İnayet

Bölüm 20: Orkide

Sabah, şiir ve adet kanamasıyla uyandım.

“Oh! Menstruating woman, thou’rt a fiend, 

From whom all nature should be closely screened”

Şiir bile değil, tekerleme. Sonuç değişmiyor, gerçekten de zebani gibi hissediyorum kendimi. Avrupa Ortaçağından sersemin tekine “Ey aybaşı gören kadın, bir zebanisin sen!” dedirtecek kadar berbat görünüp görünmediğimi aynaya bakınca anlayacağız ama devamında söylediği gibi; “Doğanın korunması gereken” bir ruh halim olduğu kesin.

Ayna bahsinde küçük bir düzeltme yapayım: Hiç kimse kendisini başkasının gözünden göremez aynada, sadece yanılsama o. Adına “Ayna Bakışı” deniyor. Yüzünüzdeki binlerce küçümen kas lifi, siz farkına bile varmadan kendilerine çeki düzen verir bakışınız altında. Yani başkasının sizi nasıl gördüğü değil, başkasına nasıl görünmek istediğinizi görürsünüz aynada. Karışık mı oldu? Hayır. Özeleştirel bir kas refleksi işte. Onda bile yeterince iyi görünmemek mümkün elbette. Bu sabah o sabahlardan biri olabilir.

Ailemin kadınlarından “enfes” saç rengimle birlikte miras kalan dakik biyolojik saatim Akhisar’da ilk ayımı doldurduğumu haber verdi. Geldiğim gün de hastaydım. İçerisine bir ömür sağdırabilirmiş gibi geliyor, bu tek döngünün. Doğanın bu iş için planladığı ikinci hayat yaratma şansı kullanılmamış olduğuna göre, eldekinin aylık temize çekilmesi diyelim. Başım dönüyor düşününce, gebelik kadar sıra dışıydı aslında. Yarısı İstanbul’da geçmiş olmasına rağmen, Akhisar otuz günü de ele geçirmiş görünüyor.

Hastalık demeye sonradan alıştım aslında. Roza’nın “Teyzem’den duydum, herkes öyle diyormuş inan ki İnna…” serisinden. Ananem çok hafif bir peltek “R” kullanarak regl derdi. Belki de vurgulamamak için gösterdiği gayretin etkisidir. Esasen benim ilk kanamamda o çoktan menopoza girmiş olmalı. Bilmek mümkün değil; üzerinde açıkça konuşulabilir bir konu değildi onun için. Artık beni bile hatırlamayan kadın, hangi hafta hastalanmamız gerektiğini hala asla unutmaz ve yün çorap giyer. Yaz kış farketmez. Geçen temmuzda kahvelerimizi onun balkonunda içtik. Zemin kat aslında, çok güzel bir bahçeye açılıyor. Veranda demek daha doğru belki? Yer balkonu gibi.

“Saç renginiz küçük kızımın saçlarını andırıyor” dedi. İşin doğrusu tek çocuğu var. Ya da ilki bir yaşına gelmeden öldüğünden annem tek kızıydı ama ne olduysa annemden “küçük kızım” diye söz etmeye karar verdi o yaz. Belki annem, ben ve ölü bebek teyze birleşip tek bir kız olduk; küçük kız. Gözümün çoraplarına takıldığını fark edince yüzü pembeleşti. Yetmiş üç yaşında ve Alzheimer ama kendisini ziyarete gelmiş -saçları küçük kızının saçlarını andıran- bir yabancının, regl haftasında olduğunu çoraplarından anlayabileceğini sanması onu utandırıyor.

“Ayaklarımızı sıcak tutmamız gereken zamanlar” diyor. O evden gittiğinden beri -ya da ben gittiğimden ya da belki ev bizi terk etti; bir şey değişmiyor, kapattık gittik işte evimizi- çizme mevsimi gelmeden çorap giymiyorum ayağıma. Özlemden diye inanıyorum. Çıplak ayağı değil yani, çorap giymeye zorlanacak kadar sevilip, kayırılmayı özlüyorum.

Ben mesela, o derece hazzetmiyorum kendimden galiba. Yanlış anlaşılmasını istemem, barışığımdır kendimle genel olarak. Sadece sizinle barışık olunmasıyla size düşkün olunması arasındaki farkı bilecek kadar düşüldü üzerime geçmişte demek istiyorum.

