İnayet

BÖLÜM 19: ORPHEUS

“Cehenneme iniyorum”

 

Kafamda bu cümleyle gittim yemeğe. Ocağı kastediyorum ama yemekten de korktum biraz. Gözü kapalı bütün galerilerin haritasını çizebilecek Derviş, her ölünün düştüğü noktayı markör kalemiyle koca yelken haritamıza işleyebilecek Melike, yalancıyı gözünden tanıyan Nergiz; saymayayım işte. Herkes senden kıdemli, herkes senden fazla hak ediyor.

 

Şato ekibiyle İzmirli kızlar var. Derviş masada “sürprizi bozmamak” için söylememiş. Nergiz de “Bakma sen ara sıra bugünkü gibi su kaynattığına, iyidir Başkan, yapmaz sormadan” diyor. Sonraki tespit biraz karışık ama düşüneceğim üzerinde;

 

“İnsan yönetmiyoruz biz, süreç yönetiyoruz. Kalabalığa talimat verilerek değil toplantı kararlarına itaat edilerek yapılır o iş, en fazla yönlendirebilirsin herkes kadar…” Dün Bıyık’ın bıraktığı enkazı toparlayışını seyrettiğim için ciddiye alıyorum söylediğini. Rahatladım. Var Şato’nun haberi.

 

“Yine de sen yarın büyük ekiple konuşurken gayret et biraz, sınırlama olmasaydı herkes çok istiyordu inmeyi” dediler. Edeceğim. 

Çok içki içemiyorum ben. Masaya uyup biraz çakır keyif oldum galiba korkuyu atlatınca. Aklıma Mehmet Yaşın düşmesinden anlıyorum:

“Yanında sarhoş olabileceğim kimse yok burada

Apansız tutup öpebileceğim” 

Kimi öpecektin acaba İnayet, burada olsa? Dedem çok özenli içerdi ne içiyorsa. Bir tek sefer bile hissetmedim alkolün etkisini. İçki masasına da getirdim ya adamı hafıza zoruyla: 

“Çocukluk ölülerini kendiyle taşır diyor karım

Gömecek yer bulamadığından”

Öyle mi? Belki. Hepsini değil. Seviyorum bu şiiri yine de.

Güzel bir akşamdı.

Evli evine, köylü köyüne döndü sonra. “Evi köyü olmayan sıçan deliğine!” derdik küçükken. Hiç bile değil, düşkünüm ben odama; davet etmezseniz etmeyin. Meraklısı değilim. Yahut meraklısıyım fakat kendimi zorla davet ettirecek kadar sarhoş değilim diyeyim.

Cehennem!

Başka bir şey düşünmek zor şimdi. Kahve yapıyorum. Mavi gözlere de mi indirsem bir fincan? Doğru tanım kupa aslında. İkinci bir kupa aldım. İki kişiden daha azı tenha mı görünmeye başladı gözüme bilmiyorum. Ben’den Sen’e geçiş için O’na ihtiyaç var sanki. O’nun sen olmasını hayal edemiyorsan, Ben’in O olmasına razı oluyorsun mecburen. Utanç verici elbette; yalnızlık değil, ezberinde bu kadar şiir olan profesyonel bir okur için yabancılaşmayı tarif edecek daha güzel bir cümle kuramamak utanç verici. Ayılınca yeniden dene. Hiç olmazsa bayat “ben, ötekidir”e sığınırsın. Evet, kalk hadi İnayet. Yaşarken cehenneme inmek -maden işçisi değilseniz tabii- her gün yapılacak işlerden değil. İndim. Ocağa değil, cam göbeğine. “Je est un autre!” ben bir başkasıdır diye çevrilmeli yalnız.

Teşekkür ettikten sonra “Afiyet olsun” dedi. Komik oldu diye düşündüm önce ama sonra, merdivenleri çıkarken fark ettim ki içeceğime değil, içtiğime dedi. Belli oluyor demek ki içtiğim. Çok ayıp. Dedeni utandırma İnayet; yanında taşımayı bırakamıyorsun madem.

İlk adım, Lethe Nehri’ni geçmek. Unutmanın suyunu. Cehenneme iniş için diyorum. Yunanlılar Akheron derdi. Gerçek dünyayı, gün ışığını, gelecek programlarını unutacaksınız. Onu galiba kısmen başarmıştım. Bel vermiş duvarının dibinden kaçtığım bir başka kaderime göre bu ay Kanada’da yüksek lisansa başlamalıyım. Keşif tarihine bakınca “Başlamalıydım” olacak artık. “Karşılaştırmalı Edebiyat’a ilk defa bir hukuk fakültesi mezunu alıyoruz, çok şanslısınız…” bu da şanslıydınız olacak. Şanslı değilimdir. Şikayetim yok yine de.

