Savunma

Kesrin Sadeleştirilmesi: Adalet-2

[İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7-11 Kasım 2022 tarihlerinde okunmuştur.]

 

Dikkat ettiyseniz, başından beri hiç vicdanınıza seslenmedik; gerekli veya faydalı görmediğimizden ama bu iş tek taraflı değil. Haklı olarak siz de bize; “Vicdanınız açısından durum nedir?” diye sorabilirsiniz.

Şunu kastediyorum: Yargılamanın ilk gününden bu yana adli kolluğa, savcıya, yargıca, siyasi iktidara ağır ithamlarda bulunuyoruz fakat kendimize toz kondurmadık. Oysa hapiste olan biziz. Haydi suçu geçtik, ortada hapsedilmemize sebep bir kusur bile yok mu? Hiç değilse Billy Budd gibi tahrik altında atılmış bir yumruk? 

Bu sorular, politik yargılamada “hukuksal adalet” tartışmasına değil, vicdan muhasebesine ilişkin: Avukatlığın deontolojisine. 

O yüzden, belki şu anda huzurunuzda bulunan yüzlerce avukatın önünde vicdanımıza seslenmek istersiniz?

“Yaptığınız şeyin basitçe avukatlık olmadığını kabul edin! Devlete karşı suç işleyen insanlara ne kadar yakın çalıştığınızı fark etmiyor musunuz? Silahlı siyaset yapan insanların -siz terörist de diyebilirsiniz- işini kolaylaştırıp, onlarla mücadele eden kamu görevlilerinin faaliyetini nasıl zora soktuğunuzu, hatta güvenliği tehlikeye düşürdüğünüzü anlamıyor musunuz? Elinizi vicdanınıza koyun: farklı tarzlarda avukatlık yapan şu bir salon dolusu insanı değil de sizi suçlamamızı çok mu haksız buluyorsunuz?” 

Güzel soru.

Hukuksal açıdan bu şekilde soramıyor olmanızın önemi yok, yine de cevaplamak istiyorum. Tabii öncelikle, dünyanın dört bir yanından gelmiş meslek örgütü temsilcilerimizi, avukatları bu salona toplayanın, yani önünüzdekini bir “Avukat Davası” yapanın, avukatlığın nasıl yapılacağını polisten, savcıdan, hâkimden değil birbirimizden öğrenmek olduğunu hatırlatayım. Farklarımız değil benzerliğimiz belirleyici. 

Yine de sorunun önemi azalmaz; diyelim ki sorun devrimciliğimiz değil avukatlığımız. Vicdanımız rahat mı?

Madem sizin vicdanınızı Kaptan Vere’nin “erdemi” üzerinden konuştuk, bizimki için de bir roman kahramanı bulalım. Sanık vicdanı üzerine yazılmış en parlak anlatı; öz babasını öldürmek istediği -en azından baba katlini tahayyül edebildiği- hatta buna niyetlendiği halde, ölü babasına elini bile sürmemiş olan Dimitri Karamazov’un cinayetle suçlanışıdır. 

Şöyle der mahkemeye; 

“Tanrı’nın önündeymişim gibi doğru söylüyorum size, babamı ben öldürmedim”(1)

Doğru söyler. 

Suçlama yanlıştır, babasını o öldürmemiştir. Pekiyi vicdanı niye bu kadar rahatsızdır? Çünkü babasını öldürmeyi hayal etmiş, bunu çok arzuladığını ve tesadüfler farklı gelişseydi yapabileceğini hissetmiştir. Gerçekleştirmiş olmakla suçlandığı fiili ahlaken suç kabul etmiyor olma eğilimiyle ölümün dehşeti arasındaki yükü vicdanı kaldırmaz. Amacımız için sadeleştiriyorum; yoksa Karamazov’lar basitçe tasvire gelmeyecek kadar zorlu ve huzursuz bir ailedir. Bizi ilgilendiren kısmı Dimitri’nin vicdanı, duruşma boyunca ne savcıya veya yargıca hatta ne de hakkında hüküm kuracak jüri üyelerine öfkelenmesine izin verir; o kendisiyle uğraşır.

Bana da sorduğunuz buysa; rejime karşı silahlı muhalefeti hiçbir zaman siyasal alanın dışında görmedim, suç olduğunu düşünmüyorum. Ve fakat bir ceza davasında sorulması gerektiği gibi: “DHKP-C yöneticisi misin?” diye sorduğunuzda, hem cevabım hem de önünüzdeki dosya çok açık: Hayır. 

Meslek hayatım boyunca -toplamda gerçekdışı suçlamalara maruz kalanlardan çok daha az sayıda olsalar bile- silahlı örgüt üye ve yöneticilerinin avukatlığını yaptım; silahlı çatışmalarda yakalanmış kişilerin savunmasını üstlendim. 