Bakımevinin -onlar geriatri merkezi diyorlar- yöneticisi, ananemin kendisinden ped istediği günü, meslek anıları arasında ilk üçe yazmış tahminim. Hiç değilse beni her gördüğünde bir kere anlatıyor:

“Duymanı isterdim İnayetçiğim, çok sevimliydi”

Deneyiminin değeri azalmasın diye, muhtemelen menopozda olduğu on yıl boyunca benim banyoda duran paketimden kullandığını anlatmadım. Birlikte yaşadığımıza göre her ay aynı hafta hastalanmamız gerektiğine inandığını da. Şimdi düşünüyorum, böyle işleri annesiyle halletmesi gereken küçük torunu kendisini yalnız hissetmesin diye garip ama tavizsiz bir gayret gösteren yaşlı kadına içim bir kere daha sevgiyle doluyor. Varsın beni hatırlamasın. Saçlarımızı ve adet kanamalarımızı Alzheimer’ın bile unutturamadığı bu güzel kadın çok sevdi beni. Benim ananem.

Gelelim birlikte yaşayıp çalışan ekip üyelerinin birlikte adet gördüğü batıl inancımın sağlamasına. Çok eğlenceli bir biçimde “kısmen” de olsa haklı çıktığımı iddia edebilirim. Akşam, keşif hazırlığı için yapılan dosya toplantısında hastalandım aslında; bir aydır birlikte çalıştığım kadınların tam ortasında yani. Duruşmalarda hep Melike’nin yanındayım mesela, onun müthiş yorumları eşliğinde izliyorum. Her gün saatlerce beraberiz o yüzden. Duruşma yoksa -eğer kitabın başında değilsem- Nergiz’in sürüsüne katılmış oluyoruz. Avukatlarla dosya çalışılıyor veya ailelere bilgi veriliyor. Aileler varsa Zeynep de yakınlarda anlamına geliyor iki gündür; onu yeni diye saymıyorum.

Nergiz çoban köpeğine benziyor; ruh hali açısından diyorum. Yalnızken de en çok o uğruyor yanıma. Sürekli geride kalanların, kenarda duranların, durgunların, dalgınların peşinde. Çok işi var normalde; toplantıların gündemi, avukat gruplarının ilişkileri, kimin nerede kaldığı, parası biten, vakti dolan, hep ondan sorulur. Derneğin genel sekreteriymiş.

“Sosyalistlerde esas şef genel sekreterdir, başkanlar kukla olur” diye eğleniyorlar.

“İpim emin ellerde o zaman” diyor bıyık kollarını oynatarak; en çok o gülüyor kendi kukla taklidine. Yeterince vakit geçirirseniz -bazen- eğlenceli bir adam olabildiğini fark ediyorsunuz. Çok sık değil. Neyse Melike’yi çekip sordum. Kaşlarını kaldırarak “Yok maalesef, Nergiz’e soralım…” dedi. Marka merakım olmasa bile ananemden kalan bir marka/ürün eşleştirmesiyle “orkid” diye soruyorum. Sırf o kadıncağıza eziyet etmek için;

“Anane, onun adı nereden geliyor, biliyor musun?” diye sorduğum gün geliyor aklıma.

“Bilmiyorum ama herhalde orkide çiçeğindendir bir tanem” demişti masum kurbanım hafif pembeleşerek. Edepsiz bir malumatfuruşun bütün müstehcenliğiyle sürdürdüm sormayı:

“Doğru, o nereden geliyor peki?”

“Ne bileyim kızım? Beyazlıktan, saflıktan falandır işte, çok güzel olur orkidenin beyazı…”

“Grekçe orkheostan geliyor anane…” dedim. “…orkidenin kökündeki iki yumrulu soğan nedeniyle orkhis deniyor çiçeğe; oradan orchid, oradan orkid işte.”