Belki bir yıl ertelemek, kayıt yaptırıp dondurmak falan da düşünülebilirdi ama çakan şimşeğin aydınlığında gözüm görmedi hiç birini. “Boşal ki dolu olasın. Tüken ki yenilen” Hatırladım bunu sonradan; Lao Tzu. Çellocu kızın annesinden özel edisyon. Çok güzel. Kız da güzel çalıyor bence, hiç başka yolu yok çünkü.

Unutmanın suyu!? Ne çirkin kelime unutmak. Madem Lethe ırmağını geçtin, şimdi eski yaşamına dair hiçbir şey düşünme. Bin kayığa. Kayıkçıya da Kharon der Yunanlılar. Sağları, gerçek dünyayı aklından çıkarmayanları, gözü arkada kalanları geçirmez. Bir de gömülmeyenleri; gömüldü senin ölülerin, geçmişlerdir. Gözüm arkada değil. Ananeme iyi bakılıyor -en azından çiçeklerine- çatı kapalı; başka bir ailem, evim, işim, sevgilim, kedim yok bekleyen. Madem yok, sayarken niye aklına geliyor? Çünkü kedi işi bu hale döndü artık. Maalesef. Olan değil olmayan mahcup: “Yalnız yaşıyorsun, niye kedin yok?! Ne kadar sık sorulduğunu sadece kedisiz yalnızlar bilebilir. “Seri katil misin?” anlamına gelebilecek vurguyla soruluyor genellikle. Yalnız yaşıyorsan iki ihtimal söz konusu anladığım kadarıyla: Kedin var, tam da beklediğimiz gibi, çok tatlısın; kedin yok, o zaman geceleri evsizleri öldürüp derin dondurucuda kulaklarını saklıyorsun: ben de bir çeşit evsiz sayılırım, niye yapayım yani? “Alerjik astım var bende, aslında çok seviyorum ama n’aparsın?” demeyi bir yıl önce keşfettim. Yalan olabilir fakat son derece dindirici bir cevap; ek soru yağmuru açısından diyorum.

Kedi sevmiyorum.

Nergiz’in iki kedisi birden varmış, konuşuldu dün akşam.

Sevgisizliğimi -hiç değilse kalabalıkta- göstermemeyi öğrenmişim. Çaktırmadan atlattım. Diğer yandan kedi muhabbeti asla kaçmakla bitmez, sürekli yeni yöntemler keşfetmelisiniz; astım gibi mesela. Bazen tedbir amacını aşar. Muhatabınız aslında kedisine değil de kendisine sonsuz doğurgan bir eş aramaktayken kedi muhabbetini bahane edenlerdense; alerjik astım pek cazibeli değildir. Listenizdeyse direkt çizebilirsiniz yani adamın üstünü; bunu da bilerek yapın yapacaksanız. Güvenin bana. “Başına gelen tanıdığım var” diye düşünebilirsiniz.

Cehenneme inişin ikinci adımı Kerberos’u uyutmak. Bak, köpek severim ama onu benim için Bıyık halletmiş dün zaten. Üç hâkimli mahkeme heyetlerinin, üç başlı canavar köpek gibi adaletin kapısını beklediğini hayal ediyorum. Onu uyutmadan adalet yok kimseye. Avukatlık denen şey bundan ibaret olabilir. Aslında hiç birinin ayağı görünmediği için kürsü büyüklüğünde üç başlı bir yaratık gibi duruyorlar gerçekten. Salonda sadece ortadaki başın konuşabilmesine rağmen müzakere için odaya çekildiklerinde üçünün de ısırabileceği kesin. Keşfe katılacak avukatların sayısını artırabilmek için epey uğraşmış olmalı Bıyık. Maden uzun süredir kapalı. Yeniden yangın başlamamasını sağlamak, mahkeme ihtiyaç duyarsa inceleme yaptırmak ve galiba en çok da linyit madenlerinde aksi güvenli olmadığı için belli bir kısım sürekli açık tutuluyor. Neden hala şirketin elinde bu ocak? Orası biraz karışık. Bizimkiler, üretim sahasının, sözleşme feshedilerek şirketin elinden alınmasını talep ediyor sürekli. İlginçtir, sanıklar da delil karartma iddiasından korunmak için “devletin kontrolüne geçsin” istiyorlar. Üretim yok. Belki de masraftan kaçmak istiyorlardır ama “bizde kalsın” havasında değiller. Onların elinde, her şeye rağmen.

Havalandırma bu yeni hale göre düzenlenmiş olabilir. Giriş-çıkış kontrol altında yapılacağı için sayı sınırı gerekli görünüyor. Mahkeme heyeti, bilirkişi heyeti, az sayıda seçilmiş avukat ve onların güvenliğini sağlayacak acil kurtarma ekibi. Tahlisiye -acil kurtarmacılara öyle diyorlar- ekip başının, sırf bu iş için Zonguldak’tan geldiği söyleniyor. TTK görevlisi. Ocağın Arabı’nı görmüştür belki; sorayım karşılaşınca. Şaka yapıyorum, sorulmaz tabii, rüyaydı o. Madende gibiydim yine de, umarım o kadar korkutucu değildir.

