Kesirin Sadeleştirilmesi Adalet-1
[İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7-11 Kasım 2022 tarihlerinde okunmuştur.]
“Beni kur
Zamanı gelince uyanayım
Başını kesiyorlar burada
Yeşil tüylerini kabarta kabarta
Çağrı yapan horozun
Oysa dünya dönmektedir sırtını
“Biraz da burayı ısıt” der gibi
Ariyen ülkesinden gelen güneşe” (1)
Hukuksal adaletin mahiyetini ortaya koyabilmek için, Harold J. Berman, aşina olduğumuz bir fıkradan yararlanır (2) :
Molla Nasreddin Kadı tayin edilmiştir. İlk davasını görürken, dikkatle dinlediği davacıya “haklısın” der. Peşinden aynı özenle dinlediği davalıya da “haklısın” diyecektir. Acemi Kadı’nın henüz yeni mesleğinin doğasını kavrayamadığından korkan kâtip müdahale eder: “İkisi de haklı olamaz, davadayız, kim haklı?”
Molla, ünlü cevabını vererek eşdeğer haklılıkları üçe çıkarır: “Sen de haklısın”
Tutup bir kez daha -bu sefer üçünden- hangisinin haklı olduğunu sormak manasızdır. Berman fıkrayı bunun için aktarmaz ama; eşit düzeyde taraflar, yahut birbirine eş değer haklılık iddiası ileri sürebilenler birbirini yargılayamaz, cezalandıramazlar. Hatta bu ilişki yargının -dolayısıyla hukuksal tahakkümün- konusu bile sayılmaz. Bizim aramızdaki sohbetin bir ceza davasına benzemeyişinin de önemli nedenlerinden birisi burada yatıyor.
Elbette birisi ezilip diğerinin hükmü altına girebilir; eşit kalarak uzlaşabilirler; yok beceremiyorlarsa düello veya savaş denenebilir; hülasa hiçbiri hukuk değildir.
Bir kere daha söylemek gerekirse, taraflardan birisinin, diğerlerinin yerine geçmekten hiçbir çıkarı olmaksızın -böylece taraf tutmaksızın- sadece bu üçlü “düzeneğin” kurulması ve sorunsuz yürütülmesinin yarattığı faydayı amaçlayarak hareket etmesi ve diğer ikisi üzerinde tahakküm sahibi olabilecek gücü elinde tutmasına hukuk diyoruz.
Bunun tarihsel, incelikli, masraflı bir tahakküm kültürü olmakla beraber, sağlayabileceği adaletin -Ranciere’in tarifiyle (3)- “sayılmış olanı yeniden saymak” yahut “paylaştırılmış olanın payını ölçmek” dışında matah bir anlamı bulunmadığını biliyoruz.
Adalet istiyoruz, bu tamam.
Ancak orada hazırken yok sayılanın, paydaya dâhilken payı olmayanın, mülksüzün; sesi dile, acısı talebe dönüşemeyenin beklentisini hangi adalet karşılayacaktır?
Buradaki yok saymanın “hakkın ihlali” veya “hak üzerine ihtilaf” olmadığını bilmeliyiz. Yok sayılmak (bir sayma biçimi olduğu muhakkaktır) hak sahipliğine elverişli kabul edilmeyen kalemler açısından -hukukun eşitleyiciliği faydasız kaldığından- “davacı” defterinde adı bulunmamaktır.
İşte biz esasen onların avukatıyız.
Talihsizliğimiz, bizim de “davacı vekili” sıfatıyla kaydedileceğimiz bir defter bulunmadığından; bu türden adalet talebinin genellikle suç sayılıp, eğer şanslıysanız da “münasebetsizlik” görülerek kale alınmadığı bir mekânda, Adliye’de çalışmak zorunda kalmak.
Belki Adliye’ye “düşmeden” önce; inşaatlarda, maden ocaklarında, gecekondu mahallelerinde, morgda, mezarlıkta, sokakta, meydanda avukatlık yapmak zorunda kalmamızın sebebi budur.
Adalet istiyoruz.