Çözemedi ama fark etti bir lüzumsuzluk yapmaya hazırlandığımı. Kapatmak için;

“İyi” dedi, “pek güzel öğrenmişsin, aferin kızıma; o yumurta çırpacağını uzat bana…” Açık çekmeceden alıp uzattıktan sonra “Bitmedi” diyorum. Yumruk yaptığım ellerimi orkide soğanı gibi birbirine birleştirip “Erbezi demek orkheos Grekçe, ona benzediği için öyle isim koymuşlar çiçeğe”

“İnayet! İnanamıyorum sana…” diye inliyor kadıncağız. “… terk et mutfağımı çabuk! O ellerini de yıka gidip.” Elindeki yumurta çırpacağı tehditkâr biçimde sallanıyor bana doğru. Şakası yoktur. Kendimi sağlama aldıktan sonra koridordan bağırıyorum:

“Ayda bir hafta biz de erkek oluyoruz altımıza orkheos bağlayarak; ayın en taşaklı haftası bu!”

Grekçemle gurur duysam da ellerimi erbezine benzettiğim için kirlendikleri iddiasını savuşturamayıp, ne olur ne olmaz diye banyoya gidiyorum yıkamak için. Ananem yatana kadar konuşmuyor benimle.

“Ayıp!” diyor sadece her göz göze geldiğimizde. Dedemin olduğu tarafa ikimiz de bakamıyoruz. Yatmadan önce öpüp;

“Hep o Büyükadalı kızdan öğreniyorsun böyle çirkin şeyleri” diyor. Benim sadece Grekçemin değil bütün derslerimin Roza’dan iyi olduğunu bilir aslında. Burgazada’lıların Büyükada’lıları “kozmopolit” bulması işine çare yok. Literatürüme bir günlüğüne eklenmiş öbür kavram konusunda haklı elbette;

“Teyzemden duydum İnna! Herkes öyle diyormuş yeminle, ne bileyim ben ayıp olduğunu, Allah Allah…”

Nergiz’de de yok.

Yanıma gelip: “Dur, ben sana bulurum bu akşamlık” deyip gitti. Az sonra elinde iki taneyle geldi. Kanatlı uzun, gece modeli.

“Kim bu hastalanınca vurulmuş gibi kanayan” diyorum gülerek.

“Başkan” dedi; “onda her zaman vardır…”

Sonraki dehşet verici üç saniyeyi ben trans bireylerin fizyolojik dönüşümü ve Bıyık hakkında aklıma üşüşen çılgın anatomi kuramlarıyla boğuşarak geçirirken; Nergiz de yüzüne memnun bir sırıtış yaymak için kullanıyor.

“Hemoroit” diyor sonra suratımdaki ifadeyi eğlenceli bulduğunu saklamadan. Akut kanamalarda ped kullanılıyormuş Bıyık. İlk gün bildim ama ben bunun hasta olduğunu; sürekli oturma pozisyonu değiştirmesinden belliydi. Sadece huzursuz bir ruhla açıklanamaz yani.

Dedemin bir dizi kronik rahatsızlığı arasında üzerinde konuşmanın kesinlikle yasak olduğu tek hastalık hemoroitti. Vücut dillerini bilirim. Neyse, madem Bıyık’la aynı hafta “hastayız” demek ki onunla ekip sayılırız! “Kısmen” haklı çıktım dediğim işte budur. Ped markası adı olarak -hadi Roza’nın teyze dilini bir kenara bıraktık- “Erbezi” konabiliyorsa, Bıyık’la benim de ekip olmama engel yoktur artık.

Bugün görürsem, teşekkür edip suratının rengini bir kontrol edeyim: “Basurlu her insan gibi renksiz yüzü kırış kırıştı” der Gogol; Akakiy Akakiyeviç Başmaçkin için. Dedeme “Palto” üzerinden yanaşmaya çalışmıştım, acaba şu meşum hastalığı hakkında konuşturabilir miyim diye. Hızla aldım boyumun ölçüsünü:

“Gemoroidalnym sağlıksız bir ten rengidir. Herifin basur olduğu falan yok; uyduruk çevirilerden okumayı bırak da Rusça öğren…”

Elbette Rusça öğrenemediğim gibi Başmaçkin geride bir otopsi raporu bırakmaksızın vefat edip üzerine bir de hortladığı için, meseleye duyduğum ilginin azaldığını kabul edebiliriz. Bıyık’la, ölen işçilerin otopsi raporları hakkında konuşmalıyım. Sansasyonel iddialar varmış duyduğuma göre; müntehirin de ilginç bir değerlendirmesi var. Kanlarında ayrıntılı inceleme yapılsaydı karbonmonoksit dışında gazlar da tespit edip yangının gerçek nedenine biraz daha yaklaşabilirdik gibi bir şey. Anlamadım.

