İnayet

Bölüm 21: Elektronik?

Mühendis’in teybinde “Who Killed Davey Moore” çalıyor. Müzik işi böyledir işte; Cohen de çıkabilirdi. Aklınıza ne zaman eski şarkılar düşse, yolda, geliyor demektir. Hafıza gereksiz yere karıştırmaz geçmişin çöplüğünü, gelecek hakkında uyarıyordur genellikle.

Solcu tipi var çocukta.

Şu açıdan ilgileniyorum ki solcu olduğu için Bob Dylan dinliyorsa, evvelki yıl Roza’ya haksızlık ettim demektir. Yok, sadece seviyorsa o ayrı, ben de severim. Uygun şu an ruh halime; hepsi birleşip öldürmüşler işte: Seyirciler, bahisçiler, hakemler, boks yazarları. Birisi de vurmuştur son yumruğu. Boksör Davey Moore. Meslek önemsiz, işçi de böyle öldürülüyor, iştirak halinde. Herkese elektrik lâzım. Boks da lâzımdır herhalde; futbol bu kadar vazgeçilmez olduğuna göre.

Yine de -Zeynep’in dediği gibi- hepimiz suçlu olamayız; son yumruğu atanın peşine düşülecek. Yaşı ufak olabilir, kafası saat gibi çalışıyor işte kızın. Mekanik kapasitenin küçüğü kıymetlidir, elektronik kapasitenin büyüğü.

Soma’ya gidiyoruz.

Deli işler çeviriyorum Bıyık’tan gizli. Bu yapacağımın yetki alanıma girdiğine gece yarısı karar verdim. Sorumluluğu üstlendim daha doğrusu. Meo Periculo derler; riski aldım, tehlikesi bana ait. Sanki sözleşme hukuku ama deniz ticareti de olabilir. Kaliteli kahve cesaret artırıyor diyebiliriz yahut. Sahiplenmem arttı davayı; sürekli Müntehir’i düşünüyorum. “The Freewheel’in” bu albüm yani, belki benim kafam da boşa dönen kasnak gibidir. Serbest bir çeviriyle “Avara Kasnak” da olabilir, albümün adı diyorum. Düşüncelerimin öyle olmadığını umuyorum.

İşbirlikçim Alihan! Hayır, dönmedi daha; keşfe gelecek. Telefonla konuştuk. Oradan bir isteğim olup olmadığını sordu. Hediye değil, ödülmüş. Duymuş ocağa ineceğimi, tebrik etti. Çikolata istedim laf olsun diye; kayak takımı veya saat de istenebilirdi, İsviçre’de sonuçta adam. Mekanik saat, küçük, güzel Zeynep. Hey Allah’ım, İsviçre’ye de alıştım, demiyorum bir şey. Kayak takımı falan ayıp tabii o saatte. Yalnız gece yarısı aradım dediysem saat farkı var. Onun veya eşinin açısından akşamın geç saatlerinde aramış oldum yani. Çok ayıp olmadı.

Derdim, Bıyık’ın cenazeye çağrılmasıyla ilgili; aracı kimdi? Elbette biliyormuş. O da işte bu kamyoneti kullanıp Bob Dylan dinleyen çocuk.

Alihan niyetimi anlayınca “Dikkat et, tatsızlık çıkmasın” diyor. Verdi yine de telefonu. Müntehir’in sınıf arkadaşı. Sigara içmiyor ama camı indirip -benden tarafı- “Siz için” dedi. Arkadaşı içermiş. İlginç. Öyle hayal etmemiştim. Sabah tanışmak ve Anne’den benim için randevu alıp alamayacağını öğrenmek niyetiyle aradım. İlk çalışta açtı ama kim olduğumu söyleyince tereddüt etti önce. “Ben sonra arayacağım sizi” deyip kapattı.

Öğlen buluştuk işte. “Gelsin” demiş kadın.

Müntehir okul birincisiymiş gerçekten. Bunu birinden daha duydum bu ay içinde, çıkaramıyorum kim olduğunu. Duruşmada sanık avukatlarından biri Bıyık’a giydirmek için söylemiş olabilir: “Okul birincisi parlak bir mühendisi kaybettik bu tutumunuz yüzünden.” Ofansif tarzı için söylüyor. Yoksul yalancı tanıklara siper olmadığı günleri sanıklara saldırarak geçirmesi böyle kabul ediliyor.

Bu da futbolda kullanılıyormuş ama ofsayt gibi zorlanmıyorum. Canlı örneği var sonuçta gözümün önünde. Avukat da şimdi yanına gitmekte olduğum kadınla aynı fikirde yani: “Katil!” diye diye çökerttiniz çocuğun maneviyatını havasındalar. Avukatları hiç kazımaz Bıyık. Nadiren ilgi çekici bir performans geliyor zaten sanık müdafilerinden. Flaubert, Yerleşik Düşünceler Sözlüğü’nün avukat maddesinde: “Mecliste sayıları çok fazladır -sağlıklı düşünemezler- Düzgün konuşamayan bir avukatla ilgili şöyle demeli: Evet ama hukuk bilgisi kuvvetlidir onun…” der. Hukuk bilgilerinden emin olamamakla birlikte, mesleğin duruşma tiratları konusunda son iki yüz elli yılda fazla gelişme kaydetmediğini teslim etmek zorundayız.

Bıyık anlamlı bulmasa da elimizdeki tek mantıklı tezin -maneviyatın çöküşü diyorum- bu olduğu söylenebilir.

“Ben de severim Bob Dylan” dedim. Sırf muhabbet doğsun diye; konuşmuyor çünkü hiç. “Türkü dinlerim ben, duruyormuş arabada, siz seversiniz diye açtım” cevabını aldık. Mesafeye bak. Nereden baksan ayar verildi yani. Bende var o tip, kendisi türkü dinliyor! Demedim bir şey. Oradan gidemeyince doğrudan sordum:

“Siyasetle ilgileniyor muydu okulda? İlgileniyor muydunuz yani?”

