YARGI RE-FORMU(*)
‘’Yargı Reformu Strateji Belgesi” isimli politik yol haritası, on yılda üçüncü kez önümüze kondu. 2009 ve 2015 güzergahları değiştirilmemiş; yeni patikalar, ücretli geçişler, dinlenme tesisleri konmuş.
Menzile ulaşmak için ilk ikisini hazırlayıp kılavuz edinen hukuk teknokratlarından üç- dört bin kadarını; küçük bir hedef sapmasıyla, kapalı hapishanelerin hücre ve koğuşlarına eriştirmiş olan bu harita değişmiş görünmüyor. Darısı üçüncüyü kılavuz edinenlerin başına olsun.
Fransızca “forme” kökünden türemiş ve bizde de yaygın kullanıma sahip geniş kavram ailesi üzerinde kısa bir akıl yürütme, meseleyi daha iyi anlatmama vesile olabilir.
Ortada bir “reform” olamaz. Çünkü iddia edildiği gibi zamanla “deforme” olmuş ve böyle “formaliteden” strateji belgeleriyle ıslah edilip yeniden “ideal forma” sokulabilecek “uniform” bir yargı bulunmadığı gibi, buna imkan tanıyacak bir “formasyon” da mevcut değildir.
Dilbilimsel gibi görünmesine takılmayın, gayet politik niyetlerle yazıyorum.
Form, sadece “biçim, şekil” anlamına gelmez. Öyle olsaydı bile Yıldız Sarayı bahçesindeki Çadır’ın konisinden, Silivri Hapishane kasabasındaki büyük duruşma salonunun dikdörtgen prizmasına uzanan yüz yıllık şekilsizlik tespitimizi haklı çıkarırdı. Türkiye’de yargı, hele ki özel olarak siyasi ceza adalet sistemi, hiçbir zaman “forma” sahip olmadı. Bu “reforme” edilemeyecek olmasının da temel nedenidir.
Oysa daha derin anlamıyla, yani bir ideal olarak Form; kendi “şeklini” aynada teşhis edebilmekten ibaret meymeneti kafi görmez. Yargı bu anlamıyla da “tipsizdir”; aynaya bakamaz. Kendi yansımasında gördüğü sıfata sahip çıkabilecek tipe kavuşmamış olmak anlamında söylüyorum. Çünkü bu anlamda “form”; objenin istenilen veya olması gereken durumuna karşılık gelen; yani aynadaki siluetin göze biçimli göründüğü; tipi yansıttığı “uğurlu anı”, başka deyişle “kurucu biçimi” temsil eder.
Türk yargısının “meymeneti”, yani formunu kurup tamamladığı o “uğurlu an” nerededir? Yaygın görüş bunun Cumhuriyet kodifikasyonunda gerçekleştiği yönündedir. En azından siyasi ceza adalet sisteminden söz ediyorsak, kısa ve acılı tarihi boyunca bırakın olmasını istediklerimizi; tarifinin asgari anlamını karşıladığı bir “formel” dönemi ben bilmiyorum. Sadece görmedim anlamında değil; duymadım ve okumadım.
Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne maruz bırakılanın “Sıkıyönetim mahkemeleri bundan iyiydi.” dediğini çok duydum. Darbeden önce edindiği askeri yargıçlık kariyerini sıkıyönetim koşullarında dahi korumayı deneyen heyetleri özleyenleri ayıplayamayız. Diğer yandan çeyrek yüzyıla yaklaşan avukatlığım boyunca, müdafi veya sanık sıfatıyla maruz kaldığım hiçbir özel yetkili mahkemenin, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin çırağı bile olamayacağını bizzat tespit etmiş durumdayım. Anayasal güvenceye sahip ve dört yıldan önce tayin dahi edilemeyeceği kanunla düzenlenmiş DGM yargıcının, hiç değilse özgüvenini özlediğimi de itiraf etmem gerekir.
