Vinyet

ELİMDE GÖRMÜŞ OLDUĞUNUZ…

“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” Fuzuli

Hapishane Defterlerinde Nisan başından Haziran sonuna kadar her hafta birer Vinyet, Savunma, Deneme ve İnayet  bölümü paylaştım.

Diyelim ki tefrika roman pek parlak değil, deneme yazıları uzun, savunma kesikleri eskimiş olsun, hiç değilse Vinyet‘ler kısa ve yeniydi. Merhaba yazısında söylemiş olabilirim, işe başlarken “Yazma, sözün artık hükmü yok.” demişlerdi. On haftanın sonunda -hemen hemen- hiç geri dönüş alamadığıma göre, korkarım belli bir açıdan haklı çıktılar. Çok sevgili istisnalarım -onlar kendilerini biliyor- zaten yüz yüze uzun konuşabildiğim insanlar, ilişkimiz bu metinlerle sınırlı değil. Fotoğraf ve videoların desteklediği hızlı anlık duygu paylaşımlarıyla, emoji standardının “çeşitlendirdiği” konum bildirimleri sözün değerini azaltmış görünüyor. En azından söz podcast formunda iletilmemişse durum böyle anladığım kadarıyla.

“Partiye Hoş Geldin!” diyecek olanlara “Ateş düştüğü yeri yakarmış” diyeyim ama okuryazar kalıbı bölünebiliyorsa, yazar değilse bile okur yarıma haksızlık etmemek için ekleyeyim: Ben elime geçen her şeyi okuyorum, üzerine düşünüyorum, gerekliyse hakkında yazıyorum. Muhataplarıma ulaşmıyorsa, eh artık, hapisteyim!

Daha soğukkanlı bir başka tespit de şu olabilir: “Sözün değeri eskiden neydi ki şimdi azalmış olsun?” Ve bu arada zaten fark ettiğiniz üzere her iyimser yazar gibi üçüncü -ve muhtemelen en yüksek- ihtimali özenle yok sayıyorum, “Sözün ayarı düşmedi, sadece seninkini fazla dikkate değer bulmadık.”

 Çok tatsız.

Onuncu haftanın sonunda, benim açımdan her biri gerçekten yoğunlaşma gerektiren Vinyet‘lere ara verme nedenim bu tatsızlık olabilir. Bu sefer de dört haftalık aranın değil asıl şimdi, oturmuş yeni bir tane yazıyor olmamın açıklanmaya muhtaç hale geldiğinin farkındayım.

Yazarın ilk -ve son- ihtiyacının, okunmaktan çok bir şeyler söylemek olması en makul açıklama gibi duruyor. Jesus Salas Barraza tarafından dört kurşunla vurulan Pancho Villa’nın yerde kanlar içinde yatarken yanına gelen gazeteciye son sözü şuymuş: “N’olur böyle pisi pisine gebermeme izin verme! Herkese önemli bir şeyler söyleyerek öldüğümü anlat!”

Can sıkacak kadar tanıdık.

Ayrıca Villa da gayet politik bir tip ve söz hevesinin eğitimlilere mahsus olmadığını ispatlayacak kadar cahil. O yüzden şu heves üzerine biraz konuşmalıyız.

Yeni Ahit’in bence en ilginç kitabı olan Yuhanna şu cümleyle açılır: “Başlangıçta Söz vardı, Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı”. En çarpıcı kısmın Latincesi şöyle “…ET DEUS ERAT VERBUM”: Söz Tanrı’ydı. Devamında sözden “O” diye bahsederek “O’nun” -yani Tanrı’nın- insanların arasına inişini anlatır. Aramıza katılan Tanrı’dan daha ilginci, bize sözle iletilebilecek hiçbir şey -ve biz- henüz yaratılmamışken “var olan” sözün neye benzeyebileceğidir ki bence Tanrı’nın neye benzediği sorusundan bile heyecan verici bir belirsizlik budur.