Pekala. Dosyaya sadece bir ay önce katılmış üç aylık avukat İnayet’in listeye dahil edilmesindeki güçlüğü görebildiyseniz, Bıyık’ın Kerberos’u uyutmak için söylediği şarkının başarısını daha iyi takdir edebilirsiniz. Orpheus, cehenneme inebilmek için şarkı söyleyerek uyutur üç başlı kapı bekçisi canavarı. Yapılabilecek en büyük sürprizdi gerçekten. Sizi konsere, tatile, yemeğe götürerek şaşırtanlar çıkabilir ama yerin üç yüz metre altına indirebilecek adamlarla her gün karşılaşılmaz. Bilmek lazım kıymetini diye söylüyorum.

Şimdi başıma sardığı belaya gelelim.

Söylediği gibi, iş bitmedi orada. Bugün toplandık. Hep Bıyık’ın yakın çalışma ekibinden söz ediyorsam da “biz” daha geniş bir kavrama dönüşüyor önemli kararlar alınacağında. Nergiz’in “ancak onlara itaat edilerek süreç yönetilebilir” dediği kalabalık bu işte. Bu davayı, hatta mesleği, başlarına gelmiş bir lanetin kaçınılmaz titizliğiyle yürüten yaşlı avukatlar var. Kendimi geçenlerde kırk yaşını geçmiş herkesi “yaşlı” diye tanımlama eğilimi içerisinde yakaladığım için siz sıfatı fazla ciddiye almayın, kıdemli avukatlar işte. İş Hukuku’nu sanat haline getirdiği için, şirketin üstü kapalı bütün personel hilelerini bizim için gün ışığına çıkaran İbrahim Bey; verseler şirketi “finansçı” genç patrondan daha iyi çekip çevirecek kadar Ticaret Hukuku uzmanı ufak tefek çarpıcı sarışın Hatice, Bıyık’tan çok genç olmasına rağmen onun bütün hukuksal fantezilerinin karşısına birer Yargıtay ilamı dikebilen aileden cezacı Sinan… Bir çeşit avukat All-Star’ı işte. On beş kişi bulundurabiliyorlar karar günlerinde.

Ömürleri, koca koca dosyadan kayaları iterek “kesin hüküm” tepesine çıkarıp bozmayla geri döndüğünde, yeniden başlamak üzere hızlı ama temkinli adımlarla tepeden inmekle geçmiş bu adamların ve kadınların olduğu yerde bana; bırakın madene inmeyi, yürüyen merdivene binme sırası bile gelmemesi lazım normalde. Yolu üzerindeki Sisyphos’un durmasını sağlamak için de şarkı söyler Orpheus cehenneme inerken. O söylenecek şimdi.

Bıyık toparlamış görünüyor. Tartışma evde devam ettiyse bile uzlaşılmış sanki. Şato’nun adetleri bize yabancı elbette. Meseleyi yine Ahab gibi çözdü: Balina yemi olarak beni önlerine atıp sonra da keyifle piposunu karıştırarak!

“İnayet Mühendisin Kitabını inceliyor, biliyorsunuz. Diğer sanıklar için ne diyebileceğine kitabı bitirince karar verecekmiş ama bunun masum olduğundan emin gördüğüm kadarıyla. Madene indirmezsek emekli oluncaya kadar sızlanacak; eline koz verme riskini üstlenmeyelim bence…” 

Yalancı adam! Akşam öğrendim daha ama tartışacak durumda değilim. Sonra her zamanki gibi gözlüğünü takacağına gözlerini kısarak güverteyi süzüp:

“… dilersen sen anlat inayet neden “mutlaka” inmek zorunda hissettiğini.” Dönüyor bütün başlar. Sefilleri oynuyoruz. Yoksul ya da zengin, ahlak bu olmamalı bence. Puff! Karışık çilek bulutu. Her seferinde ilk önce vişne kokusu almamın nedeni muhtemelen gül ağacı pipo; yoksa sağlama alıp inceledim paketi, yok öyle bir şey.

Ve ben.