Hepsi halka düşmandı. Ama bizim, yani mesleği mahkemede dövüşmek olanların, düşmanlarındaki kalite farkını ayırt edebiliyor olmasını da hoş görmelisiniz. Divan-ı Harp’i, Örfi İdare Mahkemelerini ve elbette İstiklal Mahkemelerini özleyen de vardır. Çalıştırıldıkları çağda sevenleri, destekleyenleri çoktu. O da onların ayıbı olsun. Neticede saydıklarımın hiçbiri düzgün mahkemeler değildi ancak bu gün elimizde kalan “merdiven altı” yargı faaliyeti içerisinde; düzgün veya değil, mahkeme bulunmamaktadır.
Mevcut anlamının en ideal formunu yaşadığı kısa bir an olmuştur, fakat bu iddia olunduğu gibi Cumhuriyet kodifikasyonu sayesinde değil, Gülen cemaati sayesinde yakalanmıştır. Her anlamda “enformel” olmaktan çıkıp, “formel” bir bütünlük elde etmiştir. Kaza tespit tutanağı tanzim eden trafik polisinden, Genel Kurul idare eden Yargıtay Başkanı’na kadar; adli kolluğun, savcının, yargıcın, adli tıp uzmanının, Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun ve hatta Adalet Bakanı’nın, tek bir imam tarafından, irice bir terliksi hayvan gibi tek hücrede çekilip çevrildiği model, ideal forma en yakın olandır. Zabıt katipliği sınavından yargıç sınavı mülakatına; komiser yardımcısı atama test sorularından Adli Tıp Kurumu ve TÜBİTAK kariyerine uzanan iştahı sayesinde tek bir boşluk bırakmamaya çalışarak anlam bütünlüğü elde edebilmiş ve bu sayede yürütmeden bağımsızlık kazanan ilk ve tek yargısal erki yaratabilmiştir. Başarısı ve trajedisi aynı temeldedir.
2013-2014 yıllarında, faal ve güçlü bir başbakanın oğlunu, bakanlarını, MİT Müsteşarı’nı, geçimini, birikimini, soruşturma ve kovuşturma konusu yapabilecek irade işte bu formun eseridir.
Denedikleri ve kendilerini trajik sonlarına kavuşturan eylemleri mümkün kılan bu vakumlu anlam bütünlüğü, her iktidarın sahip olabilmeyi şiddetle istediği “arzu nesnesi”dir. Ama trajik an geçmiştir, düne aittir ve her iktidar için “reform”la ulaşılmaya çalışılacak “ideal form” olarak kalacaktır.
Elbette yargı, cemaat “asr-ı saadetinde” ondan öncesinde ve bu gün yani her zaman basit anlamıyla “formel”dir. Devlete aittir. Onun içine devşirilmiş, içinden evrilmiş, içinde erimiştir. Yani “Resmi”dir. Fakat, tabiatı böyledir denemez. Başka tarihsel örnekler vardır. Türk yargısı ne Anglo-Amerikan jürisinin 18’inci yy’den bu yana sahip çıktığı “halk” katılımına ne de Kıta Avrupa’sı geleneğinin toprak ağası- junker sulh yargıcından bu yana şahsi mülkü kabul edip titizlikle merkezi iktidardan ve kiliseden sakınmaya uğraştığı bağımsızlığa sahip olmuştur. Kuvvetler ayrılığı; bir kral tarafından dengelenmiş soyluları, burjuvaziyi ve örgütsel gelişkinliğe sahip “ultra-montan” ruhban sınıfını gereksinir. Bugün anakronik hâle gelmiş olmasına rağmen, kurumsal varlığı, geleneğinin izini taşır ve kısmen bu izi sürer. O zaman bizimki de kendi hatırasının izini sürsün denebilir ki zaten sürmektedir. Devletlû kazaskerin, devşirme kadının; Allah’ın buyruğuyla Sultan’ın buyruğu arasında kaldığında gazabı erken ve kuşkusuz olanın sözünü dinleyen müftünün izini.