Gözünü yoldan ayırmadan:

“Herkes solcudur bizim okulda, gelenek.” dedi. Evet, tek eksiğim Müntehir’in solculuğuydu, tam oldu şimdi. Gerçi var böyle bir genelleme, benim önceki okulum için de öyle söylerler. Neye solcu dediği tartışmalı olabilir bunların arasında. Solcu, daha solcu, aşırı solcu gibi sıralansa en keskini küpe zarardır tahminim. Gerçi Zeynep “devrimci” tercih ediyor, onun klasmandaki yerini tahmin edemiyorum; fikstür dışında tutulması bile gerekebilir.

Pekalâ. Alyans yok. Gözlük yok. Cumartesi öğle ortası sinekkaydı tıraşlı. Solcu tipi nereden? Edasında daha çok. Bıyık gibi yetmişler sembolizmini ifrata vardırmamış. Tek ortak noktaları outdoor, bu da paraşütçü gibi giyinmiş. Yelek yok tabii. Onu giyen sadece faytoncularla Bıyık artık, arasan bulunup alınamaz tahminim. Bunun botu bile var. Normal sonuçta maden mühendisi, takım elbise giyecek hali yok hafta sonları ama botun gerçekten mevsimi değil daha. Ben sabah çorapsızdım; şimdi hafif topukla ince çoraplıyım. Sadece iyi izlenim bırakmak için değil, eve gidiyoruz, mahcup olunabilir duruma göre. Siyah giyindim. Üzerinizde başka renk bulunmadığı için insanları saç renginize odaklar, sevmem o yüzden ama ciddi işler için idealdir.

Üzgün görünüyor. Kodlama İnayet! Dalgın o zaman.

Soma’yı ilk defa görüyorum.

Çok çirkin bir kavşağa dikilmiş heykelden dönüyoruz: “Madenci Anıtı” dedi. Atatürk anıtı dese de fark etmez; heykel sanatına inanmıyorum. Renk yok her şeyden önce, yaratıcılığı zayıflatıyor bence. Altına yazılmamışsa veya tam önüne gelince böyle suskun rehberler neyin neyi temsil ettiğini söylemiyorsa hayal gücüne çok iş kalıyor.

Madenci Anıtı? Madenci Anıtı! Hatırladım: “Kendimi yakarım!” Belki heykeller de hayal gücüne değil hafızaya hitap ediyordur. Masumiyet ispatına yarar mıydı bilmiyorum ama kendini yakacak yer bile yok etrafında, rüzgâr alıyor her taraftan.

Kente yaklaşmaya başladığımız andan itibaren Termik Santral heyula gibi çöktü üzerimize. Bacalar, depolar, binalar, duvarlar. İlk defa böyle bir şey görüyorum. Çok çirkin tütüyormuş Elektrik Tanrısı’nın kilisesi. Hatta katedral daha uygun bu ebat için. Rüzgâr türbini kilise olsun, trafo da şapel o zaman. Adam konuşmadığı için saçmalıyorum içimden. Umarım içimden yani. İki kere bozdu suskunluğunu. İlki; “Avukat Bey mi rica etti?” diye sormak için. “Hayır, haberi yok” dedim. Daha da dalgınlaşmasına neden oldu.

Bıyık, madenci kasabalarının bir tür “Altına Hücum” kaderi yaşadığını anlatmıştı. Balya mesela; kömür bitince içi boş süt kutusu gibi sönmüş. Yoğun işçi emeğine dayalı üretim, kasaba azmanı şehirler yaratıyor; iş bitince de kaderlerine terk ediliyorlar. Bác Ho okuyorum meraktan; anlatılanın yarısı doğruysa efsaneymiş Amca. Çok şey öğrendim Vietnam hakkında.

Önyargılarıma hakim olmak için verdiğim mücadele, Demir Otel’in önünden geçerken zaafa uğruyor. Demir nedir yani? Geçmişi her neyse, bu kasaba insanda acıklı “madeni” tarihini bir an önce tamamlayıp organik kavun-bakla-sarımsak günlerine dönmesi arzusu uyandıran yığıntı beton gibi görünüyor gözüme. Nüfusu çok daha fazla olmasına rağmen Akhisar’daki şehir havası yok. Maden şantiyesi gibi bir kent. Demir Otel’miş. Bakla Otel’e bile kurban olsun bence.

Son olarak evin bahçe kapısı önüne geldiğimizde konuşuyor: “Beni arayın bitince, gelip alırım sizi. Bir de…” Gel işte ilginç bir yerden. “…bir şey rica etsem?” Biliyorum ne söyleyeceğini, ilginç değil.

“Çok acı çekti bu insanlar…” Hiç söyletmeden teminat verdim:

“Özenli olurum, merak etmeyin.”

“Teşekkür ederim. Görüşürüz o zaman, yakınlardayım…”

Beklemedi. Korkmuş olabilir.

Kapalı bahçe kapısının yanında zil var. Bütün mahalle bahçeli evlerden oluşuyor. Bu tek katlı; iki katlılar da var. En yakın apartmanlar birkaç sokak uzaktan başlıyor. Mahalle havası var işte o yüzden. Bastım ama çalıp çalmadığını duymadan bekliyorum.

Çalmış.

Kilolu bir adam çıktı evden. Ev terliklerini çıkarıp bahçe terliklerini giydi kapının önünde. Çıkarılacak ayakkabı, doğru yaptın diyorum bunalmış ayaklarıma bakarak. Birkaç basamak inip:

“İt kızım, açık kapı…” dedi.

Üç dört metrelik çok güzel bir yol eve kadar. Kırık taş döşemişler toprağa; araları çim. İki yanda ne olduğunu bilmediğim yapraksız ağaçlar var. Az yapraklı daha doğrusu. Dedem üzerinde yaprak olsun olmasın bütün meyve ağaçlarını bir bakışta ayırt edebilirdi. Öğretmeye çalıştı ama elimde yaprak yoksa beceremiyorum hâlâ. Elmaya benziyor.