İşbirlikçi ama mütereddit balina yemi İnayet. Küçük bir diz reveransı yapıp yağlı kalasın üzerinde koşarak Sisyphos balinalarıyla kaynayan suya atladım:

“Her gün madene inen bir adamın El Yazmaları’nı okuyorum bildiğiniz gibi. Emniyetçi, A sınıfı İş Güvenliği Belgesi sahibi; okuduğu okul için maden mühendisliğinde en iyisidir deniyor…”

Bakışlar zaten bilinenleri tekrar ettiğimi hatırlatıyor. Olsun. Giriş bu daha;

“… Aylarca düşünmüş, not almış, son derece özgüvenli, bilgili bir genç mühendis. Sayfalarca yazdıktan sonra mahkemeye çıkıp bunları anlatacağı yere gidip kendini hücrenin banyosuna asmış…”

Stres altında kulaç atarken bile “koğuş” veya “oda” demedim. Perhize dikkat ediyorum Akhisar’da. “Koğuş” diye küçük grup tecridinin uygulanmadığı, ortak yaşam esasına dayalı, en az on üç kişilik kapatma mekânlarına denebilir İnayet, üç kişilik koğuş olmaz.”

Olur, öyle deriz. “Giriş ve çıkış kontrolü sakinlerinin elinde olmayan tecrit mekânlarına oda değil hücre deme alışkanlığındayım İnayet”.

Alışırız biz de. Adli ceza davası için adi suç-siyasi suç kullanılacak; terör varsa onu da devlet yapıyordur. Eh, yapmasın tabii o da! Kavram perhizi bikini diyetine dönmüş durumda, acı çeksem de her koşulda uymaya çalışıyorum. Yalnız zaten mayo giyiyorum ben liseden beri, niye yani bu benzetme; o ayrı diyelim. Hiç hapishane görmedim ama kavramları üç boyutlu varlıklar gibi gözümün önünde evirip çevirip her taraflarından bakarak incelemeyi severim. İlk ikisi açısından gayet haklı görünüyor, ötekilere bakacağız zamanla. Tutsağı sormaya fırsat olmadı henüz.

“… Ocakla ilgili anlattıklarını gözümde canlandıramıyorum. Eğer orayı bir kere görmezsem hiç bir değerlendirmemden emin olamayacağım…”

 

Saydım biraz daha. Bu gibi yaratıcılık içermeyen yüzeysel gerekçeleri yutmayacak kadar kıdemli herkes. Bıyık’ın beklentisini boşa çıkarmamak için son numarayı da yapıp bitiriyorum: 

 

“… öldü artık. Avukatı yok, sorgusu yok. Savunma da yapamayacak. Bence bu masum adamın, hiç değilse değerlendirmemin bitirilmesine hakkı var.”

 

Nergiz’le Derviş’in gözlerinde, bu sefer gerçekten belamı bulmuş olabileceğimi net olarak gördüm. Olup bitenin iş kazasından ibaret olduğuna ve ortada en azından kasıtlı bir suç bulunmadığına başından beri inanıyorum ama Bıyık’ın havasından, madene inmek istiyorsam daha iddialı konuşmam gerektiğini çıkarttım. Masumiyet oradan. İşte böyle. Ahab’ın deliliği tayfaya da bulaşıyor. Aklımızda onu ilk görene vadedilmiş İspanyol altını, gözümüz ufuk çizgisinde Moby Dick’i arıyoruz. Yahut bizzat belamızı. Kıpırdamıyorlar;

 

“Hayatımda duyduğum en saçma şey…”

 

“Masumiyet kavramın hastalıklı bence İnayet.”

 

“Tek eksiğimiz aramızda bir tane de sanık avukatı bulunmasıydı; şimdi tamam olduk!”

 

“Ben katlanamıyorum böyle akıl yürütmelere ama çok istiyorsa…”

 

“Ettiği lafa bakar mısın sen şu kırmızı kafalı küçük pancar turşusunun!?”

 

Eğer bugüne kadar, akan bir kalem hiç yüzünüze “embesil” demediyse yahut yağmur mesela hiç tükürmediyse suratınıza, yani nesnelerle diyorum konuşma alışkanlığınız yoksa bedenlere de yabancı kalmış olabilirsiniz. Bu duyduklarım, gözlerden ve vücut dillerinden okuduklarım. Aslında sadece tek kişi konuşuyor, en kıdemlileri;

 

“İnayet bu iş için Kanada programını iptal etti. Adamla ilgili vurgusuna katılmıyorum, ısrarı yine de merak uyandırıcı. O insin öyleyse; anlatır sonra şu masumiyet meselesini nasıl olsa…”

 

 Benim ısrarım! Yatacak yerin yok senin bıyıklı manipülasyon.

 

Sisyphos durdu, kayasının üzerine oturdu. Ben madene inip çıkıncaya kadar beni seyredecek. Hepsi için zor olduğunu fark edebiliyorum. Avukatlık laneti açık: Kesin hükümden önce yapılabilecek şeylerin hepsini bizzat yapmak zorundasın; yapılamayacak olanlardan bile hiç değilse bir kaçını denemelisin. Çıkar kayayı, indir kayayı. Sevgiyle karışık merak hissediyorum ses tonunda. Bana duyulan merak. Cesaretime. Hafif hüzünle karışık. Davayı gerçekten sahiplenmişler; madene inmek hem önemli bir görev hem de imtiyaz bu kalabalık için -hatta ihtiyaç galiba- Öncelik ve “ilk vurma” hakkı ondaydı. “Olmaz, ben ineceğim” deseydi durdurulamazdı. Veya tam öyle değil de Bıyık durdurmayı denemezdi diye tahmin ediyorum. “Abi” diyor çünkü ihtiyarla konuşurken. Neyse, bitmiş görünüyor. Rahatlıyoruz.

