ODADAKİ FİL-2
[İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7-11 Kasım 2022 tarihlerinde okunmuştur.]
Türk Ceza Adalet Sistemi bana her zaman bir kitap kapağını hatırlatmıştır. Daha doğrusu, tam olarak Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” kitabının -şimdi yılını hatırlamadığım- eski bir çeviri baskısının karton kapak fotoğrafını.
Fotoğrafta, gayet batılı kesimde koyu renk ceketleri, beyaz gömlekleri, papyon kravatları, yelekleri ve yaka mendilleriyle poz vermiş siyahi yöneticiler -yanlış hatırlamıyorsam üç kişi- bulunur.
Objektife bakarlar. Diyelim ki objektif de onlara bakar. Makinenin arkası “Batı” sayıldığından, poz verenin bakışı gayet oksidentalisttir. Kıyafetin ciddiyeti, kabul görme isteğini yansıtır gibidir: “İşte! Biz de devlet kurduk, hukuk, akıl, modernite; sizde ne varsa bizde de var…”
Batılı olmayan bir coğrafyada batının hayal edilen bakışı altında icra edilen bir takım faaliyet ve düzenlemelere oksidentalizm diyelim.(1) Adeta Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi yaptırım kararı sonrasında hatıra fotoğrafı çektirir gibi bakarlar anlayacağınız.
Ancak fotoğrafın temsil ettiği dışa karşı egemenlik iddiasının, siyasal tahakküm olarak içeride de işlemesi için özel “coğrafi işaretlere” ihtiyaç vardır. Kendi halkının egemeni olabilmek, üstteki ceketin batılı emperyaliste anlatmaya çalıştığından fazlasına, kendi kültürel kodlarına ihtiyaç duyar.
Tam da o nedenle kapaktaki fotoğraf, ceketle takım olması icap eden pantolonun, yönetmeye talip oldukları halkın gözünde onları sadece küçük düşüreceğinin bilincinde adamların suretidir. Bu yüzden kıyafetleri -anlaşıldığı kadarıyla güçlü erkeklerin ve kabile reislerinin giymesi beklenen- uzun kabarık eteklerle tamamlanmıştır. Yerli ve milli kombin diyelim.
Hukuk hevesinizin, anayasal yönetim merakınızın, Avrupa Konseyi kurucu üyeliğinizin; sizi bütün bu dava/mahkeme telaşına mecbur tutarak sıkıştırdığının, arıza gibi yavaşlattığının farkındayım. Alman Ceza Muhakemesi Kanunu’ndan ceket diktirip, bel altında beni altı yıl iki ay tutuklu tutmanızın, bu topraklarda egemenliğini ancak muhaliflerini hapiste tutarak ispatlayabilen siyasal iktidarın eylemi olduğu ortadadır.
Ben de bu nedenle iddianame, fezleke yahut klişe “tutukluluğun devamı” gerekçelerinizi değil basın açıklamalarını ciddiye alıyorum. Tekrar etmek gerekirse, sonuçta hepiniz yalan söylüyorsunuz, başbakanınki daha yaratıcı.
İkinci düzeyde, güncelliği nedeniyle duruşma savcısının esas hakkında mütalaasından söz edebiliriz. Elbette, odadaki fil üzerine konuşmadan mümkün değil.
“Savcı” kelimesi “devlet adına ve yararına davalar açan, kamu hakları ve hukuku yerine getirmek üzere yargıç katında sanıkları kovuşturan hukukçu” anlamında kullanılıyor ancak etimolojisi biraz daha derindir.
Eski hali (ç) harfiyle yazılırdı ve her ikisi de “haber, söz” anlamındaki “sav” kökünden türemiş iki farklı kullanımı vardı. Divan-ı Lügat-i Türk’de “birinin sözünü ileten” kişiye sav(ç)ı dendiği belirtilir.