Allah’tan değil devletten, yoksuldan değil zenginden, sivilden değil askerden korkmak günah değildir. Çünkü korkutucu olan, takdirini ve azabını bu gün, burada gösterebilendir: “Kıyamet Günü’nü bu şekilde adlandırmamızın nedeni algımızdır, aslında o bir tür daimi sıkıyönetim mahkemesidir.“ der Kafka.
Adalet arayışı içerisinde yargı da din gibi açıkça devlet tarafından ellenmiş, onun adına dillenmiş, topuğundan bentlenmiş ve “formel” itibar karşılığında terbiye edilmiştir. Ahlaki veya mesleki bir terbiyeyi değil, gastronomik anlamıyla “marine edilmeyi” kast ediyorum. Yani yargı bizzat devlet eliyle; pişirme kolaylığı, lezzet yahut belki de bayatlığının gizlenmesi amacıyla soslanarak çürütülmüştür. Devlet, beslenme rejimi açısından, ayıya benzer, menüsünde sert taze et bulunmaz. Yürütme dışındaki hiçbir erki çürütmeden hazmedemez.
Türk yargısı, aynı Türk parlamentosu gibi, basitçe ve açıkça ölü balıktır. Bırakın özerk birer iktidar odağı olmayı, bu gün olduğu gibi onun bulanık sudaki yansıması kabul edilmeyi bile faşizmin inayetine borçludurlar.
O vakit neden varlıklarını sürdürmektedirler? Neyi, niye reform yoluyla ayakta tutmaya çalışıyoruz?
Çünkü bu balığın geniş ve yoksul halk kitlelerine yutturulması gerekir. Yani sofraya halk davetlidir. Bu tilkinin leyleği çağırdığı sofradır. Demokrasi, yargı bağımsızlığı, egemenliğin halka ait olduğu parlamento, hukuk devleti… Yemeğin kokusu ve görüntüsü iştah açıcıdır ama düz bir tepside sunulmuştur. Uzun gagayla yiyemezsiniz. Zaten yenmesin diye konulmuştur. İşte seyrederek ve koklayarak adalet açlığını gidermeniz gereken bu sofraya “burjuva demokratik, liberal, parlamenter hukuk devleti” deniyor. En azından ismi yemek zorundasınız.
Yemek; Alman, Fransız ve İtalyan sosları “kodifikasyon” yoluyla karıştırılarak, eski bir Osmanlı saray mutfağı tarifiyle hazırlanıp düz tepsiden ibaret Türk tipi bir kalıba dökülmüştür.
Biçimlenmesi, bu sefer sadece “resmi” anlamında değil “şekli” anlamında da formeldir. İçi, suyu, usaresi, çekirdeği, özü olmayan kabartılmış bir kabuktan ibarettir.
Türkiye’de yargı bugün bu vasat kalıbı bile yeniden üretememektedir. Kalıbının kurumu değildir. O yüzden biçimlenememektedir. Bu biçimlenme eksiğine “formasyon kaybı” denebilir. Reform yoluyla elde edilmeye çalışılan; işte bu formasyon kaybı ortadan kaldırılarak yeniden üretilebilecek sofra vasatının kendisidir. Ortada koklanacak yahut seyredilecek sofra bırakmadığınızda adalet açlığının bastırılması güçleşir, halk ayaklanır.
Stratejik belgelerin amacı yargının veya yargıcın değil, halkın onları kavrayışının dönüştürülmesidir. Yargıya güvenin arttırılması bu anlama gelir. Dönüşüm yargıya değil size önerilmektedir. Bu anlamıyla haklı ve gereklidir. Darbe yapan generali eteklemeye gitmek veya cübbe eteğinde çay toplamak, cübbeli veya cübbesiz cemaatler, her hükümetle anlaşabilen haysiyetsiz siniklik, rüşvet alabilecek uyanıklık, yasa tanımaz pişkinlik, kitap okumaz cahillik hep bu özsüz biçimlenmenin dışavurumudur. Bunlar semptom değildir. Arkasında bir hastalık yoktur. Bu yargının ta kendisidir. Gayet sağlıklı ve derin bir boşluk, yüzeysel bir neşe, gürbüz bir ergenliktir. Göründüğünden kötü değildir, çünkü görüntüsü dışında bir hiçtir.