Bu anlamıyla adalet muazzam bir taleptir ve alabildiğine ihtilaflıdır. Avukatı zorlayan, bunların karşılıklı duruşmadan çok karşılıklı çatışma gerektiren gerçek ihtilaflar olmasıdır. Talebin devasa büyüklüğü, kavramın kendinden değil ihtilafın sonsuzluğunu temsil eden payımızın -yani sıfırın- sonsuzluğundan kaynaklanıyor gibidir. Neyle çarpılsa sıfırlayıp, ne verilse tatmin olmayacak gibi durur. Adalet, iyilik, sevgi, merhamet değildir. Ceza veya tazmin; eşitleme veya ayrıcalık; el koyma veya feragatle karıştırılmamalıdır. Ne intikam ne aftır.
Böyle tarif edilince, Bektaşi fıkrasındaki gibi “yoktur o zaman” demek gelebilir aklımıza; yok diyemesem de en azından hukukun defteri kebirinde, bu dünyada kayıtlı olmadığını teslim etmek zorundayım.
Aslında W. Benjamin’in altını çizdiği gibi o bu dünyanın işi değildir veya burada elde edilemez.
Bir başka dünya mı var?
Dünya değil de dünyalar denebilir. Bu söz, bizi birbiriyle ilintili üç büyük anlam kümesine yönlendirir: İlahiyat, Romantizm ve Devrim.
Avukatlık yaptığım çeyrek yüzyıl boyunca, bu üç anlam kümesinin müvekkillerimin aklında nasıl bir arada bulunabildiğine, birbirini etkileyerek dönüştürdüğüne şahit oldum; şimdi de size bunun davamızla ilgisini tarif etmeyi deneyeceğim.
Adalet bu dünyanın işi değildir.
Maden göçüğünde çocuğunu kaybetmiş, iki göz gecekondusu kentsel dönüşüm denerek başına yıkılmış, haksız yere işten atılmış, kolunu kopartan makinenin tamir faturası tazminatından düşülmüş; canını, sevdiğini, gözünü, dalağını, böbreğini “orantılı” asker-polis dayağına kaptırmış müvekkillerim açısından ilk anlam gayet tanıdıktır: Tanrı’nın adaleti ve merhameti bugün, burada yaşayanlar için değildir. “Şüphesiz o adil ve rahim” olsa gerektir ancak sağlar için değil.
Hatta onun adaletine ölmekle de -hemen- erişemezsiniz. Evvelâ âlem-i berzahtan çıkıp âlem-i ervaha ulaşacağımız yolun açılmasını, kıyametin kopmasını beklememiz gerekecektir. Bu bekleyiş, sadece “Takdir-i İlahi”, “Fıtrat”, “Kader Planı” diye avutulmaya çalışılmalarından kaynaklanmaz zaten orada durup duran inançlarının gündelik yaşamlarına etkisidir; ihtilaf çıkarmaktan hoşlanmazlar.
Secde suresinin yirmi beşinci ayeti bunun haberidir: “Allah kıyamet gününde onların aralarında ihtilaf ettiği konulardaki hükmünü verir” (4) Biraz öncesinde, yirmi kinci ayette zaten uyarmıştır: “Kuşku yok ki suçludan biz intikam alırız” (5)
Egemenler, zengin ve yönetici Müslümanlar için dinin bu yorumu kıymetlidir çünkü öyle anlamak isterseniz şu manaya gelir: Bunların nasıl zengin olduklarına yahut adaletle yönetip yönetmediklerine dair görüş ayrılığınız varsa, başka bir deyişle yoksul ve mazlumsanız, şimdi endişelenmenize gerek yoktur. Aranızdaki ihtilaf, zamanı gelince adil nihai çözüme bağlanacaktır. Bugün gösterilmesi gereken sabırdır ve bu imtihan dünyasından şükür ve tevekkülle geçmek gerekir.
Fark ettiyseniz, prosedürde avukata yer yok.
Mahkeme-i Kübra’da kimse kimseye vekâlet veremeyeceğinden, eğer avukatlıklarını üstlenmek istiyorsam önce burada aşmam gereken bir eşik var.
2013’de o eşiği çok açık ve uzun tarif etmişiz, oradan kısa bir alıntıyla yetineyim:
“Biz yoksulların dinine mensubuz. Dünyanın her yerinde ve zamanında aslında sadece iki din vardır, tam olarak söylenecek olursa zenginlerinki ve yoksullarınki….”