Ancak, polisten düzenli olarak yılda iki üç kez yediğim dayak sayılmıyorsa hayatımda hiç politik şiddet olmadı, avukatlık yapmakla yetindim. 

Yine de isterseniz Dimitri gibi hayal edeyim; silahlı siyaset yapıyor olsaydım ahlaken, vicdanen, ideolojik açıdan bir sorun yaşar mıydım: Hayır.

O halde niye benim vicdanım Dimitri’ninki gibi çalışmıyor? Dimitri Karamazov ile temel farkımız benim daha sade bir insan olmam. Vicdanı onu işlemediği ama işleyebileceğini bildiği “suç” nedeniyle sıkıştırırken, benim vicdanım beni rahat bıraktığından, onun yerine haksız suçlamaya odaklanabiliyorum. 

Yirmi yıl boyunca bu ülkede açıkta yaşayarak illegal bir silahlı örgütün yöneticiliğini yapabileceğim iddiası yeteneklerimin çok üstünde bir iltifat olur. Zaten tamamen dayanaksız ve saçma. 

Hala; “Avukatlık yapma tarzın bizde hiç mi şüphe uyandırmasın, elini vicdanına koy?” diye ısrar ediyorsanız, koyuyorum: Hayır. Bu suçlamayı kurgulayanlar ve sürdürenler hakkındaki ağır nitelemelerim için hiç vicdan azabı duymuyorum, avukatlığı doğru yapıyoruz. 

Normal, haklı ve iyi olan biziz. Berbat bir dosyayla gaslighting yaparak yürüttüğünüz davanın akıl ve izan dışı suçlamalarında makul bir anlam bulmaya çalışmayacağım. 

İşin aslı -biraz hukuk işi becerebilseydiniz- mesleki sınır tartışmamız hepi topu şundan ibaretti: “Bir grup avukatın yasa dışı silahlı örgüt üyeliğiyle suçlananların avukatlığını yürüttükleri sırada, avukatlık mesleğinin izin verdiği sınırı aşarak örgüte de yardım etmiş olup olamayacağı…” 

On yıl boyunca, aranızda hukuka biraz ilgisi olanlar bunu denedi; her iki tahliye kararının gerekçesinde de “suç vasfının değişme ihtimaline” atıf yapılması bu yüzdendi. Bu insanları ayıkladınız ve davadan el çektirdiniz. 

Her koşulda anlaşamayabilirdik ancak daha mütevazı bir suçlamanın altından daha kolay kalkardınız. Onun yerine, tutuklama sürelerini kabul edilemez şekilde uzatarak, dijital sahteciliği elinize yüzünüze bulaştırarak, itirafçı kurgularına sığınarak sahte tanık uydurarak o çapta ileri gittiniz ki artık kendinizi durdurmanız mümkün görünmüyor. Odadaki Fil’den söz etmeden yargılama yapma pervasızlığı, sizi fille birlikte kısıldığınız odada hareket edemez duruma soktu. 

Dolayısıyla bize yöneltilebilecek ne “hukuki” ne “siyasi” ne de “vicdani” soru kaldı elinizde. 

Şimdi biraz durup düşünmelisiniz. 

1300’lerin sonunda hukuk adamı Jean Boultier, bir şüphelinin -aksi takdirde “bir sebep yokken tutuklanmış” gibi görüneceğini söyleyerek- ancak şartlı tahliyeyle bırakılması gerektiğini söylemişti.

1620’de Würzburg’lu Cizvit Rahip Friedrich von Spee; “masum bir insanı aceleyle tutuklayıp işkence yapmak gibi, yanlış beraat kararı da yargıçlara göre utançtı” Birkaç Engzisyoncu’nun kendi aralarında tartıştıkları bir konuşmayı hatırlıyordu. Engizisyonculara, suçsuz bir insan tutuklandığı takdirde mahkûmiyetten nasıl kaçabileceği sorulmuş ve verdikleri karşılık tatmin etmemişti: “Cevap veremediler ve sonunda gece boyunca sadece bu mesele üzerinde düşüneceklerini söylediler”(2)

Bence, sizin de bu gece üzerinde düşünmeniz gereken budur. 

Cizre’den Soma’ya; müvekkillerim yargıçlara, savcılara “Allah katında hesap vermekten korkmuyor musunuz? Sizin vicdanınız yok mu?” dedikçe, aynı dinden yahut ahlaktan beslenmeyen muhataplarının bu soruları niye cevapsız bırakmak zorunda olduğunu anlatmaya çalıştım. Onlar anladılar, kısmet bir kere de size anlatmakmış. 