Esas anlaşılmaz olan, Başmaçkin “vefat” ederken işçilerin “ölmüş” olması yalnız. Öyle kodlamışım. Savcılık tutanaklarında, tanık birisi için “öldü” derse, kâtip her seferinde parantez içerisinde bir de “vefat etti” eklemiş. Ayıp gibi sanki sadece ölmek. Diğer yandan ölmek yerine öldürmeniz mümkün ama vefat ettirilemiyorsunuzdur herhalde.

“Eskiden insanlar vefat ederdi

Ölümü ölerek ilk kez Ataç getirdi

Artık kimi ölürken kimi vefat ediyor

Yani önümüzde bir seçenek belirdi” demiş şair.

Ataç dediği, Nurullah Ataç ve onun temiz Türkçe merakı. Şimdi düşünüyorum da şairin otopsi raporu da “karbonmonoksite bağlı asfiksi”: Metin Altıok. Yakılmış bu insanlar. Farklı mı birbirinden; evet, herhalde. Belki? Katliam, üzerinde ciddiyetle düşünülmeyi hak eden bir kavram.

Neyse, Akakiyeviç diyorum; sadece tip tarifinin Rusçası kalmış aklımda: “Nizen’kogo, ryabovat, ryzhevat, podslepovat” Kısa boylu, çopur yüzlü, kızıl ve yanlış hatırlamıyorsam biraz da şaşı! Kızıl saçlı kahramanlara duyduğum özel ilgi canımı sıkıyor ama çaresiz biçimde hepsini hatırladığımı fark ediyorum bu arada. Kutsal Kitabımız “Ağaçkakan”dır biliyorsunuz; geç doğduğum için en ünlü on ikiye girme şansım yok. Eskiden hepsini tek seferde meslekleriyle birlikte sayabilirdim: Yahuda İskariyot, muhbir; Mark Twain, mizah yazarı; Thomas Jefferson, devrimci; Scarlet O’hara, kaltak… Roza’nın bir günahı yok, kitaptan öğrendim kelimeyi ve sözlüğe bakıncaya kadar meslek sandım. Bu durumda devrimciliğin meslek olduğunu da on beş yaşında öğrenmişim demek ki. Tam bunlar gibi bir şey hayal etmiştim dersem yalan olabilir; benimki devlet başkanı oluyordu işin sonunda.

Kızıllar. Bıyık’ın Jefferson’dan haz ettiğini sanmıyorum bu arada.

Dün akşamın eğlenceli hikâyesinin suratıma kazandırdığı sırıtış sayesinde zebani olmaktan çıktığım için yatmayı sürdüremiyorum. Kalkıp hazırlanmalıyım çünkü İnayet’le gezmeye gideceğiz! Evet, Zeynep yüzünden. Bacak kadar çocuk evlere gece yatısına gidebiliyorsa ben niye parka gidemiyorum diye sordum kendime ayrıldıktan sonra. Cevabım bu hamledir. Dün gidip buldum onları. Kuzuyla çekiştik bile biraz; o kazandığı için nereye gideceğimiz belli değil henüz.

Yüzümü yıkadıktan sonra aynaya bakarken eksiksiz hatırlıyorum diyalogu. Ayrıca zebaniye falan benzediğim de yok; bilindik ayna bakışım işte. Emin olmak için göz kırptım kendime.

“Birlikte bir şeyler yemeğe gitsek?” sorum, annesinden önce kuzusu tarafından selamlandı hararetle; “Gezmeye!”

Hepsi uyar bana; yanında durayım o da yeter aslında.

 

“Gezmek nedir canımın içi? Nereye gideceğiz yani?”

 

“Gezmeye” diye tarif etti tekrar. Vurgu “z” de.

 

“Onu anladım. Nereye?”

 

“Gezmeye”

 

Netleştirdi, bu sefer uzun “e”yle.

 

Cevaplar bir süredir aynı görünse bile tonlama vurguyla birlikte değişiyor her seferinde.

 

“Yeri söylemen lâzım ki gidebilelim”

 

“Neden?”

 

“Çünkü ben bilemem senin nereye gitmek istediğini”

 

“Neden?”