“Yasemin Hanım’a…”

“Buyur, buyur hoş geldin, bekliyor” dedi.

Evet, öyle işte. Bir Yasemin’den bir başka Yasemin’e İnayet ‘in ömrü. Kimlik bilgileri var her yerinde aslında dosyanın; kâğıt üzerinde dikkatimi bile çekmemiş. Mühendis;

“Görüşecek sizinle Yasemin Teyze” deyince fark ettim. Severim yasemini, güzel çiçektir. Kadın gelmiş kapıya. Çıktım basamakları. Adamdaki senli benli hava yok:

“Gelin avukat hanım, çıkarmayın ayakkabınızı” diyor.

Yarı eğilmiş haldeyim, tereddüt ettim ama ısrar devam edince -“lütfen, girin”- paspasa silip bekledim. Onun ayağındakilerin ev için olduğu belli; ayakkabı yine de, terlik değil. Ben de bunu bugün ilk defa giyiyorum. Roza’nın İstanbul’da aldıklarından. Temiz yani altı; öğretmenevinin bahçesinden arabaya kadar yürüdüm sadece. Kuru zaten hava, gelmedi yağmur. Gir şu eve stres yapma diye azarladım kendimi. Girdim.

Çok hafif bir kayısı reçeli kokusu var koridorda. Mutfaktan geliyor olabilir, açık kapısı, yanından geçtik. Yol gösteriyor salona kadar önümden. Burada da yeni yapılmış temizlik kokusuna un kurabiyesi kokusu karışmış. Uyduruyorsun İnayet derken gördüm kokunun kaynağını, iki berjer koltuğun arasında fiskosta duruyor tabak. Birisine yakın. Çatal, bıçak ve peçete de var. Tek takım. Kimin ne tarafta oturacağını bile düşünmüş; zor olacak. Deneyimlerim, fiziksel açıdan hazırlıklı görünenin zihinsel olarak da hazırlığı tamamlamış olabileceği konusunda uyarıyor.

“Çok teşekkür ederim kabul ettiğiniz için”

“O adam dışında kimseyle sorunum yok, işinizi yapıyorsunuz” diyor tahmin ettiğim koltuğu gösterirken. “O adam” Bıyık elbette. Kendisi yokken de gölgesi peşimde: “İl brille par son absence” der Fransızlar. Yokluğunda parlıyor!

Kahverengi hafif çekik gözlerinde buz gibi nefret var. “Sana değil, Bıyık’a” diyorum sakinleşmek için.

“Başınız sağ olsun” 

“Sağ olun, Allah size uzun ömür versin”

Altı kişilik -açılırsa sekiz olabilir- yemek masasının üzerindeki büyük boy çerçeveli, renkli fotoğrafın tam karşısına oturtmuş oldu beni. Ayaklı çerçeve. Çevrilmiş diyorum yani oturduğum yere, sabit değil. Şimdilik sadece kulaklarla çene anneden diyebiliyorum. Mezuniyet olabilir. Bakıyor. Fiziksel hazırlığın bir başka parçası. Objektife bakmış tabii, şu anda objektifin yerinde ben oturuyorum sadece. Bana bakmıyor. Yahut öyle düşünürsem daha rahat edeceğim. Gazetelerde çıkan fotoğrafın orijinali bu; o vermiş demek ki.

Tahmin ettiğim gibi zor oldu başlamak. Meo Periculo. Cesur ve açık yürekli davrandım. Başka çare yok zaten; elle tutulur bir acı yoğunlaşmış oturuyor karşımda. Bir başka ölü oğlanın annesi. Bayılsa buna da dizimi uzatırım herhalde diye geçiyor içimden. Taraf hissedemiyorum kendimi.

Birkaç amaçsız nezaket diyaloğundan sonraki yarım saat içinde, kitabın bende olduğunu, “kaza” nedeniyle -esnek benim literatürüm- oğluna doğrudan bir suçlama yöneltmediğimi, neden intihar etmiş olabileceğine dair merakımın davada kötüye kullanma amacı taşımadığını hissettirmeyi başardım sanıyorum. Beni dinlerken ellerini farkında olmadan gezdirdiği alnından şakaklarına doğru gelmiş dip boyası. Sadece bir aydır boyanmamış bence, hoş bir koyu kestane rengiymiş. Dipler bembeyaz.

“Ee, niye geldin sen o zaman?” diye soramayacak kadar vakur ama ben söyledim yine de;

“Yarım kalan bir şey olmasın istedim…”

Bıyık’ın “Kimsenin söyleyeceğini söylemeden ima edip kaçmasına izin veremeyiz” kibriyle kıyaslanınca zarif duruyor olabilir, işin o kısmı benim kişisel çabam. Yoksa derdimiz aynı elbette. Müntehir en küçük çocuğu; yaşı altmışın üzerinde olmalı. Zekâsını hafife almadığım için kendimi takdir etmeme neden olan bir girişle başlıyor konuşmaya; “Çok iyi bir çocuktu desem, öyleydi de, annesiyim, ne anlamı var? Anneler çocukları için kötü düşünemez. Fakat iyi bir mühendis olduğunu herkes söylerdi Avukat Hanım.”

“Ben de öyle duydum. Yönetici bir sıfatı da yokmuş, davanın bir aşamasında tahliye olması, belki beraat etmesi mümkünken niye böyle bir şeyi yaptı diye üzülüyorum” dedim.

Biraz duraksayıp -samimiyetimi ölçmek içindiyse samimiyim gerçekten, değilmiş ama-

“Yaşasaydı müdürü olurdu bir gün o madenin” dedi.