Bu kadim anlam, duruşma savcısının haline daha uygun. Zira İnterpol kırmızı bülteniyle arandığı için kendisi gelip sözünü huzurda tekrar edemeyecek durumda olan firari iddianame savcısının sözünü bize iletmeyi vazife edinmiş görünüyor.
Eğer sadece on yedi hecede anlatmam gerekseydi, herhalde Kyoshi’nin şu haikusunu tercih ederdim:
Sıvıştı yılan
ama bana attığı bakış
otlarda kaldı(2)
Adem’in hakkımda kurabildiği üç paragrafı, yazım yanlışları ve “talebi” ile birlikte kopyalanmış halde “mütalaa” diye tekrar etmek, objektif cemaatçiliktir.
Hepsini bir kere daha anlatmamak için, önce cemaatin başarabildiğini başarın, sorumluluğunu ve trajedisini üstlenin, sonra mütalaasına heves edersiniz demekle yetineyim. Sorumluluktan şunu kastediyorum: Adem yalan söylediğinin farkındaydı; bu bilginin ağırlığını yargıda yerleşik, yürütmeden bağımsız bir çetenin üyesi olmakla dengeleyebiliyordu. Siz bu türden bir karşı ağırlığa sahip olmadığınız için yalanı taşıyamayıp çakılırsınız.
Kelimenin -halk arasında kullanıldığı tarama sözlüklerine geçmiş olmakla birlikte- Divan’da bulunmayan son anlamı ise nebî veya peygamber’dir. Esasen yine benzer bir işleve, Tanrı’dan haber getirip söz iletmeye işaret ediyor. Duruşma savcısının sıfat olarak üstlenmek isteyeceğini sanmam ancak sözüm bitmeden adalet talebinin Tanrı katındaki temyizine değineceğim.
Geriye fezleke ve iddianameler kaldı. Bu sefer, sözlük anlamları izin vermemesine rağmen, elimizde maaş bordroları ve özlük hakları dışında savcıyla polisi ayırabilecek objektif bir kıstas bırakmadığınız için, ikisini tek düzey kabul edelim
Meslektaşlarımın on yıldır yüzlerce sayfa değerlendirmeyle paçavraya çevirdiği bu belgeler hakkında uzun konuşmaya istekli değilim ancak “hukuksal” bir ilgi duyduğum tek başlığa, dosya içeriği üzerinden değinmek isterim: Delil yaratmak.
Daha yaygın kullanımın “delil toplamak”, “delil bulmak”, “delil göstermek” olduğunun farkındayım. Sadece sahte veya kurgusal olmalarına dikkat çekmek için değil, meydana getirilişlerindeki yaratıcılığa duyduğum mesleki ilgi nedeniyle “yaratmak” mastarını tercih ettim.
Yine de, işin aslı anglo-amerikan geleneğinin “hukuk konuşması” diye tanımladığı işten çekiniyorum. Çünkü böyle yaparak, bu gösteriyi dava, muhatabımızı mahkeme ve meselemizi yasanın ihlal edilip edilmediğiyle ilgili olarak yeniden üreten; siyasal mücadeleyle ötelemeyi her başardığımızda hep yeniden inşa edilen sınırın önünde dövüşmeyi kabul etmiş oluyoruz.
Sadece bizim için değil, dosya savunmasını yapacak meslektaşlarımız, hatta mesleğimizin tamamı için süregiden bir riskten söz ediyorum:
“Hukuki kurumlara, hukuki haklara ve ‘hukuk konuşması’na başvurarak, kamu yararına avukatlık (cause lawyers) aynı sınırı yeniden oluşturmaktadır. (…) Kamu yararına çalışan liberal/ilerici avukatların dayanmakta olduğu hukuka dayalı stratejilerin pratikte ve imgesel olarak mevcut dönüştürücü olasılıkları sınırladığını ve hatta kamu yararına avukatların, kurulu düzenin -ne yaptıklarının farkında olmayan- savunucularına dönüştüğü…”(3)tespiti can sıkıcı derecede gerçekçidir. Solcu’dan “liberal/ilerici/demokrat” diye söz etme alışkanlığındaki kuzey Amerika literatüründen duyduğunuz rahatsızlığı bastırabilirseniz, benzerliğimizi görmek mümkün; iyi tespit.