 

“Kimse kimsenin aklından geçeni bilemez bir tanem söylemezse…”

 

“Neden?” saçımla oynuyor.

 

Durdum artık. José Ortega y Gasset “Konuşma, her şeyden önce sessizlikten oluşur” der. Kazandı dediğim o işte. Sanki hepimizin özlemi, anlatmadan anlayacak insan bulmak değilmiş gibi, kuzuyu gezilecek yer adı vermeye zorlamaktan utandım. Ayrıca “arzu” söz konusu olduğunda, kendisi bile tarif edebilmek zorunda değil kalbinden geçeni. Arzu bu demek. Kalbinde tamamlanıp bitmeden isteğe dönüşmez. Söyleyemezsin en azından. Eğer söyleyebilmek hissetmenin tek yolu olsaydı, bilmek diyorum yani tarif edebilmekten ibaret olsaydı sığlaşırdık. Korkutucu, utanç verici, yorucu beklentiler; hevesler;  endişeler sırf kendimize bile söyleyemediğimiz için yok olsalardı, içimizdeki boşluk dışımızın basıncına dayanamazdı herhalde.

 

Xebat aradı gece. Çok gelmek istiyor ama taziye kırk günmüş. Arıyor her gün, etrafında dolaşıyoruz meselenin. Doğru kelimeler bulunamıyor şimdilik.

 

“Kahvaltı yapınca gelip seni alacağım” dedim. Akhisar’dalar bugün de.

 

“Gezmeye?” diye sordu İnayet.

 

“Evet.”

 

Program ilk teklif edildiği andaki gizemini koruyor benim açımdan. Umarım onun için de öyledir. Beraber keşfederiz her neyse kalbindekini. Belirsiz bırakılmaması gereken tek konu sağlama alındı: Gideceğiz.

 

“Gezmeye” diye bağladı İnayet, güzelim üç numara kafasını sallayarak. Bu sonuncusu neticeyi Rüya’ya bildirmiş olmak içindi.

 

“Aferin” dedi Rüya.

 

Hangimize söylediğinden emin değilim, bakmıyor bize doğru.

 

Rüya, İnayet’in annesi.

 

Karar alma sürecinin üç kız için de yeterli kabul edildiğini anlıyoruz.

 

Aynaya dil çıkarıp giyinmeye gidiyorum. Dil çıkarırken nasıl görünmek istediğimi merak ettiğimden değil; dört yaşımdan bu yana sabahları düzenli olarak aynada kendime dil çıkarırım. Totem işte. İyi bir gün olsun. Kimse görülmek istemez o şekilde zaten tahminim. Dua ederken, pek tanıdık olmayan bir ayırt etme gücüyle dolu hissettim kendimi nedense.

 

Ne oldu?

 

Bir tür patikaya girdim. Sadece kuzucukla mucizevi karşılaşmamız yahut dün Zeynep’i dinlerken kendi çekingenliğime duyduğum ani öfke değil mesele. Mucizelere inanmam ve kendime kızgınlığım kahve köpüğü ömründendir. Başka bir şey oldu. Dün, İnayet’in sevimli “Neden?” serisi küçük çiviler gibi çakıldı yetişkin rahatlığıma. Dünyanın önümüze koyduğu acı tatlı her şeyin arkasında özel bir anlam bulunduğu inancını çoktan kaybettik biz. “Büyüdük” derdi Roza olsa. Çocuklar, mutluluk gibi acının da nedensizliğine ikna olmadıkları içindir ki olup bitenin bir anlamı olduğu fikrini öyle kolayca terk edemezler.

 

“Neden?” sorusu bizim için bitimlidir. Peş peşe birkaç taneden sonra bahçe duvarına toslarsın, yol biter. “Neden?” Bilemezsin. Bilmen gerekmez. Hatta bilmesen daha iyi olur. Büyüdükçe zaten merak etmekten bıkar alışırsın; “Bu muymuş hayat; bu kadar mı hepsi?!” Aferin, yetişkin oldun. Çabanın yerine alışkanlığa, cevabın yerine klişeye sahipsin artık. “You know” der İngilizler, bilirsiniz işte, öyledir yani, herkes bilir. Sormak ayıp değilse de fuzulidir o saatten sonra. Klişeler sadece bilgiyi değil arzuyu da defeder diyalogdan.