 

Aynı hızla gözler, omuzlar, diz kapakları yani biraz önce hafif eğilerek, sallanarak, geri çekilerek ya da kıpırtısız bir dikkatle benimle konuşan bütün vücutlar değişti. Dostluk ve dayanışma geri geldi. Farkında olarak yaptıklarını sanmıyorum, çok güçlü bir ekip ruhu var. Gereksiz oyalanmıyorlar; birbirlerini hızla etkileyip dönüştürüyorlar. Birbirlerine güveniyor bu yetenekli insanlar. Birçok kişi değil de tek bir kocaman organizma gibiler. İsterdim içinde eriyebilmiş olmayı; değil ama henüz. Eksik bir şeyler var.

 

Giriş izni tamamdır. Bir kişi hariç gözünden anlayabildiğim kadarıyla; onu sonra anlatacağım. Önce aklım Orpheus’la dolup taşıyor.

 

Orpheus, yılan tarafından ayağından sokulan güzel karısı Euridike’i geri getirmek için inmeye çalışıyordu cehenneme. Ben, müntehir arkadaşımın imasını varsa öyle bir şey gömülüp kaldığı delikten çıkarmaya iniyorum diyelim.

 

Aklımın Orpheus’la dolu olmasının tek nedeni yer altına inecek olmak değil. Karanlıkdere Ocağı’na keşfe inmeyi ölüler diyarı Hades’e seyahat gibi hayal etmeyi engelleyebilmek mümkün değil elbette. Üç yüz bir ölü adam çıkardılar oradan ama asıl neden “Soma” adı.

 

“Soma” veya onların alfabesiyle σώμα Orpheusçuların üzerinde oynamayı sevdiği kavramların en başında gelirdi. Yunanca beden anlamına gelen Soma ses oyunlarına izin verir; ceset, mezar, beden, yaşam… iyi şiir kafiyesinden bile fazlası çıkar yani uğraşırsan; uğraşır Orpheusçular.

 

Madencilerin böyle bir mezarda çalışmak zorunda olması gibi ruh da bedende mezarda sayılır. İşçilerin kömürle çalışırken kapkara kirlenmesi gibi ruh da bedende kirlenir. Orphesusçu söz oyunları karamsardır aslında; ruh, ancak zaman içerisinde farklı bedenlerde defalarca yeniden var olarak bu kirlenme ve günahlardan arınabilir. İnsan, tanrısal atalarından devraldığı günahların bedelini bu şekilde ödemek zorundadır. Modern dinler için de tanıdık bir suçluluk hissi; ilk günahın kefareti.

 

Belki madencilerin bizim için ödediği bedel de aynı günahın cezasıdır. Tanrı gibi yaratıp üreten insanın enerji açlığı, günah listemden oburluğa karışık geliyor olabilir. Tanrı değiliz maalesef. O sadece “OI” diyor; bizimse üretebilmek için hep daha fazla elektriğe ihtiyacımız var. Elektriğin tanrısı da kömür istiyor. Belki tanrısal değil de Derviş’in dediği gibi “insani” bir ölçek hedeflemek gerek. Tevazu sahibi olup bu kadar derini kazmamalıyız. Kazıyoruz yine de kazacağız. Arsız cücelerin Moria’yı kazdığı gibi. Marifet üç yüz bir kişiyi öldürtmeden tahmin edebilmek tabii aşağıdakini. Derinlerde “Balrog” bekler: “Kaçın sersemler! Hepimizin boyunu aşar bu seferki bela!” Bir Gandalf kolay yetişmiyor.

 

Yüzüklerin hikâyesinde bana acıklı gelen, onulmaz yaralardır. Her iş biter, eve döneceksiniz, bir de bakarsınız ki ev kalmamış. Şaşalı zafer anından sonra geçmeyip sızlamaya devam eden yaralar ve eve dönmenin umuduyla geldikleri harabedeki dehşet, üçlemeyi fantastikten çıkarıp trajediye çeviren güçtür bence. Senin evin gitmişse gitmiştir artık sadece başkaları yeniden yapabilir, sen ancak batıya yelken açabilirsin o saatten sonra, ki onu bile yapamadığını kabul et İnayet. Denizi yelkenle değil uçakla geçecek olmana rağmen.