Perdeyi havalandıran siyasi konjonktürün arkasından bu hiçlik sırıttığında, halkın sofradan kalkmaması için telaşla; “yargımızın kalıbı, biçimi bozuldu”; “deforme” oldu denir. Böylece bu uydurma deformasyon; bir ıslah, düzeltme, yeniden biçimlendirme yani “reform” yoluyla iyileştirilip tekrar “ideal forma” kavuşturulmak üzere mutfağa sokulur.
Ciddiye alıp komik duruma düşmemek için burada saymıyorum ama Strateji Belgesi’nin yüz sayfalık yavesinde sayılmış 9 başlık, 63 hedef ve 256 faaliyet içerisinde bir tanesi bile yoktur ki mevcut iktidar döneminde, en az iki keresi eski haline iade olmak kaydıyla, üç kere oynanmamış olsun.
Savunduklarına inanırlar mı? Zihinsel engelleri yoksa hayır. İnandıkları için değil inandırmak için anlatırlar. Değişmesi gereken yargı değil, yargıya güvendir. Yükümlülük onlarda değil, sizdedir. Değişin, bu kadar emeği boşa çıkarmayın demektedirler. Yine de genel olarak tarihsel çıkarları inanıyormuş gibi görünmekten geçer. Diktatörler, kabineler, yüksek yargıçlar, hukuk hocaları böyledir. Kötü değil, taraftırlar. Ahmak değil işbilir, sahtekar değil uzmandırlar. İstisnası Türkiye Barolar Birliği Başkanı’dır denebilir; Cumhurbaşkanı’nın elinde toplanmış gücün cezbesine kapılmış bu adamcağızın, kafasını sallamak, ellerini çırpmak yoluyla zikir halinde “reform” desteklemesinin sebebi akıl değil, duygudur. Kendisini sevmeyenlerin “adam bunu Anayasa Mahkemesi üyesi yapacakmış, iş takip ediyormuş, bunu galiba kabineye alacak…” türünden dedikodular yapması bu yanlış anlamadan, yani davranışlarının rasyonel bir amacı olduğu zannından kaynaklanmaktadır. Düğmesine basınca elindeki zilleri çırpan sevimli pilli ayıcıktan yahut her frene basıldığında arka camdan ritimle kafasını sallayan kadife köpekçikten daha derin bir amacı olduğuna inanmıyorum. Size kitsch gibi geliyor olabilir ama ben bu iki objeye de bayılırım. Yine de belli bir yaştan sonra sevginizi kamuya açık yerde belli ederseniz ayıplanırsınız. Siz de mümkün olduğu kadar genel kurullardan ziyade evine ziyarete gittiğinizde sevginizi gösterin ki avukatlık mesleğini bu sevimli ama sorunlu aksesuardan kurtarabilelim. Zikrini evde yapsın, kabahat de gizli ibadet de.
Türk yargısının ıslahının mümkün olduğunu savunmak “ölünün dirileceğine” iman gibidir. Diyelim ki imkan var, neden bir ölünün dirilmesi istensin? Elbette yaşamı, hatıraları, varlığı sevenleri tarafından özlendiği için diyebilirsiniz. Burada özlenebilecek bir yaşam söz konusu değildir, zaten ölü doğmuştur. Eski hâline iadesi elimize ölü bir bebek vermekten ibaret olur.
Ölü, reforma tepki vermez, çünkü gerekli güç ve yeteneğe sahip değildir. Bu yeteneğe “formda olmak” denir. Kısa cemaat dopingi sayılmazsa yargı, tarihi boyunca hiç formda olmamıştır. Onun tutturduğu form da halka yaramamıştır.