Beni heyecanlandıran her neyse, Ruhların Arzuları‘nda Descartes’ın da aklında gibidir: “… bir konuyu benden önce hiç kimse temas etmemiş gibi ele alabilseydim.” Nasıl delice çekici ve bir o kadar imkânsız. “… Öyleyse varım” yargısını ambargo altına alabilecek sözden konuşuyoruz. Kül tablası için bile yapılamaz.

Aslında dikkatli bakılınca bunun -bugün nadiren rastladığımız- akademi dışı politik özgüvenin mayasında bulunduğu fark edilebilir: “Benden önce kimin, neyi, nasıl söylediğini bilmiyorum -veya ilgilenmiyorum- Bunu ben, bugün, burada söylüyorum ve söylediğim gibi yapacağım.” Yaptığınızın söylediğinizi ilginç -ve mümkün- hale getirdiği tek söz türü politiktir. Diğerlerinde söylenen, olanı tefsir etmeye çalışır.

Akademi için uygun değil elbette. Bırakın uzmanlık çalışmalarını, öğrencilikte ilk yılın ilk vizesinde çakılırsınız. Sizden önce aynı konuda söylenmiş her sözden -herhalde Söz’ün Tanrı olduğu zamandan bu yana- haberiniz varmış ve zaten onlar hakkında konuşuyormuş gibi yapılmadan akademik söz kurulamaz. O kadar böyledir ki; başkasından fikir çalmaya kıyasla daha az bilindik intihal türlerinden birisi, kendi özgün yargısını tırnak içine alıp sözü, izi sürülemeyecek sahte alıntıya gömmektir: “Zaten söylenmişti.” Tersten intihal! Yahut politik özgüvenin diyalektik karşıtı: “Hepsi benden önce söylendi yapıldı ben sadece

aktarıyorum -yapamam-“

Akademik söze saygı duyuyorum.

Özel bir tür saygı. Dublinliler‘in nefis parçalarından Bir Anne öyküsündeki Mrs. Kearney’in kocasına duyduğu cinsten bir saygı; “…Büyük Postane’ye nasıl saygısı varsa, kocasına da öyle saygı duyuyordu: Büyük, güvenilir ve sabit bir şey olarak, yeteneklerinin az olduğunu bilmekle birlikte bir erkek olarak soyut değerini tanıyordu…”

Karımın kulakları çınlasın hücresinde; bence de kocaların ve akademinin soyut değeri ciddiye alınmalı. Sözün daha uçarı, yaratıcı, heyecan verici formlarının fazlasıyla farkındayım; eminim Kearney Hanım da “dışarının” farkındaydı. Dünya kışkırtıcı bir yer. Akademide kalsam gözüm dışarıda olabilirdi.

Sözü ciddiye almak -sözlenen, eli kalem tutan veya dört mermi yiyen- herkes açısından evlilik kadar yaygın göründüğünden, üzerinde uzun uzun konuşma isteği uyandırmayabilir. Oysa politik söze, yahut politik bir durum -tarif, talep, çağrı- içeren söze âşık oluyoruz. İşte kan basıncını yükselten çekici bir konu! Allahtan devrimcilik nedeniyle sürekli tanım yapmam, tariflerime uygun çağrıda bulunmam ve taleplerimi bizzat eylemle cevaplamam gerektiğinden aynı zamanda onunla evliyim zaten: “Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı” (Yuhanna 1:4) Bu ışık; evdeyken, çalışırken, tatile giderken, birlikte hapse girerken -ve anlaşıldığı kadarıyla dört kurşun yemişken- kalbimizde taşıyabileceğimiz sözdür: Aşk evliliği!

Yine de hep yolunda gittiğini düşünmeyin, hevesleri körelten sorunlar var; onu konuşuyoruz zaten.

j. Ortega y Gasset henüz geçen yüzyılın ilk yarısında, sorunun çarpıcı bir veçhesini yakalar: “Herhangi önemli bir mevzu üzerine sohbet etmek bugün had safhada zordur. Her zaman olduğu gibi kültürel bir döngünün sonunda, dilin sözcükleri topyekün değersizleşmiş, birer yanılgıya dönüşmüştür. Biraz olsun prestijini muhafaza eden iki kelime -hapishane ile ölüm- bugün hiçbir anlama gelmemektedir, zira insan birbirine en zıt ve sudan sebeplerle hapse atılmış, akla gelecek her türlü bahaneyle öldürülmüştür…’’