Aslında 2013’de daha sade söylemişiz; “Hukuk diye helvadan put yapmışsınız, acıkınca yiyorsunuz” 

Hukuksal Adalete ehil olmadığınızı, Tanrısal Adalet ile ilgili farklı dinlerin farklı görüşleri olabileceğini ve nihayet Vicdani Adalet’in her iki taraf açısından da sonucu değiştirmediğini tespit ettik: “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize…” 

O halde, ilahiyattan romantizme geçip, eldeki son istinaf makamı olan Tarih üzerine konuşabiliriz. Marx, Hegel’in Schiller’den alıntıladığı şu ünlü ifadeyi severdi: “Die weltgeschichte is das weltgericht”(3) “Dünya tarihi dünyanın mahkemesidir” Buradan yola çıkalım. 

Şiirin adı olan “Resignation” (Entbehrung) kelimesinin Türkçe’ye feragat diye çevrilmesi mümkün. Kavram aynı zamanda “boyun eğerek bırakma, katlanma, tevekkül” gibi anlamlarla da ilişkilendirilebilir. Artık sadece dinden konuşmuyoruz. Şiir basitçe; “İnancı nedeniyle hazdan, dünyevi zevklerden, çıkar ve faydalardan vazgeçenin, bunu ahiret (veya ödül) için değil, bu dünyadaki hali, kendi inancı, kendisi için yapıyor olması gerektiğini…” söyler gibidir. 

1876’da kendi çıkardığı edebiyat dergisi Thalia’nın 1.cildinin 2. Sayısında yayınlanmış. Şairin kimliği ve şiirin yayınlandığı çağ bizi Aydınlanma’nın dine bakışından, feragatin kilise hukukundaki karşılığına; Kantçı ahlaktan, Epikuroscu (veya Spinozacı) materyalist “haz” fikrine, çok katmanlı çağrışımlarla muhatap edebilir ama burada ilgilendiğimiz bunlar değil.

İlgimizi çeken, Tarih’in adil bir istinaf mahkemesi olup olamayacağı. 

Kesel henüz şiirin başında -dördüncü kıtada- şöyle ortaya konur: 

“Senin huzurunda şikâyetimi haykırıyorum, 

gözleri bağlı adalet. 

O gezegendeki ferahlatıcı söylentiye göre, 

görülecek davanın terazisi senin elinde 

ve hesapları görecek olan sen mişsin” 

Mağdur “Ebediyet”e seslenir. Dürüst yaşamış, acı çekmiş, büyük kayıplara uğramış, dünyanın mutluluğundan feragat etmişyahut “kötü efendiler” ona burada bu kadarını vermiştir. Şimdi yaşlanmıştır ve tanrısal sonsuzluktan ödülünü istemektedir.

Cevap gayet bilindik bir tonda başlar; 

“…iki çiçek açar arayıp bulacak bilge kişi için

biri zevk-ü sefa diğeri umut…”

Vurgu elbette bunların iki “ayrı” çiçek olmasınadır;

“Bu çiçeklerden birini koparan,

diğerinin peşinde koşmasın.

İnancı olmayanındır zevk-ü sefa. Bu bilgi

dünya kadar eski. İnanabilenindir feragat.

Dünya tarihidir bu dünyanın mahkemesi”

Kısaca “ödül” yoktur veya adalet kaybını karşıladığı şüphelidir;

“Sen ki umut ettin, emeğinin karşılığı işte budur,

senin inancındır sana düşen saadet…”

Aslında hem felsefi hem dini açıdan gayet tanıdık duran akıl yürütmenin arasında alışılmadık görünen -upuygun durmayan- mahkemenin adresinin gösterildiği mısradır.

Ahlaka uygun bir yaşamın eziyetlerini dayanak göstererek .dül beklenmemesini yahut feragati öğütleyen bu şiirde tasavvuftan veya Hume’un din psikolojisinden başka bir şey yok mudur? Yok gibidir.

İlginçtir ama böylece bırakıldığında -şiir bunun tersini bile söylese- “dünyanın mahkemesi olarak tarih” mazlumun bu imge aracılığıyla adaletten feragat edebileceğini gösterir. “Gün olur devran döner…”, “Asla Unutulmaz…”, “Tarihe hesap verilir…” türünden güçlü ifadeler, basitçe bugün burada adalete erişilemeyeceğini onaylar. Mazlumun dilinde bu söz; “Şimdiki zamanda haksız düşürüldüm, davam kabul görmedi, hakkım yendi. Yine de gelecekte hakkım teslim edilecektir” anlamına bürünür. Oysa şiirin söylediği bu değildir. Mazlum sizi böylece tarihe havale eder.