Mühendis Gambiti. Çocuğun davadaki rolünü küçülteyim derken niteliklerini azımsamış gibi oldum galiba, bu onun cevabıydı. Asıl cevap peşinden geliyor;

“O adamın duruşmalarda sürekli Katil demesini kaldıramadı. Onurlu yetiştirdim ben çocuğumu, her gün bin kişinin önünde Katil densin diye büyütmedim…” ilk ve son kez gözleri doldu; hızlı bir hamleyle değiştirmeye çalıştım havayı;

“Kız arkadaşı, nişanlısı falan var mıydı? Acaba oradan bir moral bozukluğu?” Kesemedim.

“Namuslu insan yapmaz bunun yaptığını, ayıptır, yazıktır…” Madem çıkamayacağız Bıyık’tan;

“Yanlış olmuş tabii o ısrar…” diyorum; “…ben geleli daha iki gün olmuştu olay meydana geldiğinde…” Bıyık yansın cehennemde, ne yapayım? Araf’tayım ben hâlâ. Zararlı çıkıyorum elbette sonuçta. Üç cildin en eğlencelisi Cehennem’dir İlahi Komedya’da. Dante’nin Araf’ı iç bayıcıdır. Güvenli en azından şu anda. Tekrar araya girmek için bir hitap bulmakta zorlandığımı hissedecek kadar inceyiz: “Yasemin Teyze diyebilirsiniz kızım, annenizden büyüğümdür ben sizin. Çay koyacağım, için bardağınızdakini. Helvadan hiç almadınız? Sizin için yaptım…”

Benim annemin benden de küçük olmasına kalmadı fazla zaman, o hep aynı yaşta. “Anneler çocukları için kötü düşünemez…” her düşündüğünü belli etmez sadece bazısı; neyse.

“Ne güzel isminiz var, benim ananemin ismi de Yasemin, çok severim.” dedim.

Zihin akışını geriden takip edebiliyorum veya seçtiği sorular için düşünme fırsatı yaratıyor kendisine. Boş bardağı alıp ayakta beklerken;

“Vardı bir güzelim kızcağız, o da perişan oldu, kısmet böyleymiş” diyor.

Geçelim mi yani o ihtimali? Hezeyandı zaten İnayet, yine de bir dursun bakalım şimdilik. Kurabiye şekline sokulup üzerlerine yarım ceviz konmuş üç top. Helvaymış. Kırkı çıkmadı daha bu çocuğun; ölümde de doğumdaki gibi “çıkmak” mı kullanılıyor acaba? Xebat’larda kaçıncı gün? Bilmiyoruz. Yirmiyi geçmiş olmalı. Hesaplamak lazım. Bittiği gün gelecek hali olmadığını da bilerek tabii. Neden gelemiyor? Bilemem, tahminim bu. Çok güçlü çekim lâzım bu işlere, ben hissetmiyorum henüz, o niye hissediyor olsun? Birini yiyip bıraksan beğenmediğini düşünür; hepsini yersen görgüsüzlük. İkisi yenecek İnayet. Yahut hiç dokunma.

Çaylarla döndüğünde artık zamanın geldiğine karar verdim;

“Ziyaret ediyor muydunuz hapishanede?”

“Açık görüşe gidiyordum, ayda bir oluyor…”

Tereddüt etti.

“… İzmir cezaevinde …” Hapishane dememe takıldı. “… tutuyorlardı biliyorsunuz. Babası kapalı görüşe gidiyordu. Üç hafta o, bir hafta ben.”

Biraz daha sistemi anlatsam mı diye düşündü. Hapishane demeler filan; biliyor mu acaba kız bu işleri? Vazgeçti sonra. Avukatım ben. “Biliyordur herhalde…” Öyle yüzündeki ifade;

“On gün önce görmüştüm”

“Var mıydı hissettiğiniz bir olumsuzluk?”

Hayır, neşeliydi. Çok yakındık biz, anlatmasa da anlardım. Ne olduysa o on günde oldu.”

Neşeliydi? Bıyık ilk günden beri diyor “Katiller” diye. Ne oldu da son hafta kanına dokundu bu çocuğun? Ne biliyoruz ki insan psikolojisi hakkında? Kırılmıştır çıt bir yerden. İş dönüp dolaşıp tekrar Bıyık’ın çirkefliğine gelinceye kadar anlattı yarım saat. İşçiler çok severmiş, cenaze onun için o kadar kalabalıkmış, doğma büyüme Soma’lıymış -yani o gelin gelmiş de çocuğu diyor- işine çok düşkünmüş, üniversiteye de dereceyle girmiş, ne sorunu olacakmış. Kız meselesi açılmıyor bir daha, tek derdi davaymış; okumuşumdur zaten kitapta…

İşe yarar bir şey yok. İyi dayandı en gözde konusuna dönmeden önce.

“Yasadışı örgüt üyesi diyorlar kızım o adam için, belli zaten tipinden meymenetsizliği. Bilmiyorum ilişkinizi, kusura bakma; madem yeni tanıştın sen dikkat et kendine…” diyor.

“Yok, benim işim olmaz merak etmeyin” dedim.

Ha gayret! Horozlar ötmeden üç kere inkâr etmeyi başaracağım Bıyık’ı.

“Şirketin avukatları gelmişti başsağlığına, meslektaşlarınız, onlar anlattılar; zaten hapisten çıkıp doğru buraya gelmiş uğursuz…”

Alıştı literatürüme, hapishane orası.

“Duydum ben de” diyorum. Hapisteydi. Abi’yle Anna’nın karşılıksız aşkını düşünüyorum. Oldu üç galiba. Ötsün artık horoz lütfen! Pax Vobiscum.

“Acaba bunlar mı bir şey yaptı madene? Gezi olayları gibi kızım, halkı ayaklandırmak için hükümete karşı diye araştırıyormuş avukatlar…”

Oha yalnız! Öttü horoz. İnkârın da bir sınırı olması lazım. Petrus gibi basıyorum frene:

“Zannetmiyorum, dava dosyasında yok öyle bir şey”

“Dosya nedir ki Avukat Hanım? Siz daha iyi bilirsiniz ama yığılmış kağıt işte, al birini koy ötekini. “

“Gerçek başka, dosya başka.”