Devamında, 1977’de askerler tarafından katledilecek Salvador’lu Cizvit Papazı Peder Rutilio Grande’yi; aynı yıl Salvador Başpsikoposluğuna seçilip 23 Mart 1980’de katledilecek Monsenyör Oscar Romero’yu; Thomas Münzer’i, Ebu Zer el Gıffari’yi İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi, İmam Hüseyin’i anıp, dinimizin bu dünyadaki adalet arayışını anlatmışız. (6)
Geçtiğimiz yüzyıl, mazlumlar için “bu dünyada” adalet arayan sadece solcular değildi. Bu ülkede de adalet -muktedir ve zengin olmadan önce- “siyasal islam” için anlam ifade ediyordu. Çok mu ilericiydiler?
“…herhangi bir ideal için savaşan her insan, ideali geçmişte imiş gibi görünse de dünyayı geleceğe doğru durmadan ilerletmektedir, gericiler ise yalnızca şimdiki halden memnun olanlardır”(7)
Yani gerici sizsiniz. İlericiliği ve gericiliği tahakkümden nemalanmak ve ona karşı çıkmak diye gayet basit bir ayrımla kavrayabilirsiniz. Her politik tutum gerici ve ilerici potansiyeller taşır, ilericilik garantili yahut güvenli bir kimlik değil, belli bir zamanda, yerde alınabilecek tutumdur. Kendinde bir değere sahip olmadığı gibi, geleceğin bugünden “kendiliğinden” daha güzel olacağı bir tarih anlayışına da sahip değiliz.
Bakın ne güzel bir şiir:
“Onlar sanıyorlar ki; biz sussak mesele kalmayacak
Hâlbuki
Biz sussak tarih susmayacak
Onlar sanıyorlar ki
Bizden kurtulsalar mesele kalmayacak
Hâlbuki
Bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar
Vicdan azabından kurtulsalar
Tarihin azabından kurtulamayacaklar
Tarihin azabından kurtulsalar
Tanrının gazabından kurtulamayacaklar” (8)
Burada mazlumun, kıyameti önceleyen iki kategori daha yarattığı hemen ayırt edilebilir: Vicdan ve Tarih.
Böylece zalim için nihai tanrısal gazapla karşılaşmadan önce iki kademeli yargı (azap/ceza) imkânı daha doğmuş oluyor.
Önce vicdanı konuşalım.
Vicdan, ne hukuk ne siyaset açısından erdemdir ama yine de sorayım: Elinizi vicdanınıza koyarak bize bakın. Avukatlığımızın, sözlerimizin ve eylemlerimizin hatta tüm yaşamımızın, her anıyla halka, yoksullara adanmış olduğunu göremiyor musunuz?
Daha önce düşünme fırsatınız olmadıysa şimdi basitçe tartın; meselâ, hakkımızda yalan dolu yasa dışı bir kitapçık yayınlamış iç işleri bakanı ile bizi karşılaştırın. Her iki tarafın suçla, parayla, yoksullukla ilişkisini ölçün; ahlak ve güvenilirlikle imtihanına not verin.
Dosyada bizi suçlamak için kullandığınız fotoğraflar var; sosyal medya hesabına girip bir de onunkilere bakın, kimlerle fotoğraf çektirmiş?
Bu rejimin ahlaki ve ekonomik çürümüşlüğünün ne kadar dışında, nasıl karşısında olduğumuzu görmek çok mu zor? Kolayca kıyaslayabilecek durumdasınız; çocuk bile farkı görür.
Ancak bunu vicdanen tamamen kabullenebildiğinizde bizi -tam da bu nedenle- cezalandırmak zorunda olduğunuzu kavrayacaksınız. Çelişki yok. Hannah Arendt, yargıcın vicdanını Herman Melville’in Billy Budd (9) romanı üzerinden okurken aynı şeyi söyler.