 

Oysa çocuğun merakı sonsuzdur. Her gün yeniden başlayabilmemize fırsat veren arzuyu içimize dolduran işte o meraktır. “Neden?” Ne güzel soru. “Bütün cevapların en güzel sorusu….” Umudun asıl sahibi çocuklardır.

 

Hâlâ çocuk sevmiyorum. Yetişkin olmak vazgeçmeyi gerektirir. Yapmaktan, sormaktan, merak etmekten, yeniden başlamaktan vazgeçmeyi. Kaybettiğimi hatırlamaktan hoşlanmıyorum herhalde. Sadece İnayet çocuk değil de çocukluk gibi görünüyor gözüme. Hiç değilse soru sormaktan sıkılmayan tarafını daha sık sahiplenmeyi başarabilseydik dünya bu kadar çirkinleşmeyebilirdi diye geçiyor aklımdan.

 

Artık sadece kitabın veya Müntehir’in değil davanın ilgimi çekmeye başlaması bundan kaynaklanıyor olabilir. Sormayı hiç bırakmayacak çocuklar gibi çalışıyoruz: Neden yangın çıktı? Ne patladı? Nasıl bu kadar hızlı yayıldı? Niye kurtarılamadı insanlar, neyi yanlış yaptık?

 

Alihan, dördüncü bant boyunca tutuşmuş üç beş ahşap kama ile konveyörün üzerindeki kömürün bu yoğunluktaki dumanı bu kadar hızlı yaratamayacağından emin. Gözü sürekli eskiden kapatılmış üretim panolarında. Bir yerlerde birikmiş ve o gün püskürmüş bir duman stoku arıyor.

 

Derviş, hızlı yayılmanın emici vantilatör yüzünden olduğunu kabul ettiği için ilk parlamaya sebep olan metan sızıntısının peşinde. Nasıl oldu?

 

Ara sıra cevapların hepsini zaten biliyormuş gibi -Nergiz’in tabiriyle- su kaynatan Bıyık dışında herkes merakla çalışıyor. Onun için bir şey söylemek zor. İnsanın kirine, pasağına, kırılganlığına düşkün sanki. Dava dosyadan değil birbirini seyreden insanlardan ibaret gibi davranıyor; birbiriyle, hatta kendi kendine konuşan insanlar. Her yalan söylendiğinde, tereddüt edildiğinde, hangi taraftan ne sıfatla olursa olsun bir insan konuşmaya başladığında dikkat kesiliyor.

 

Yalanını yakalamak için değil yarasını görmek, gözle dokunmak için. Nesneleri elinize almanız gerekir ama insanlara bakarak, dinleyerek anlamak mümkün herhalde.

 

Bazen söylenen bir cümleyi kendi kendine tekrar ederken yakalıyorum duruşmada. Ben söyleyince nasıl duruyor diye anlamak ister gibi. Öyle değildir tabii de bana öyle geliyor. Kıpırtısından fark ediyorsunuz heyecanlandığını, eli bıyığına gidiyor. Duruşma salonunun içinde kalem açmaya başlıyor mesela. Onu bu kötü huyundan vazgeçiremeyeceğine ikna olmuş mübaşirimiz, hiç değilse bir kağıdın üstüne açıp orada bırakması umuduyla seyrediyor uzaktan. İşi bitince yaptığının farkında bile olmadan eliyle sıranın altına süpürebileceği kaygısı, mübaşirle göz göze gelmemize neden oluyor. Yapıyor da ara sıra. Gülümsüyor adamcağız omuzlarını silkip; umursamazlıktan çok çaresizlikten. Az ya derdimiz, bu da eksik kalmasın.

 

Neyse ki mahkeme başkanı karışmıyor böyle kötü alışkanlıklara. Bütün ilgisini önündeki işe vermiş; konuşmadığınız veya şişe fırlatmadığınız sürece onun işine dâhil değilsiniz. Müntehir hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. Kitaptan haberi yok büyük ihtimalle; Bıyık söylemediyse yani. Yargıladığın kişilerden birisi intihar edince ne hissediliyordur acaba? Bizimkine “katil diye diye öldürdün adamı” diyenlerden “haksız yere tutuklu tuttun” diye mahkeme başkanını veya üyelerini suçlayan yok. Belki taraf kabul edilmiyordur hâkimler. Golem’den çılgın bir pasaj geliyor aklıma -deli kitaptır zaten- hapishaneye ziyarete giden mahkeme başkanı sahnesi; “… bir kez bölge mahkemesi başkanı da geldi. Yüksek sosyetenin uzun boylu parfümlü itinin yüzünden okunuyordu yaptığı berbat işler, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına baktı. Saçını tarayan mahkûm ‘birinin kendini asıp asmadığına bakıyor’ dedi…”