Pekiyi ne oluyor? Bu çaba nedir? Önem verilmediği hâlde bir zorunluluğa bağlı olarak yapılmış gibi gösterilen işler “formaliteden” ibarettir. İlginç olan, girişimin kendisi değil, bağlı bulunduğu zorunluluk, uygun görüldüğü zamandır. Yani doğru soru, bunlar reform mudur veya yargı reformla düzelir mi değil; niye bugün ısıtıp önümüze koydular olmalıdır.
Hem zamanlama hem niyet için bir çok tahminde bulunulabilir. Yenilenen İstanbul yerel yönetim seçimi, yıl sonuna kadar ödenmesi gereken dış borçlanma taksitleri için yeni borç alabilmek umuduyla kredi notu yükseltmeye çalışmak, halkın bıkkınlığının tepkiye dönüşmesini sahte umutlarla ötelemek benim ilk aklıma gelenler. İşi bilenler daha uzun bir liste yapabilir. İhtiyaç her neyse biraz azaldığında yahut karşılandığında reform rezilliği de unutturulup yaşamımızdan çıkacaktır.
“Senin bir önerin var mı?” diyecekseniz; her dereceden “resmi” mahkemeyi, hakimliği, savcılığı ve suç kolluğunu lağvedip, yerine tek dereceli yerel halk komite ve meclisleri koymak önerilebilir. Bunu yaparken bozmuş olduğunuz toplumsal düzen, yeni organizasyonu işletebilir hâle geldiğinde de çalışma ve yaşam havzaları temelinde bölgesel kural koyucu organlar oluşturabilirsiniz. Sevdiyseniz, adına halkın kendisini yönetmesi deniyor.
Bunun için devrim gerekiyor diyorsanız, ne alâ, ben zaten devrimciyim. Ama biz sadece reform konuşmak istiyoruz diyenlere reformun reformistlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğu hatırlatılmalıdır. On yedinci yüzyıldan bu yana sizin “reform yapıldı” zannettiğiniz her alan, ayaklanmış ve devrimci yöntemlerle düzeni değiştirmeye çalışan halk kitlelerinin ateşini söndürmek için ıslah edilmiştir. Reforma reformistler değil devrimciler sebep olur, reformu reformistler değil iktidarlar yapar. Yine de reformistler hep olmuştur ve korkarım olmaya devam edecektir. Olsun.
Ortada reform yoktur. Taslağı, stratejisi ve belgesi de olamaz. Çünkü Türkiye’de yargı yoktur. Mimari tasarım özürlü alışveriş merkezlerini andıran adliye saraylarında iş tutan; yürütmenin plastik protezden bir uzantısıdır. Bunun yeniden kalıplanmak üzere sökülmesi bile hayalinizdeki en radikal reformun sınırlarını aşar.
Reformist siyasal muhalefetin tek tesellisi şu olmalıdır: Eğer iktidara gelme umudunuz varsa fazla endişe etmeniz gerekmeyebilir.
Yürütme soyut bir kavramdır. Onlar yürütsün veya siz yürütün, Adliye yürütmenin adamı olmaya devam edecektir. Eski efendileriyle gitmek zorunda kalacak kadar çok açılmış üç beş tanesi dışında, necip adliyemizde; taraf olabilecek fiziksel, ruhsal, ahlaki yaşam belirtisi gösterecek çapta özne bulunmamaktadır. Giden ağaysa, gelen paşadır.
Türk yargısı efendi seçmez, bu nedenle de tarafsızdır. Bir yere bağlanabilecek kadar sertleşmiş kemik-iskelet sistemi geliştirememiş olduğundan mutlak surette bağımsızdır. Zaten bağlamaya çalışırsanız da elinizden kayıp itirafçı olur. Kıyamete kadar böyle mi gider? Devrim yapmazsak evet. Zaten kıyamete de fazla anlam yüklemek haksızlık olur: Yok başka cehennem, yaşıyorsunuz işte.
“Sen yine de bir tahminde bulun, ne olacak sonumuz?” derseniz: Biz kazanacağız derim.
(*) 25 Haziran 2019 Tarihinde Gazete Duvarda yayınlanmıştır.