 

Orpheus öyküsünün de sonu acıklıdır. Çaldığı nefis müziğin etkisine kapılarak karısını ona geri vermeyi kabul eden cehennem hanedanı Hades ve Persephone bir şart koşarlar: “Ölüler ülkesinden tamamen ayrılıp gün ışığına çıkmadan arkanı dönüp bakmayacaksın.” İster meraktan ister yanılarak deyin -ikisini de diyen vardır- yahut öyle olmasa zaten film olmazdı diye düşünün, dönüp bakar elbette. Sonsuza kadar kaybediş…

 

Eğer aşağıda bu meseleyi çözersem, söz, dönüp arkama bakmayacağım. İntiharında bir anlam bulmayı başarmışsam -ne kadar derinde olursa olsun- kaybetmeden yükselip, suyunu aniden püskürten ispermeçet balinası gibi Ahab’ın gözüne fışkırtmayı umuyorum:

 

“Al sana Moby Dick!” yok öyle bir katil balina. Bu adam masum tamamen. İşçi sınıfının düşmanı katil “beyaz yakalı” mühendis balinalar senin takıntından ibaret!”

 

Heyecan verici.

 

Kör edebilir yalnız balina püskürtmesi. Öyle der Ishmael.

 

Alabalık ısırmasının acı verdiği kesin bu arada. Gerçi, Küçük Kara Balık da denebilir buna; tereddütlü gözlerin sahibini diyorum. Toplantının dağılmasını bekledikten sonra geliyor:

 

“Abla, kesinlikle anlamıyorum aklınızdan ne geçtiğini?”

 

“Aklımızdan mı?” Öyle sizli bizli mesafelerle işi olmaz bunun, başka bir şey ima etti.

 

“Hı, hı…”

 

Keşfe iniş sorunumu, en yaşlıları kalabalıkta çözdü ama ortalık tenhalaşınca en gençleri kaldı yanımda. “Abla”ya bir şey diyemiyorum. Biz son sınıfa geçtiğimiz yıl gelen hazırlık öğrencileri hepimize abla derdi lisede. Özel bir yakınlık talep edilmeden bu tarzda söylendiğinde gerilmiyorum, sınıf başkanlığı gibi bir şey yani, alışkınım. Dedem de asker arkadaşlarına “devrem” derdi. Devre dediği şimdiki altı aylıklar gibi değil, iki buçuk sene askerlik yapmış; o sürede gelişebilir bir samimiyet manasında söylüyorum yani. Benim bunu sadece üçüncü görüşüm. Her neyse. Esas “aklınız” derkenki “biz” kafamı karıştırdı.

 

“Biz kim?”

 

“O söylediğini ilk defa duymuyorum. Birbirinden habersiz ortak akıl gibi bi’şeysiniz anladığım da; masum ne demek oluyormuş?”

 

Tam tahmin ettiğim gibi. Bizanslılar ve Müslümanlar tüm Latin Hristiyanlarına Frenk derdi; bu yavrucak da yeterince solcu bulmadıklarına toptan “siz” diyor.

 

“Zeynep saçmalamaz mısın lütfen! Biz nedir yani!? Bir tek ben okuyorum işte kitabı. Masum olabilir sonuçta adam, onu diyorum…” Öyle dediğim bile yok aslında; madene inebilmek için ikna et insanları diye Bıyık sardı başıma. Hangisine olduğunu tam çıkaramamakla birlikte kızgın hissettim kendimi. Ananem olsaydı “Biri vardı geceden, bu da düştü bacadan” demişti kesin.

 

“Herifçioğlu madenin güvenliğinden sorumlu emniyet mühendisi, üç yüz bir kişi öldürmüşler, nesi masum olacak bunun ablacık? Farkında mısın sen ne söylediğinin?”

 

Oturuyor karşıma sandalye çekip. Şimdi evvela sakin düşünmeye çalışırsak pek güzel ve özgüvenli bir kız çocuğu bu. Özgüvenin güzellikten kaynaklanmadığını kendimizden biliyoruz; bununkinin sebebi belirsiz henüz. Ayrıca gereksiz yere sevimli ve acı verecek kadar cana yakın. “Herifçioğlu” gibi garip bir kelimeyi daha önce duymamış olmakla birlikte -okumuş gibiyim sanki bir yerlerde- genellikle gayet akıcı ve anlaşılabilir konuştuğunu da ekleyebilirim. Yahut hazırcevap denilebilir daha çok. Bıyık’la Ankara’dan geldi evvelki gün. İlki tanışma, ikincisi saç rengime iltifat -ilginçtir samimi görünüyordu- ve şimdi üçüncü kez karşılıklı konuşuyoruz ama bana ciddi biçimde fırça atabileceğinden hiç şüphesi yok. İnsanların kalbini abla, abi, hatta inanmayacaksınız en kıdemlilere “amca” diyerek dişine göre yumuşattıktan sonra gayet keskin bir biçimde ısırıyor acımadan. Yavruysa da yaralı olmadığı kesin çünkü aşırı sosyal kendisi.