“Kanzleipapier” dedim içimden gayet yüksek Almanca çizgisinde bir telaffuzla; benimki tamamen.

Bıyık sever miydi acaba bu gerçeğin gölgesini de? Korkuyorum sonunda Mahkeme Başkanı’yla benden başka dava dosyasını ciddiye alan kalmayacak, bütün iş ikimize yıkılacak diye.

Madeni Bıyık’ın yakmış olabileceği iddiası gayriihtiyari sigaraya attırdı elimi. Çıkarır çıkarmaz koydum yerine geri ama fark etti Yasemin Hanım: “Ben kullanmıyorum; eşim içer mutfakta, yakın siz…” dedi kül tablası getirmek için mutfağa doğru yönelirken. Sen’le siz arasında salınımlar yapıyor ruh haline göre, genellikle siz. Peşinden kalkıp;

“Ben de mutfakta içeyim rahatsız olmazsanız” diyorum.

“Kırk yıldır içiyor, ondan olmuyorum da…” dedi. Yüzünden ilk defa küçük bir tebessümün gölgesi geçerken. Hoş ama buruk bir ifade. Xebat’ın sigara içmediği geldi aklıma. Alihan gibi sızlanma, kaç göç de yok; içmiyor işte. Tahammül ile sevgi arasında bir ifadenin konusu olma ihtimali kırk yıl geriden sızlattı içimi. Takıntı yapmayalım çünkü katil mühendisten sonra kundakçı avukat artık kesinlikle bir sigara hak ediyor. İzledim mutfağa kadar.

Reçel teorim tutmadı; marmelat. Yapılmış bitmiş. Ağzı açık büyük cam kavanozlarda soğutuyor. Şişman adam mutfak masasında. Kendisi için hazırlandığı vücudunun şeklini almasından belli olan çift minderli bir plastik sandalyede kırk senedir oturmuş sigara içiyor gibi göründü gözüme. Şu anda değil. Şimdi gazete okuyor. Ev terliklerini giymiş tekrar. Dolu bir kül tablası var önünde; mutfakta yaşıyor olabilir bu adam yani o ölçüde dolu diyeyim.

“Ben bir bahçeye çıkayım, geliyorum. Hemen döneceğim, kahve yaparım size, için sigaranızı” deyip çıkıyor mutfaktan Yasemin Hanım.

Adam gazeteden kaldırdı kafasını. Gözlüksüz okuyor, ilginç onun yaşında. Elimdeki Samsun’u görüne;

“İyi tiryaki gelmiş, ver bana da beraber içelim” diyor. Tutmak ayıp olur şimdi diye koydum masaya sigarayla çakmağı. Yeşil beyaz kareli masa örtüsünde küçük sigara yanıkları var. O tuttu sigarayı. Önce benimkini sonra kendisininkini yaktıktan sonra çakmağa baktı. Benden en az yirmi yaş büyük altın kaplama Zenith dedemin. Açıp kapatıyor birkaç kez, koyuyor sonra paketin üstüne. Tok bir ses çıkarır açılıp kapanırken, severim ben de. Acelesi olan bir adam değil bu. Bir süre sükûnetle yüzüme baktıktan sonra:

“Üzmediniz inşallah birbirinizi” diyor.

“Yok. Yasemin Hanım üzmez kimseyi, çok zarif davrandı.”

Birini üzmeyi istediyse de yokluğunda parlamadı bu sefer. Aslında cenazeden döndüğü gün için üzgün demek doğru olmayabilir, düşünceliydi denebilir.

“Öyledir. Kaç yaşındasın sen?”

“Yirmi beş”

“Ne işin var avukatlıkla falan? Manken gibisin maşallah…”

İki kız büyütmüşler oğlandan önce. Benden yedi sekiz yaş büyük olmalı kızları. O kadar içten bir şefkat ve beğeniyle söyledi ki içim sızladı. Cevap bulamayıp:

“Sağolun, seviyorum avukatlığı ben” diyebildim. Yaz bunu bir yere; sen, avukatlık ve sevgi! İnsan nasıl durumlara düşebiliyor!?

“İyi o zaman. Aferin” dedi. Güzel olduğum için mi, avukat olduğum için mi bilemedim. Orada

karşısında oturmuş sigara içtiğim için bile olabilir.

“Oğlunuzun da nişanlısı varmış galiba?” diye sordum. Yarım mı bıraktım o işi acaba diye huzursuzum biraz; güzelim kız, perişan…

“Yok yahu, onun işi olmaz. Anasıyla kızın aklından öyle geçmiştir; haberi bile olmayabilir oğlanın” dedi. Anlaşılmıştır.

“Ne zaman görebilmiştiniz siz?”

“Cuma kapalı görüşte gördüm. Sonra Çarşamba haberi geldi, biliyorsun…”

“Evet, Akhisar’daydım ben, yeni gelmiştim” dedim tedbiri elden bırakmadan. İnkâr sayılmaz, yalan değil, yeni gelmiştim.

Kül tablasını aramızdan alıp hiç kalkmadan, sandalyesiyle pencere arasındaki kapaklı plastik çöp kovasına boşalttı, koydu tekrar yerine. Günde birkaç kez yapıyor olabilir. “Nasıl gördünüz, moralini yani?”

Üç dört saniye baktı gözüme. Kilo son birkaç yılda yapılmış göbekten ibaret sanki yüzü, boynu, elleri ince hâlâ.

“Sen söyle bakalım aklından geçeni, ben sonra anlatayım” dedi. Aklımdan geçen?

“Herkesin bildiği kadar benim de aklımdan geçen…” Nasıl tarif edilir ki bu adamcağıza? “…alıngan davranmış, suçlamaları kaldıramamış, bunaldı orada herhalde…” Boş konuştuğumun farkındayım.