Hapishane ve Ölüm paçayı kurtaramadıysa devrimin, özgürlüğün, kurtuluşun, aşkın ve daha nicelerinin akıbeti, sırf okuduğunuz söze tepki vermediğiniz için tehlikede olabilir. Ya da okumadığınız, yorum yapmadığınız, üzerine konuşmadığınız için diyelim. İlla benle konuşun demiyorum ama konuşacak itibarlı konu kalmadıysa, yapıp etmenin saygınlığı hatta imkanı da zarar görebilir.

Her söz için mi geçerli bu tehlike yoksa sadece politik sözün açmazı mı? Örneğin yazdıklarımın yorum yapacak kadar ilginizi çekmeyişinin nedeni politik tonları olabilir mi? Ve sadece dört hafta küsüp, sonra hiç teşvik edilmediği halde yeniden masaya oturan adama ne demeli? Ben neyin peşinde olabilirim? Hapisteki devrimcinin eğitimli bir Pancho Villa yahut kütüphanesine kilitlenmiş Don Kişot kabul edilmesiyle yetinilecek mi? Yok mu yani bir sorun? Öyleyse niye durmadan yazmak ve konuşmak isteyeyim? Dinlemiyorsanız, cevaplamıyorsanız, yorumlamıyorsanız neye yarayacak bu söz?

Aziz Augustinus’a atıfla düşünen Aquinolu Aziz Tomasso sözün nelere yarayacağını şöyle sıralar: “Cahillere öğretmeli, canı sıkılanları eğlendirmeli, tembelleri değiştirmeli.’’ Azizler, bunları Söz Ustası’nın görevi sayardı. Fakat söz ustalığı öyle durduk yere kendi kendinize sahiplenebileceğiniz sıfatlardan değil; muhatabınızın tepkisiyle kazanılıyor. Duyduğunuz hakkında söyleyecek bir şeyiniz olmadıkça, karşınızda konuşmaya devam edene daha tehlikeli sıfatlar yapışır: Ciarlore (çok konuşmak), Ciarlotore (çok konuşan), Ciarlatone (şarlatan).

Meydanlarda konuşup hikâye ya da ilaç satarak hayatını kazanan şarlatanı, hikâyelerini sevmediğimiz yahut ilacını denemek istemediğimiz için aşağılamayız. Öyle olsaydı bir hayatları olmazdı. İlacın hastalığımıza iyi gelmesini umar ve gerçek olmadığını bildiğimiz öyküyü keyifle dinleriz. Yoksulların bugün merdivenaltı zakkum konsantrelerini tereddüt etmeden yutup, keyifle tarihi diziler izlemesinde gizem yoktur. Siz bile kaçamak yapıyor olabilirsiniz ancak içtiğinin mucize kanser ilacı ve seyrettiğinin gerçek Osmanlı Tarihi olduğu iddia edildiğinde “orta sınıf’’ öfkelenir. Aşağıladığımız ilaç veya hikâye değil, şarlatanın ciddiye alınma talebidir: Doktor, üstad, kurtarıcı ve daha her neyse. Yoksuldan farklı olarak “Umut” aşağılanmaktadır. Sadece sahtesi denebilir mi? Eğitiminiz için yapılmış dehşetli kamusal/özel masraf ve kültür sermayesi dolaşımı düşünülünce sadece zakkum tabletiyle Muhteşem Yüzyıl’a değil New Life gıda takviyesi ve Netflix‘e de öfkelenmeniz umulabilirdi; olmadı. Geleceğin değil şimdinin parça parça örgütlenmesi meşru gözümüzde. Oysa kabızlığa, kelliğe, hemoroide ve iktidarsızlığa aynı anda iyi gelmeyen hiçbir ilaç bende heyecan uyandırmıyor artık, çünkü sınıfımı değiştirdim. Bu, umutla ilişkinizi değiştirir.