 

Uzun da sosyetik de değil bizimki. İtici bir adam değil. Müthiş soru zincirleri var:

 

“Nefeslikte çökme yoktu” diyor mesela sanık mühendislerden biri.

 

“Nereden biliyorsun?”

 

“Altından geçiyorum her gün”

 

“Neden?”

 

“Orada görevliyim efendim, kesin görürdüm döküntüsünü…”

 

“Neden eminsin o kadar?”

 

“Geçtiğim yola dökülürdü mutlaka”

 

“Neden mutlaka?”

 

Mühendis yetişkin. Sıkılıyor. Sadece Melike’nin -suratını ekşiterek- fark edip “Aşağıladı bizi bir de” diye usulca dizime vuracağı hafiflikte, alayla karışık bir bıkkınlık ifadesi var yüzünde. Sırıtmayı andırıyor ama değil.

 

“Yer çekimi nedeniyle sayın başkan, dökülse oraya dökülür” 

 

Melike’yi öfkelendiren bıkkınlığı üstüne bile alınmıyor hâkim “İyi” diye bitirirken. Maddelerin birbirlerini çekmesi iyiymiş gibi tarafsız bir vurguyla söylüyor. Son bir tane daha “Neden?” patlatıp anlattıraydı kütle çekimi kanununu, kahramanımdı ama olsun, beğeniyorum ben yine de başkanı. Parfüm kullandığını sanmam belki tıraş losyonu. Çok soru sorduğu için beğeniyorum büyük ihtimalle.

 

Melike için bu kadarı yeterli olmuyor. Sadece doğru veya işe yarar cevabın verilmesini değil uygun beden dilinin ve usturuplu ses tonunun da yakalanmasını talep ediyor sanıktan; ahlak yoksa terbiye taklidi zorunlu sanki: “Abi böyle lakayıtlığa izin mi vereceğiz? Yer çekimiymiş! Eğleniyor bence bizimle bu…” diyor Bıyık’tan tarafa eğilerek. Bitmiyor duruşmalar.

 

Duruşma bütün hafta devam edecekse köye dönmeyip Akhisar’da kalıyor Rüya. Öğretmen bir çiftin evinde. Çarşıda yanlarında gördüğüm kadın. Sendika yöneticisiymiş, davada tanışmışlar. Derviş de oradan tanıyor -onun için kaldıkları yeri biliyorum dedi bana- kocası mesai saatinden sonra gelebiliyor ama kadın sıkı takip ediyor duruşmaları. Yüzünde garip bir ifadeyle tarif etti adresi. Beklemiyor demek ki kimse harekete geçmemi. Demiyorum bir şey. Zeynep anlar anlatsam. Anlatırım belki.

 

Rüya, büyük bir naylon torbaya bütün ihtiyaçlarını doldurup getiriyor köyden. İki takım kıyafet kendisi, üç takım da İnayet için. Ben diyorum kıyafet diye, o elbise diyor. Poşet yerine önerdiğim sırt çantamı reddetti: “Onun kendisi elbiselerden ağır…” diyerek. Hoş taşımayla veya estetikle ilgilenmiyor. Taşımanın gerçek niteliğiyle ilgili algısı gayet açık: Yük. Sayısız çorap getirmesine engel değil yine de bu bakış açısı.

 

Sandaletlerimin yerine giymeye başladığım Lumberjack’lerin içindeki çıplak ayaklarıma bakıp gülüyor: “Çorapsız nasıl ayakkabı giyiyorsun?” çok hoş telaffuz ediyor, “ayapkap” gibi. Telaffuzdan öte aksan sanki? Tanıştığımız gün, Sefa’nın babasına nasıl küfrettiğini anlatırken de “söğdü” demişti. Kaf-i vavi deniyor eski Anadolu Türkçesinde; söğmek, döğmek, güğerte, güğercin… TKL 217 çalışıyor arkada. Artık nedense İstanbul-Adana uçağının kuyruk numarasından önce ders kodumu hatırlatıyor. İyileşiyor muyum? Neden olmasın.