“Kimse haksız yere suçlandım diye cezaevinde kendini asmaz banyoya gidip kemerle…” diyor. Kemer demeyeydi iyiydi, gereksiz yere canlandırdım gözümde. Al sana ipi nereden bulmuşmuş, salaksın sen İnayet. Yine de çalıştı perhiz. “Hapishanede” diye düzeltiyorum içimden. Başka ne söylenebileceğini bilmiyorum. Belki o da birilerini suçlamamı bekliyor. Susmak tek çözüm gibi göründü gözüme. Eğer gerisi varsa söyleyecek zaten.

“Dosya nasıl? Ne yiyecekmiş yaşasaymış?”

“Beraat da edebilirdi; yok daha ispatlanmış bir şey, bilemiyorum…”

“Adın ne senin?”

“İnayet.”

“Değişikmiş. Senin yaşında çok kalmadı artık. Kim koymuş?”

“Babaannemin adıymış” diyorum fazla açılıp saçılmadan.

“İyi. Aferin.” dedi.

Hayatımda bir kerecik olsun ismim nedeniyle takdir edilmiş oldum böylece. Kadın dönmedi. Sigarasını söndürüp çakmağı eline aldı tekrar, açıp kapadı:

“Tatsızdı. Elektronik bir meseleye takmıştı kafasını.”

“Elektronik ne?”

“Bilmiyorum. Söylediyse de anlamadım. Ampul bile değiştiremem ben. Yasemin yapar.”

Benim çakmağımla kendi sigarasından yaktı bu sefer. Chain Smoker. Öyle der İngilizler; zincirleme içici. Her yaktığında teklif etmez Chain Smokers; bilirler kendilerine yetişilemeyeceğini.

“Pasa olabilir… Var mı öyle bir şey?”

Pasa? Pasa… Çalışırken banttan dökülen kömüre, toprağa falan diyorlar Pasa diye. Bantla ilgili bir sorun muydu acaba? Elektronik banda yapılan manuel müdahale kurtarır onları, niye dert etsin? “Var ama döküntü gibi bir şey, bilemedim elektronikle nasıl bir ilişkisi olabileceğini…”

“O kadar işte anladığım. Sıkma canını, anlaşılır, çözülür neyse dedim; ortada tabak gibi anlaşılamayacak bir şey yok dedi”

“Kötüydü yani morali diyorsunuz?”

“Tadı yoktu diyorum. Yoksa nereden bileceksin camın arkasından? Aklımdan en ufak geçse çıkıp döner miydim eve vazgeçirmeden” diyor.

Pırıl pırıl küçük bir cam kavanozla girdi içeri kadın.

“Marmelat vereyim biraz, yersiniz, sizde burada evinizden uzaktasınız, özlemişsinizdir”

Mutfağında gerçekten zarif ve alışkın hareket ediyor, salondaki gibi tutuk değil. Adamın mutfağı ele geçirmiş olduğu fikrinden cayıyorum. Ortak mekânları burası en azından.

“Bahçedeki ağaçların bunlar, toplamıştık ama şey olunca kaldı, komşular kaynatmış yazık olmasın diye…”

Açıklama ihtiyacı hissediyor çocuğunun kırkı çıkmadan bu işlere girişilmesini;

“Reçel sever aslında, ben reçel yapardım ama…”

Onay bekliyor adamdan. Ben de bakıyorum. Hayır, o sevmiyor reçel, başka bir şey anlatması beklendi, anlatmayınca;

“Almadılar geçen yıl, götürdüm bir kavanoz…” diyor Yasemin Hanım.

“Hiçbir şey almıyorlar” dedi adam sanki teselli etmek için. Bana dönüp açıkladı yine de,

“Cuma günü hesap makinesi, klasör, renkli kalem götürmüştüm istediği için, onları da almadılar.”

“Esir sanki bizim çocuklarımız” diyor kadın. Bıyık’ın tutsağıyla kulak kaşındırıcı benzerliğini duymazdan geliyorum.

“Evet, renkli kalemin yasak olduğunu duymuştum” diyorum onun yerine. Aklıma erguvan renkli bele oturan uzun bir yürüyüş elbisesi -aynı rengin bir açık tonundan şapka- geliyor Anna için. Güzel elbise ama karakalem maalesef.

Karısının haşin sözünü azıcık hafifletmek ister gibi sesinin tonunu yumuşatıyor adam:

“Orada bir çocuk var, gardiyan, Soma’lı. Çok üzüldüğümü görünce kutudan bir tane maviye benzeyenini alıp; Abi, söz ben bunu vereceğim, kural böyle, özür dilerim dedi.”

“Sanki terörist bizim çocuklarımız…” diye tekrar söylendi Yasemin Hanım. Bıyık gibi mi?

Sessizliğimden hoşlanmadığını hissedebiliyorum.

Elinde tutmaya devam ettiği kavanoza bakarak;

“Zahmet etmeseydiniz” diyorum, konu değişsin diye.

Bahçede kileri olabilir ya da belki kavanoz da komşudan. Yıkamış ama elleri ıslak. Bahçe varsa musluk da vardır; vardı bizim çeşmemiz adada.

“Zahmet neymiş? Herkes ana kuzusu işte, senin de bekleyenin var evde” diyor. “Yok benim bekleyenim” diyemedim. Soldu benim Yasemin’im, yoksa o da reçel yapıyor olurdu bu mevsimde. Kayısı marmelatı kavanoza konurken; mutfak penceresinden ağaçlara bakıp “vazgeç, şehir çocuğusun sen” dedim elma ağacı görünümlü kayısı ağaçlarına içimden. Cevap vermediler.

“Unutma sen o adam hakkında söyleneni, bitir işini dön evine bir an önce…”

Gerçekten bitirmem gereken bir iş olduğuna inandığı için değil; Roza gibi söylemedi. “Git buradan” demeye çalışıyor sadece. Kapattığı kavanozu gözüyle ölçerek;

“Bir şey bulup sarayım ben bunu, böyle olmaz.” dedi. Masanın üzerine bırakıp çıktı tekrar.

