiyorlar, zulme karşı direnme potansiyellerini açığa çıkarmak gerekiyor” deyip kalktı, sırt çantasını topluyor.
“Nasıl olacak? O rezil kalemi sırt çantana koyma akar, bunu kullan…” deyip dolma kalemimi uzatıyorum.
Bakıyor altın uçlu yaşlı Montblanc’ıma.
“Devrim yapmaları lazım. Dünyayı değiştirebileceklerine, değiştirebileceğimize inandırmaya çalışıyoruz. Çok güzelmiş bu, bana mı veriyorsun?”
“Evet, senin olsun, ötekini burada bırak” diyorum.
Çocuk oldu tekrar, kalemi sırt çantasına değil gömleğinin cebine koydu. Ne okutuyorlar buna diye merak ediyorum. Bıraktı öteki kalemi masaya.
“Göstersene bana şu on iki kitaplık listeni” desem ayıp olur mu acaba? Gücenir belki Kupa Kızı’nın merakına. Gücenmez. Kitap seçme ölçütlerinin kolektif anlamına tamamen yabancı olduğumuzu yeni anladık, doğru ekibin kriterlerine geçmeden bunu bir sindirelim. Şimdi sormayacağım.
Açıkçası korkuyorum söz dönüp dolaşıp devrimcilik hikâyesine, o da yel değirmenlerine hücuma dönecek diye, yetsin bugünlük bu kadar.
Reçelle başlayıp, reçelle bitirdi, beni öpüp gitti deli. Kahvaltısı kaldı masada. Dava’dan başka şeyler dönüyor bu kentte geceleri. Melike’yi arıyorum, Alihan’ın geliyor olduğunu haber vermek ve bizim için küçük bir kırsal randevu ayarlamasını rica etmek için. Pekâlâ devrimciler; sizin hızınıza hemen yetişemeyebilirim ama benim eski yolumdaki semender çekildi kenara, yeni yolum tarlalarınızdan geçecekse şimdiden gidip etrafa bir göz atmak fena olmayabilir.
Dün geceyi ve bu sabahı birlikte hatırlayacağımı biliyorum şimdiden.