Yasaya uymanızı size her hatırlattığımızda, yasaya gerçekte sahip olmadığı meşruiyeti tanıyıp, “iyi” yasalar da olduğunu kabullenmiş oluyoruz. “Hantal” ama iyi yasalar! Bu da hukuksal tahakkümün, siyasal iktidarın hukuk dışı yöntemlerine nazaran kayırılıp tercih ve tahkim edilmesi anlamına geliyor.
Kıta versiyonu daha edebi olsa da vurgu benzer:
“Bir yasa ne kadar iyi olsa da kaçınılmaz olarak hantaldır. Bu yüzden de uygulanması tartışılmalı ve sorgulanmalıdır. Bunu yapmak yasanın hantallığını giderir, dolayısıyla hukuka hizmet eder.
Adaletsizliği meşrulaştıran kötü yasalar da vardır. Böylesi yasalar hantal değildir çünkü uygulandıklarında tam da zorla yaptırmak istedikleri şeyi yaptırırlar. Onlara itiraz edilmeli, yok sayılmalı, karşı konmalıdır…”(4)
Sorun yine çok tanıdıktır:
“…Ama tabii ki companeros, bizim onlara karşı koyuşumuz hantaldır.”
Neyse ki avantajımız, sizin bu ülkede hukuk yapmayı -yahut bu yolla tahakküm kurmayı- zaten başaramıyor oluşunuz. Bu sayede bizi sürekli siyasi dinamiğin içinde tutup, sınırda etkili dövüşmemize imkân sağlıyorsunuz. Hantallaşacak vakti bulmak söz konusu değil.
Madem birazdan “suçlama listenizden” söz ederek dolaylı da olsa hukuka hizmet edeceğim; hiç değilse önce bir başkasından; “Hukuk Yapamamayı Başarmanın Sekiz Yolu” listesinden bahsetmekle işe başlayayım. Cotterel “The Morality of Law” dan aktarıyor(5):
- Kurallar oluşturamamak, yani her hususta ad hoc (olaydan sonra) karar vermek gerekmesi.
- Uygulanacak kuralları alenileştirememek.
- Geçmişe yürüyen yasaların kötüye kullanılması.
- Kuralları anlaşılabilir kılmamak.
- Çelişik kurallar çıkarmak.
- Etkilenen taraftan gücünün ötesinde eylem talep eden kurallar çıkarmak.
- Muhataplarının eylemlerini kural doğrultusunda yönlendiremeyeceği kadar sık değişiklik yapmak.
- Kural ile fiili uygulama arasında uyum sağlayamamak.
Hoş bir liste. Bence hepsi tutuyor ama listenin size daha tanıdık gelmesi için hiç değilse bir kaçına yerli ve milli “coğrafi işaretler” koyayım.
T.C Anayasası’nın otuz yedinci maddesi şöyledir: “Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz”
Madde daha çok yan başlığıyla ünlüdür : “Kanuni Hâkim Güvencesi”
Davaya bakacak hâkimin, dava açılmadan önce kanunla belirlenmiş olarak orada -zaten- oturuyor olmasını ve açacağınız dava için işinize geldiği gibi hâkim veya mahkeme seçemeyeceğinizi söyleyen bir kurala benziyor.