“Ankaralı’ya mı söylüyor?” dedi adam, yeni söndürdüğünün yerine, bir tane daha yaktıktan sonra çakmağımı küçük hareketlerle açıp kaparken.

Ankaralı? Nereli olduğunu bilmiyorum, Bıyık’ı kastediyor muhtemelen. Teklifsiz biri sonuçta ama garip durdu yine de.

“Evet, onu sorumlu tutuyor galiba” deyip hafif kıstım omuzlarımı. Yapacak bir şey yok; dördüncü inkâr özel günah sayılmaz. En fazla azize ilan edilmemi engelleyebilir.

“Oğlan o gün sabah vardiyasında girip orada ölseydi, adam bizim avukatımızdı şimdi, toz kondurmuyor olurdu bakma sen ona…” dedi. Çok ilginç, ama bırakmadım temkini;

“Var vefat eden mühendislerin ailelerinden müvekkillerimiz” Bak şu işe ki, mühendislerin de vefat ettiğini tespit ediyorum, ölüm işçi için herhalde sadece. Masaya odaklan İnayet!

“Kafasını kolunu kırdılar vazgeçiremediler. Bırakıp gitmez ne olduğunu bulmadan, beğeniyorum ben ısrarını…” diyor.

Gülümsedim adam hatırlatınca.

Anlattılar Bıyık’ın Soma’daki ilk günlerini. Katliamın ertesi günü sabah kapısındaymışlar madenin. Birkaç gece sonra sağlam bir linç girişimi var mesela öğretmenevinin bahçesinde -tabii ki solcu olduğumuzdan Soma’da da öğretmenevinde kalıyormuşuz- Devlet büyüklerinin “taziye” ziyaretinden bir gün önce bu dediğim; dayak o gün değil yalnız. Linç başarısız olunca ertesi gün mecburen resmi polisler ağır pataklayıp sonra da spor salonuna doldurmak zorunda kalmış bizimkileri ters kelepçeyle. Başbakan şehirden ayrılıncaya kadar görüntü kirliliği yaratmasınlar diye anladığım kadarıyla. Hani şu ünlü müşavirin işçiye uçan tekme attığı gün. Tekmeyi yiyen adamcağıza ne oldu bilmiyorum ama ağız burun patlamış, kafa şiş, kol askıda fotoğraflarından anladığım kadarıyla patates püresine çevirmişler bizimkileri. Zaten Bıyık’ın kafasının şişmesi için orantılı bir güç gerekir ki, o kalın kafayla orantılı olması icap edeceğinden ekip çalışmasına ihtiyaç duyulması normal.

Bir gece önce öğretmenevinde, yavaş yavaş artmış kalabalık. Montların içinde, gazete kâğıtlarının arasında sopalar, bıçaklar falan. İyice sarmışlar bizimkilerin etrafını. Avukatlar sağa sola telefon edip yardım istemeye çalışırken, bizim manyak adamlara doğru yürüyüp:

“Ev sahiplerimizin şikâyeti var galiba bizden. Anlatmak isterlerse dinleyelim, bir de misafirleri anlatsın onlar dinlesinler…” demiş. Kesin ellerini de göstermiştir boş diye, huyu öyle, bana da yaptı.

Melike’nin sevgilisi oradaymış o gün, o anlattı. Adamlar doğrudan kendilerine hitap edildiğini duyup; “Siz burayı Gezi’ye çevirecekmişsiniz!”; “Madenleri mi kapattıracaksınız?”; “Ortalığı karıştırmayın! Terörist misiniz!?” falan diye mırın kırın anlatmaya başlayınca kaçırmışlar linç dinamiğini.

Kötü adamların sorunu konuşmayı sevmeleridir. Elinde işte silah, vur, ne konuşuyorsun yani? Çünkü kesin bir şey olur sonra; hoplar, zıplar, biri gelir, yatar o iş. Linç de öyle, istediğin kadar kararlı karış sen o güruha; bir kere aldanıp hikâyesini dinlemeye ikna olduktan sonra canavar olsa linç edemezsin. Bugün hâlâ Dr. Frankenstein’i değil sevimsiz canavar dostumuzu tutuyor olmamızın nedeni Mary Shelley’in dehası değil -yani sadece o değil- insan tabiatının bu temel gerçeğidir. Düşman, hikâyesi bilinmeyen ötekidir. Anlatmasına izin verirsen zorlaşır yok etme işi.

Bak, Zeynep’in karşı tarafın hikâyesini dinlerken hak verme tehlikesi hakkında uyarısı bu anlamda düşünülebilirdi. Yine de bana göre değil. Dinlemek benim için hak vermekten çok bilgi merdiveninin ilk basamağı. Anlamak ise bilgi sahibi olmaktan ibaret, hak verdiğim yok kimseye.

Yalnız bildiğimiz üzere genellemeler tehlikelidir ve öyle varsayımsal gerçeklere güvenmeyecek kadar temkinli olmak iyidir. Mesela Alihan. Bunun kalabalığa doğru yürümeye başladığını gördüğü anda, ağır metal bir sandalye seçip iki eliyle kavrayarak ilk dalacağı adamı seçmeye çalışıyormuş anlatılana göre. Bıyık’ı kurtarmak için yani.

Bıyık bu işte maalesef. Yoksul olsun, isterse linççi olsun. Yoksulun en karanlık, en pis işi bile bizimkini heyecanlandırıyor. Yanına gidip koklamak, dokunmak, tatmak istiyor. Götürü seçmiş durumda yoksullardan taraf olmayı, iyisini seçmeye çalışarak vakit kaybetmiyor tezgahın önünde. O gün linç etselermiş mutlu olurdu herhalde; “Hiç değilse yoksullar tarafından öldürüldüm, kol kırılır yen içinde kalır…” diye.