 

“Patronun verdi kitabı elime! Anlamaya çalışıyorum Müntehir’in durumunu….” diyorum. Kendimi bakmaktan alıkoyamadığım surattaki Japon anime karakteri etkisinin, yüzünün dörtte üçünü kaplıyor gibi duran kahverengi gözlerden mi yoksa alnındaki kıvırcık kâkül buklesinden mi kaynaklandığından emin değilim. Azalmıyor etki baktıkça.

 

“Bizde patron olmaz. Ayrıca ben Betül Abla’nın stajyeriyim ve sen anlamaya değil hak vermeye çalışıyorsun” dedi. Çubuk kraker uzatıyor. Bu gibi garip davranışları nedeniyle asla gerginliği yükseltmek mümkün değil kızla. Stajyer falan da değil, dördüncü sınıf öğrencisi daha; kendisi söyledi tanışırken.

 

“Teşekkür ederim, istemiyorum” dedim.

 

“İstemiyorsun da iş oraya varacak senin kafayla gidersek” dedi. Akıl almaz! Küçük Demagojik Kara Balık!

 

“Kraker için söyledim onu. Kimseye hak verdiğim falan yok Zeynep. Yapılmış en korkunç şeyleri bile anlamaya çalışmak zorunda değil miyiz? Hak verir gibi görünmekten korkup öğrenmeyelim mi yani sanıkların neyi niye yaptığını? Nedenin bilinemeyeceğini düşünmek obskürantizm her şeyden önce…”

 

“O kelime ne demek bilmiyorum ama hayır; mühendislerin niye böyle davrandığının bilinemeyeceğini iddia etmiyorum. Çok belli bir kere, patronlarının parasını korumaya çalışıyorlar, işçiden yana değiller, hepsi o kadar.”

 

Patron’u tükürür gibi telaffuz etmesi nedeniyle not aldım; herhangi birisi hakkında nötr kullanılması söz konusu değil bu kavramın. Tiksiniyoruz. Perhiz gibi özen gösterilecek.

 

“Bilinemezcilik demek” diyorum.

 

Emin olamadım şimdi Türkçesinden. Belki “bilmesinlercilik” diye çevirmek lazım obskürantizmi; öbürü de agnostisizm olur o zaman. Türkçesi her neyse çok yaygın bir türü karşısında bulunduğumu sanıyorum şu anda.

 

Zeynep işçi sınıfından yana.

 

Karşı taraftan herhangi birinin davranışının sebebini düşünmeye başlarsa hak da vermeye başlayacağından korkuyor. Muhtemelen karşı kanat da aynı ruh halindedir. Devleti, patronu, mühendisi falan diyorum yani. Adam sarmış üzerine bombayı patlatmış mesela orta yerde. Nasıl olabilir efendim? Oluyor işte. Doğru soru niye? Şimdi eğer birisi çıkıp; “Mecbur bıraktınız, topluma entegre edemediniz, eziyet ettiniz, ailesi dağılmış ne bileyim psikolojisi bozulmuş…” gibisinden açıklamaya çalışsa, hemen herkes ağız birliği yapıp “sen terörü mü destekliyorsun, böyle şeylerin sebebi, bahanesi olmaz” tarzında yüklenirler. Vardır yani her şeyin bir sebebi, bulup anlamaya çalışmak lazım diyorum. Özetledim aklımdan geçeni. Hiç ikna olmuş gibi görünmüyor.

 

“İyi, laf güzelmiş de hareket noktan yanlış tamamen” diyor. Bekliyorum devam etsin diye; çubuğu son anda ağzından çektiğine göre edecek zaten;

 

“Öyle dışarıdan psikoloji, kötü aile, eğitim falan diye yapay çelişki icat etmeye gerek yok ablacım. Her türlü zulüm, karşıtıyla birlikte var olmak zorunda diyalektik düşünürsen. İçeride o çelişki. Zulüm varsa direniş de olur. Oy vermeyen de feda eylemi yapan da aynı çelişkinin aşılması için yükleniyor…”

 

Poşeti değil, elindeki -ağzına atmaktan vazgeçtiği- çubukları uzatıyor bu sefer. İkişer ikişer yiyor. Aldım aklı karışsın diye. Feda mı dedi bu? Değiştir konuyu İnayet.

 

“Nerede kalıyorsun sen bu gece?”

 

Öğretmenevinde görmedim iki gecedir, otelde kalıyor desen yaşı bile yetmiyor olabilir. Değil tabii aslında. Animasyon etkisi o, her zaman on yedi yaşında göstermek. En az yirmi olması lazım bunun. 

 

“Ailelerden birine giderim. Karar vermedim daha…”

 

“Buralı mısın sen?”

 

“Yok canım, gelince ailelerde kalıyorum, sohbet ediyoruz, tanımaya çalışıyorum insanları.”