Şarlatan, sizin zaten hiçbir zaman olamayacağınız şeydir ve üzerine bir de hiçbir zaman umut etmeyeceğiniz sözü kurup ona güvenmenizi ister.

Bunun politikayla ne ilgisi var?

Var, anlatacağım; bana güvenin.

Genelde gösteri teknikleriyle biçimlenen hatiplerin, odalarından çıkmayan entelektüellerin yazma becerilerini dönüştürmeleri ve bu becerileri sözlü yapılan siyasal kavgalara uyarlamaları 1792 sonrasının en dikkat çekici gelişmelerindendir. Stephane van Damme “Hakikate Yelken Açmak” ta tiyatro oyuncularının politikaya atıldığı ve iyi bir konuşmacının kutsal rahipten, bilgin profesörden, asil prensten daha fazla kalabalık topladığı burjuva devrimi salonlarını/meydanlarını anlatır. Vaktiyle krallar devirmiş bu büyük şenliğin ne kadar yozlaşmaya müsait olduğunu gözünüzde canlandıramıyorsanız komedyen Zelensky’yi, oyuncu Paşinyan’ı, Fenomen Milei’yi seyredin. Yıkan ve kuran sözü, dinleten ve değiştiren sözcüyü merak etmelisiniz.

Politik sözün vahiyden, akademiden ve şarlatandan devşirdiğini kaynaştırarak “öğretme, eğlendirme, değiştirme’’ imkânını yaratması yeni değil ve karışımın formülü çok patlayıcı olabilir. Havaya uçurmak da değiştirmek sayılır.

Ama kimi değiştirmek?

Mesela ben; yazdıklarımı okuyacağını umduğum eğitimli, tedirgin, güvencesi azalmış, mutsuz “orta” sınıflara devrim yaptırmaya çalışıyor olabilir miyim?

Emin olun, hayır.

J.G. Ballard’ın Milenyum İnsanları‘nı okuyun, iyi romandır, aşağılanması gerekenin umut olmadığını ve hedef okur kitlemin niye devrim yapamayacağını bütün açıklığıyla anlatır. O söylemez ama ben söyleyeyim; devrimi proletarya yapacak, yeni sınıfım.

Her ne kadar ben sınıf intiharımı yıllar önce tamamladıysam da Hapishane Defterleri‘ni Ballard’ın “orta” sınıfı için yazdığım besbelli. Benden öğrenecek bir şeyleri olduğundan değil; akademili profesyonel öğrenmez, öğretir. Eğlendirmek peşinde de değilim: Çevrimiçi “hayatın” benden daha eğlenceli olduğunun uzun süredir farkındayım. Geriye değiştirmek kalıyor. Eski sınıfımı Umut’a ikna etmek için yazıyorum. Devrimi onlar yapmayacaksa da bir devrimle çağdaş olabileceklerini bilsinler diye. Eğer sözü zamanda ve mekânda üzerlerinden geçirebilirlerse, devrimci durumu, devrimin güncel titreşimlerini hissedebileceklerini deneyimle biliyorum. Umut diye buna diyorum.

Her politik söz gibi, söylediklerimi yazdığımla değil ancak yaptığımla ilginç hale getirebileceğimin farkında olduğum için hapisteyim. “Ölümüne Direnmek” kalıbının ne anlama geldiğini gösterirken ölen tanıdıklarım var. “Asla” sözcüğünün anlamını şerh etmek için otuz yıldır hapis yatan var burada. Blog yazmıyorum anlayacağınız, eylemli anlam bilgisi peşindeyim.

Potansiyel okurlarına “Niye yazdıklarım üzerine hiçbir şey söylemiyorsunuz?” diye sızlanan hatta “Niye yazdığımı okumuyorsunuz?” diye sitem eden yazarın boş işle uğraştığını dört haftalık arada tamamıyla anladım ve o konuda sustum artık. Ara o yüzden bitti.

“Anladım ve sustum diye yazmak gerekmediğini anladım ve sustum yazdıktan sonra” diyen Ülkü Tamer’i bir de buradan okuyup sevmek nasipmiş.

Okuyup yazıyor musunuz?

Sizde durum nedir?