Neyse ki ertesi gün işi bilenler vermiş hasarı: Orantılı güç!

Ankaralı. Demek, ısrarını beğeniyoruz. Adama bakıyorum. Kadın tam bu sırada döndüğü için o sustu, ben de hiçbir şey söylemedim. Dünya garip bir yer gerçekten. Kadın bir süre suskunluğumuzu seyredip o gelince sustuğumuzu anladığını göstermek için;

“Avukat Hanım’ı lafa tutacaksan kahve yapacağım ama işi olabilir, ısrar etmeyelim…” diyor.

Vazgeçmiş kahveden.

Kocasıyla konuşmamdan hoşlanmadı. Belki mevzu oldu bu iş aralarında; var çünkü belli belirsiz bir huzursuzluk.

“Evet, kalkmam gerekiyor. Tekrar başınız sağ olsun, çok üzgünüm emin olun” diyorum ayaklanırken.

“Sen sağ ol” dedi adam.

Kadın sardı kavanozu getirdiği paketin kâğıdına. Poşet yok. “Hediye değil” diyorum içimden, alabilirsin. İkram.

“Teşekkür ederim geldiğin için kızım, sebep olan sürünsün inşallah” diyor. Olanlar bile değil, nokta atışı beddua. Çakmağımı son bir kez açıp kapattıktan sonra paketimin üzerine koyup uzattı adam. Ayağa kalkmış;

“Gel ben seni geçireyim” dedi.

İyice huzursuzlandı Yasemin Hanım’ın elleri, bir şey demedi, geldi peşimizden. Tokalaştı sadece evin kapısında kavanozu uzatıp. Adam terliklerini değiştiriyor. Kadını basamakların üstünde bırakıp yürüdük bahçe kapısına kadar.

“Nasıl döneceksin sen?”

“Arayacağım şimdi alacaklar.”

“İyi, aferin” diyor. Alışkanlık artık kanaatime göre. Kapıda durunca sesi bir ton düştü;

“İnayet, bak kızım; altmış beş yaşındayım ben. O kadar insanı telef etmek için ne halt ettilerse artık, farkındaydı oğlan. Asmaz kimse kendini ben masumum diye. Zor bizim için ama katlanılacak, budur işin aslı, bunu bil…”

Tam böyle dedi işte.

Hazmetmeye çalışıyorum ayakkabılarıma bakarak. Burkuldum. Sözün kendisi de yeni benim için ama hazmı zor olan söyleyenin kimliği. Sevmedim bu şehri, kirli hava insanın genzini yakıyor. Termik santral yüzünden olabilir. Kes İnayet. Güzel ağlamak esmerlere bahşedilmiş bir haktır. Işıltısı artmış derin kara gözler, hafif sütlü kahveye koyu kiraz gölgeler falan ciltte; seyirliktir yani. Bir tür meziyet. Bizde skandala yol açarsınız; yoğurt üzerine çilek reçeli bir surat ve bulanık dere kıvamında yeşil gözle… Uzatmadım fazla.

Onu böyle bir cümle kurmak zorunda bırakmış olma ihtimalimden, boğazıma kadar üzüntü ve utanç doluyor içime. Kimin fikriydi bilmiyorum ama kimseye görünmeden on beş dakika boyunca uluyarak ağlayacak kamusal yerler yapılmalı gerçekten. Jetonlu olabilir mesela. Yaratıcı fikir toparlanmamı sağladı.

“Neyse cezası yatar çıkardı, yapmasaydı keşke…” demeyi başardım.

“Orası öyle güzel kızım, bilemedim onu, bilebilsem kapıda yatar dönmezdim” dedi tekrar. Kendisini suçluyor.

Yasemin Hanım, ne konuştuğumuzu duymadan -ve bu durumdan hiç hoşlanmadığını saklamadan- izliyor ikimizi. Eli yine dip boyasında.

“Kitabı getireyim mi size işim bitince?” diye sesleniyorum. 

“Lâzım değil. Ver o adama geri. Her şeyi bende, çorapları bile duruyor çekmecesinde…” diyor.

Bahçe kapısından çıkınca dönüp ikisine de el salladım. Aynı acı, farklı baş etme yöntemleri. Başını salladı o da. Yürüdüm biraz. Belki sokağın başından ararım. Şimdi yaparsam girmeyecekler içeri çocuk gelinceye kadar.

Elektronik? Bu nedir şimdi?

Boş ver onu. Duyduğunu hazmet. Yolumuz değişiyor.

“Ne halt ettilerse farkındaydı oğlan, ondan astı kendini” diyor babası. Denebilir mi? Bir baba diyebilir mi ya da? Dedi. Neden hiç aklıma gelmedi bu benim? Belki Bıyık’ın da aklındaki buydu kitabı bana verirken. Ahmaksın sen İnayet. Akhisar akıllandırdı beni diye inanıyordum, hiç alâkası yok: “Kendi köyünde ahmak olan Kastilya’da da ahmaktır” der İspanyollar. Safsın en azından. Mekânla değişecek niteliklerden değil, atımızın terkisinde götürüyoruz nereye gidersek.

Aslında düşününce, ters duran bir vazoyu ayağı üzerine çevirmek kadar basit görünüyor şimdi. O devasa özgüveni kırıp parçalayan masumiyet değil suçluluktu! Suçunu öğrendiği için kaldıramadı. Ne zaman? Bilmiyoruz. Ne o zaman, Elektronik? Bilmiyoruz. Gayret İnayet. Yakınsın şimdi iyimserliğin kaybedildiği yere, git sonuna kadar, bul orayı.

Apartmanlar başlamış. Çıktım mahalleden.

Hangisi için daha zordur acaba; masum olduğu için intihar ettiğine inanan mı yoksa suçunun kefaretini ödediğini düşünen mi daha kolay vedalaşmıştır oğluyla?

Çok zor seçim.

Aklımda ikisi de. Yeni bir yol artık önümüzdeki.