 

Biraz bastırsa sandaletin içine bile giyerim çorabı gibi hissediyorum, o kadar özlemişim üstüme düşülmesini, üstelemiyor. Soru değildi zaten, şaşkınlık sadece. İnayet’in aksine soru sormayı sevmiyor. Bazı soruların keskin cevaplarına sahip olmasını engellemiyor yalnız bu eğilim. Çantaya değil çoraba ihtiyacı olduğunu kendiliğinden ayırt eden pratik aklı yine hiçbir estetik kaygı taşımaksızın bir başka klişeye tutunmasını sağlamış:

 

“Madencinin fıtratında var ölüm” diyor.

 

O söylediği zaman  “öleceğini bildiğim halde evlendim, çünkü çok seviyordum” gibi bir sızı bırakıyor kulakta. Küpesiz kulakta böyle en azından. Onun küçük altın küpeleri var, mine taşlı; İnayet’le ben küpesiziz. Yetimler. Belki dullardan farklı bir türüz, zor şimdilik kestirmek ama aklımda. Japonca dul kelimesi birden fazla anlamın oluşturduğu ideogramdır: “Henüz ölmemiş kişi lafa bak! Henüz. Hayır, Japonca öğrenmiyorum, aklımda kalıyor sadece.

 

Rüya’nınki içten. Oysa genellikle sigorta eksperi ağzıyla risk fiyatlandırır gibi söyleniyor buralarda; “Bu işin doğası böyle, yapacaksan ona göre yap! İşine gelmiyorsa inme madene” havasında insanlar. Bu işte, fıtrat dedikleri. Tabii “ölüm var” derken, erken ölüm manasında. Yoksa madenci olmak gerekmez, ölümsüz yer yok. Ölüm insanın varoluşu zaten. Aklımızda, izin vermeyiz lades yapmasına.

 

Hazırım ben.

 

Ölüme değil henüz. Bir şeyler atıştırıp İnayet’i gezmeye götürmek üzere odadan çıkmaya yönelik dar anlamda hazırlık. Ama içimdeki hazırlığın bunu çoktan aştığını hissedebiliyorum. Galiba anlamaya hazırım. Belki değişmeye. İleriye doğru ne olur bilmiyorum -Roza’ya söylediğim gibi, ileri doğru değil planım. Geriye doğru değişmeye hazırım gibime geliyor; artık ne anlama geliyorsa. Madem sadece geriye doğru işleyen bir hafıza çok zayıftır, sadece ileriye doğru bir hayal gücü de iş görmez. Geleceği hatırlamalıyız.

 

Vay be! Ayıkken var kesinlikle bir potansiyelim. Bu cümleyi kurabildiğim için yüzümün değişip değişmediğini kontrol etmek üzere son kez gidip aynaya baktım.

 

Hayır, eski ben hâlâ.

 

Eğer bir geleceğimiz olacaksa asıl Xebat’ın yüzünü daha iyi hatırlamayı başarsam fena olmaz herhalde. 

 

“Seni düşünüyorum sürekli” diyen o sonuçta.

 

“Yarın uyanınca bebeğim, aynaya iyi bak

 

Biliyorsun yanında, yakınında olmayacağım

Bir tek şunu merak ediyorum, kendini açıkça görebiliyor musun?

Aklı fikri bir tek sende olan birinin görebileceği gibi…”

Mama, you been on my mind.

Xebat’ın gözlerini düşünmeye çalışıyorum fakat rengini hatırlayabildiğimi söyleyemeyeceğim mesela şu anda. Ayrıca sevgilisiyle “bebeğim” diye konuşmak laubalilik elbette; “anacım” kısmını tamamen hatırlamazdan geliyorum şarkının. Onun yerine biraz daha ayrıntılı canlandırabilseydim gözümde fiziğini; neyse ney terbiyeli çocuktu, öyle demez zaten. Dylan için ilk akla gelecek meziyet bu sayılmaz kesinlikle. Sevgili mi dedin sen? Cevap vermek istemiyorum şimdi.

Aynayla konuşma İnayet.

En azından bu kadar uzun konuşma.