Sade bir hikâyedir. Açık denizde seyreden bir savaş gemisinin en rezil, en iftiracı adamı Claggart’la, en masum, en iyi denizcisi Budd arasında, kaptanın huzurunda cereyan etmiş tek yumrukluk bir kavganın akıbetini anlatır. Kötü adama -korkunç bir iftira nedeniyle ve ağır tahrik altında- atılmış tek bir yumruk onu öldürür. Vicdan ve hukukun eş zamanlı olarak devreye girişini görürüz. Ölüye bakan İndomitable gemisinin unutulmaz kaptanı “Yıldızlı Vere” nin karar anı romanda şöyle tarif edilir:
“Kaptan Vere ise bu arada yeniden hareketsiz kalmış, ayakta derin düşüncelere dalmıştı. Birden yeniden canlandı ve haykırdı ‘Tanrı’nın meleklerinden biri tarafından çarpıldı. Yazık ki bu melek asılacak’…” (10)
Kaptan “bu meleğin” mutlak kötülüğe tek bir yumruk atmaktan ibaret suçu hakkında vicdanına kulak asmadan karar vermek zorundadır. Esasen Vere’nin vicdanı da diğer yönetici/yargıç benzerleri gibi az kullanılmıştır: “Manevi sorumluluklar almanın tehlikelerinden, manevi sorumluluklar yükleyen ödevleri üstlenmekten uzak durmayı severdi…” (11)
Elbette iyiyi ve kötüyü hatta haklıyı ve haksızı ayırabilmek vicdan sahibi için büyük mesele sayılmaz ancak kaptanın -ve herhalde yargıcın- gerçek erdemi gemiyi yüzdürmektir. Arendt’in tespitiyle söylenirse; “kötülüğün işleyeceği suçu önlemek için değil, mutlak masumiyetin şiddetini cezalandırmak için” (12) erdem devreye girmek zorundadır.
Kaptan Vere, meleğin masum olduğunu bilir hatta söyler: “sana inanıyorum delikanlı…” (13)Hukukun erdemi ise farklı bir kaynaktan beslenir: “Buradaki trajedi, yasanın melekler ya da şeytanlar için değil, insanlar için yapılmış olmasıdır. Yasalar ve bütün ‘kalıcı kurumlar’ yalnızca doğal kötülüğün saldırısıyla değil, mutlak masumiyetin etkisiyle de çökerler”(14)
Vicdanınızı rahatlatacaksa, -Melville’in kısa romanı gibi- Arendt’in değerlendirmesinin de ironi barındırmadığını, kalıcı kurumların ve yasanın çöküşünü engellemenin
gerçek bir erdem olduğunu düşündüklerini söyleyebilirim. Hikâye, Amerikan Devrimi’nin Fransız ve Rus muadillerine kıyasla “nesnel şiddetsizliğini” övmek için alıntılanmıştır. Temelden kusurlu -ama öretici- bu karşılaştırmadan çıkarılacak hisse; adaletin vicdanla işi olmayışıdır. Vicdanın adaleti, erdemle suçu birbirinden ayıramaz, zaten ancak bu şekilde var olabilir.
Haklı olanın biz olduğumuz ayırt edebilen bir vicdani olgunluğa sahip de olsanız; kimin yalancı, hırsız, halk düşmanı olduğuna değil, neticede kimin “yasanın önüne” sanık olarak getirilebildiğine, kimin hapishanede hiç hesapsız tutulabildiğine bakarak karar vermek zorundasınız. Kısacası vicdan -Karakoç’un şiirinde umulduğu gibi- önemli bir azap kaynağı olabilse de adalet işini nihayete vardırabilecek yetenekte bir yargıç değildir.
Zaten bu nedenle, yargıçların sadece vicdanlarına dayanarak hüküm kurmalarına izin verilmez, yasaya -ve kurulu düzene- de bağlılık göstermeleri beklenir.
(1) Ebru TİMTİK
(2) Harold J. Berman, “BATI HUKUK GELENEĞİNİN GELİŞİMİ”, çev. Kıvılcım Turanlı, Pinhan Yayıncılık, 1. Basım 2020, s.135
(3) Jacques Ranciere, “ANLAŞMAZLIK (SİYASET VE FELSEFE)”, çev. Ayşe Deniz Temiz, Monokl Yayınevi, 1.Basım 20121, s.104-105
(4) Secde Suresi (32/25), Elmalılı Meali
(5) Secde Suresi (32/22), Elmalılı Meali
(6) SAVUNMALAR; s.84
(7) Miguel de Unamuno, “YAŞAMIN TRAJİK DUYGUSU” çev.Osman Derinsu, İnkılap Kitabevi, 1. Basım 1986, s.305
(8) Sezai Karakoç
(9) Herman Melville, “BILLY BUDD”, çev. Ahmet Seven, Kırmızı Kedi Yayınları, 1. Baskı 2020
(10)Melville, s. 108
(11) Melville, s.113
(12) Hannah Arendt, “DEVRİM ÜZERİNE” (Seçme Eserler 7), İletişim Yayınları, 3. Baskı 20121, s.106
(13) Melville, s.115
(14)Arendt, s.107