 

“Bu davadaki aileleri mi?”

 

“Herkesi abla; sende de kalırım bir gece yerin varsa…” diye sırıtıyor.

 

Burnu kırıştı sessiz gülümseyince, o da iyice zararsız görünmesine yol açtı ama aynı odada bir gece geçirebilecek kadar güçlü hissetmiyorum kendimi.

 

“Var yer, iki yataklı benim odam, ne zaman istersen gel” dedim kibarlıktan. Yüzümdeki şaşkınlığı vakitlice düzeltemediğim anlaşılıyor sonra;

 

“Şaka yaptım korkma o kadar. İşim var ailelerle.”

 

Yakalanmanın mahcubiyetiyle son bir deneme daha yaptım.

 

“Ayrıca suçlu dediğinde, tek başına değil yani bu mühendis, toplumsal düşün biraz. İşçilerin yıllardır o koşullarda çalıştığını, öldüğünü görüp ses çıkarmıyorsak hepimiz suçlu değil miyiz biraz?” Diyalektik falan; var yani bizde de toplumsal hassasiyet lafları icap ederse. Gayet solcu hissettim kendimi şu an.

 

“Hepimiz suçluyuz demek, kimsenin suçu yok demekle aynı kapıya çıkar. Cezadan kaçırmaya çalışma gerçek suçluları abla. Gitmem gerek şimdi, kaldığımız yeri unutma öpüyorum yanaklarından…” deyip kalktı küçük doğal afet. Tombik sanki azıcık ama yakışmış. Kendine bak sen. Bence daha kemik gelişimi bile tamamlanmamıştır bunu.

 

“Görüşürüz, dikkat et kendine” dedim.

 

“Hı, hı…” diye başını salladı artık nasıl yorumlarsan.

 

Ailelerde yatıya kalmak! İçim ürperiyor.

 

“Infandum renovare dolorem” der Virgil. Tabii ki Aeneid: “Tarif edilemez yaraları deşmek”. Ne konuşulabilir ki o insanlarla? Yirmi yaşında bir kız ne konuşabilir kayıpları hakkında diyelim yahut? Tamam bu özel bir canlılığa sahip, çok taze yani, sokulgan. Yok. Canlandıramıyorum yine de gözümde. Benimle konuştuğu gibi burnunun dikine davranıyorsa çok çam deviriyor olabilir. Bilemedim.

 

Benim ebeveyn yoksunluğum engelliyor belki kayıp acısıyla doğrudan ilişkilenebilmeyi. Dilsiz ağızsız kuzucuğum var sadece, annesiyle bile iki laf etmişliğim yok doğru düzgün. Biraz sokak, biraz duruşma salonu; evlerinde görmeye cesaret edebilir miydim emin değilim. Etmeliyim belki, her neyse. Okul açılalı en az bir ay olmuş olmalı; bunun böyle burada elini kolunu sallayarak gezmesi de ilginç tabii. Bana düşmez o işler ama hazırlıksız yakalanmamak için aklımda bu kıza bir işaret kutucuğu açmak zorundayım. İletişim tarzı fazla doğrudan, tedbirsiz baş edilemez.

 

Hayatıma yeni giren kadınlar çetelesine bir kısa saçlı daha ekledim böylece: Round Head!

 

Tarzı yüzünden geldi herhalde aklıma; politik kısa saç. Fransa’da uzun saç, soylu sınıfın alametidir. Devrim döneminde giyotini protesto etmek için kendileri kesmeye başlamış. Giyotine yatırılmadan cellat kesiyor hani bıçak rahat insin diye; onun protestosu. Erkek onlar tabii. Kısa saçla devrim arasında kurabildiğim bağ şimdilik bundan ibaret olsa da niyeyse gerisinin geleceğine ilişkin ayaklı ve keskin dişli bir garantiye sahibim gibi hissediyorum. “Kaldığımız yeri unutma”. Unutmam. 

Bilmeye çalışmayı haklılaştırmakla, onu da affetmekle eş değer görüyor. Öyle mi? Hayır. Belki? Önemli bir uyarı olduğu kesin. Aç zihnini. Benden çok onun için geçerli gibi duruyorsa bile unutma: İnsanın bildiğini sandığı şeyi öğrenmesi imkânsız İnayet. Sen henüz bilmiyorsun, o da sadece bildiğini sanıyor olabilir şimdilik. Çok genç çünkü. Sen çalış ve düşünmeye devam et. 

Bıyık da böyle düşünüyorsa bu kitabı niye verdi elime? Bilmiyoruz. Kıymetlimiz mi yoksa kızıyor muyuz bu adama orası da belli değil. Gandalf’tan ziyade Smeagol durumu var gibi: Gollum!

İş zamanı İnayet. Sadeleş.

Xebat aramış iki kere duymamışım.

 

Geç oldu.