Bu davanın tensibini yapan mahkemeyi kanunla lağvettiniz ve dosyayı kendi seçtiğiniz bir başka mahkemeye taşıdınız. Yargılama devam ederken aynı delillerle, aynı konuda bir dava daha açıp dosyamı -bir kez daha- yargılandığım mahkemenin önünden kendi istediğiniz yargıcın önüne kaçırırken eldekini açık tutmayı sürdürdünüz. Size ilk gün söylediğimiz “aynı suçlama için iki kere yargılama” yapılamayacağını ancak Yargıtay aşamasında kabul edip, davaları birleştirdiniz. Mahkemelerin yetki ve görevleriyle -tam beş kez- oynayarak “özel yetkiyi” keyfinize göre değiştirdiniz. Tamamı siyasal iktidar tarafından seçilmiş bir kurulun -işini doğru yapan yahut tahliyemize karar vermiş her yargıcı mutlaka ayıklayarak- belirlediği özel bir seri oluşturdunuz.
Nihayet aynı suçlamayla 42. Yargıcın önündeyim.
“Kanuni Hâkim Güvencesi” derken, kural koymaya çalışıp becerememiş olabilir misiniz? Yoksa kuralla fiili uygulamayı tutturamıyor olmak maddesine mi daha yakın?
İşte bu “hukuk yapamamak” tır.
Bir başka örnek;
Mahkemece verilen “tutukluluğun devamı” kararları hukuksal meşruiyetlerini -büyük oranda- ilk tutuklama kararının hukuka uygunluğundan alırlar. Tamamen değil, çünkü tutuklama süresi uzadıkça bu meşruiyet azalır, ilk tutuklamanın nedenleri ve aciliyeti kaybolur; yeni gerekçeler göstermek zorunda kalırsınız.
Sürekli -dört satır şablonla- verdiğiniz devam kararına temel olan tutuklamanın; aynı kırk sekiz saat içerisinde, üçü mutlak yetkisiz dokuz hâkimin önüne konarak ancak verilebildiğini ve nihayetinde tutuklamayı veren heyetin “yakalama kararından” sonra atandığını fark etmiş miydiniz?
Biz etmiştik ve nasıl olabiliyor diye sorduk: Adli Yargı Adalet Komisyonu’nuz tatmin edici cevap veremedi: “Bilgisayardan olmuş olabilir” dediler anladığımız kadarıyla.
“Kanuni Hâkim Güvencesi” dediğiniz kural bunu yapamayacağınızı söylemiyorsa ne anlatıyor; güveç tarifi mi?
İşte bu “hukuk yapamamak” tır.
Veya, “Uygulanacak kuralı alenileştirebiliyor musunuz?” sorusu var listede. Gördüğüm kadarıyla ülkenizde avukatın müvekkiline “susma hakkı” kullandırması yasak. Şuradan anlıyorum; iddianamede beni açıkça -hatta istatistik koyarak- bununla suçlamışsınız. Böyle işe yarar ve güzel bir kuralı alenileştirmek de ister misiniz? Yasaya konulabilir mesela? Yoksa önce avukatın suçu işleyip yakalanmasını, sonra kuralın iddianameyle tebliğ edilerek kişisel açıdan alenileştirilmesini daha mı verimli buluyorsunuz?
İşte bu “hukuk yapamamak” tır.
(1) Meltem Gürle, “ÖLÜLERLE KONUŞMAK” [Shakespeare’den Joyce’a Tutunamayanlar’da Edebi Miras Meselesi], çev. Ümran Küçükislamoğlu, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2016, s.89 (Meltem Ahıska’dan mülhem notuyla)
(2) “HAİKULAR”, çev. Cevat Çapan, Kenan Sarıalioğlu, Sözcükler Yayınevi, 1. Basım 2011, s.69
(3) Austin Sarat, Ed., “HUKUK VE TOPLUM EL KİTABI” çeviri editörü: Ertuğrul Uzun, Islık Yayınları, 1. Baskı 2021, s.243
(4) John Berger, “A’DAN X’E”, çev. Aslı Biçen, Metis Yayınları, 3. Basım 2017, s.34
(5) Roger Cotterel, “HUKUK BİLİMİN POLİTİKASI” [HUKUK FELSEFESİNE ELEŞTİREL BİR GİRİŞ], çev. Saim Üye, Pinhan Yayınları, 1. Baskı 2018, s.208