“Doğru, bazı durumlarda devletin eylemleri ve içinde bulunduğu koşullar, şu silinmez duyguya kapılmamıza yol açabilir :’Bunun sonunun iyi olmasına olanak yok’ ‘gün gelecek bunun hesabı ödenecek’. Ancak bu duygu adalete itimat ettiği anda, yanılgı ortaya çıkar. Adaletin gerçekleşmesi kesin değildir. İyi ve doğru olan, kendi kendine ortaya çıkmaz. Birçok durumda zarar giderimi bir yana bırakılır. Yıkım ve intikamdan, suçlular kadar suçsuzlar da payını alır. En saf irade, kayıtsız şartsız

hakikatperestlik, en büyük cesaret, eğer durum elvermezse sonuçsuz kalabilir. Ve pasif kalan bazıları, başkalarının eylemleri sayesinde, hiç hak etmemelerine rağmen, kendilerini uygun bir durumda bulabilirler…”(4)

Oysa kişisel şimdiki zamanlarımız, mazlumun umduğu gibi gelecek zamana değil -en iyi ihtimalle- kolektif geçmiş zamana dönüşür; akraba olan şimdi ile geçmiştir. Gelecek zaten hepimizin yabancısıdır.

Tarih, adalet için açık çek veriyor göründüğünde bile, tük açık çekler gibi, ödeme garantisi barındırmaz. Hem adaletsizliğe uğrayıp hem de -basitçe ve sonsuza dek unutulabiliriz.

“Unutulan ne ister? Ne hafıza ne farkındalık, sadece adalet. Ancak güvendiği adalet, adalet olduğu için, ona bir isim ve farkındalık vermez. Onun teskin edilemez emri, bir ceza olarak, yalnızca unutkanlara ve cellatlara uygulanır -unutulana dair tek kelim etmez (adalet intikam değildir; öcünü alacağı hiçbir şey yoktur) Hafızaya ya da dile devredilsin diye değil de, isimsiz ve hatırlanmayan olarak kalsın diye ellerine teslim edilen şeye ihanet etmeden hiçbir şey söyleyemez. O yüzden

adalet unutulanın geleneğidir. İnsan için hafızanın aktarılmasından daha önemli olan, her gün arkasında tüketemeyeceği ya da koruyamayacağı koca bir yığın bırakan nisyandır. Bu yığın her insan hatta her toplum için öyle kocamandır ki en mükemmel arşiv bile ufak bir parçasını anca alır…”(5)

Bu yüzden tarihi bir mahkeme olarak tasavvur etmeye yönelik her çaba başarısız olur. Eğer buradan okumakta ısrar ederseniz daha ciddi bir tehlike de kapıdadır(6)i:

“Bu model, Herodot’un tekil hikâyeler arkasında görünür kıldığı, her defasında dünyaya içkin bir adaletin iflası olarak okunabilecek kaderle uyumludur. Fakat Schiller’in hükmü daha büyük bir talepte bulunur. Sadece tek tektarihlere değil, in toto (bir bütün olarak) dünya tarihine neredeyse büyülü bir ışıltıya sahip bir hakkaniyet yakıştırılır. Mantıken her adaletsizlik, her ölçüsüzlük, her bedeli ödenmemiş suç, her anlamsızlık, her işe yaramazlık itirazsız reddedilir. Böylece bu tarihin anlamıyla ilgili ispat yükümlülüğü müthiş artar…”

Bunun; “güçlünün kendini kabul ettirmesi” anlamında ve Tanrı’nın İnayeti falan gibi hiçbir aşkın aracıya ihtiyaç duymadan “her kim yenildiyse/yok olduysa adalete uygun olarak bunu hak etmiştir” yargısına dönüşeceği açık. “…Fakat dünyaya içkin bir süreç olarak yorumlandığı müddetçe, Schiller’in hükmü kesintisiz olarak kullanılmaya devam edilebildi. Liberaller, eylemlerinin ahlaki meşruiyetini sağlayabilmek için bu hükme başvurmaktan usanmadılar…”(7)

 

(1) Fyodor Mihayiloviç Dostoyevski, “KARAMAZOV KARDEŞLER”, çev. Ergin Altay, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2015, s.933

(2) Sadakat Kadri, “DAVA”, çev. Gökhan Arıkan, Kolektif Kitap, 1. Baskı 2019, s.78, 157

(3) Allen W. Wood, “KARL MARX”, çev. Dilek Yücel, Barış Aydın, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2017

(4) Karl Jaspers, “SUÇLULUK SORUNU [ALMANYA’NIN SİYASAL SORUMLULUĞU ÜZERİNE]”, çev. A. Emre Zeybekoğlu, İthaki Yayınları, 1. Baskı 2015

(5) Giorgio Agamben, “NESİR FİKRİ”, s.78

(6) Reinhart Kosselleck, “KAVRAMLAR TARİHİ” [Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar], çev. Atilla Dirim, İletişim Yayınları, 3. Baskı 2016, s.216

(7) Kosselleck, s.216