ODADAKİ FİL
[İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7-11 Kasım 2022 tarihlerinde okunmuştur.]
Sonra Yusuf’un suçsuzluğu konusunda
bu kadar açık delilleri gördükleri halde
o adamlara şu düşünce baskın geldi:
“Her ne olursa olsun,
onu bir süre daha zindana atsınlar.”
Daha önce dosya üzerine konuşmanın faydasız olduğunu söylemiştim:
“Sadece bunu hak etmeyecek kadar kötü hazırlandığı için değil; bir ‘dava dosyası’ karşısında olduğumuz yanılsamasını sizinle paylaşmadığımın bilinmesi açısından da böyle. Onun yerine, doğrudan aramızdaki gerçek meseleyi konuşmaya başlamak daha verimli olacak…”(1)
Anladığım kadarıyla, salonda benim bulunduğum yerde tutulandan beklediğiniz, dosyada kusur bulmak. Önce bu hevesin tehlikesinin farkında olduğumu hatırlatıp sonra devam edeyim:
“…Şolohov, Durgun Don’da bir hikaye anlatır. Ataman’ın toplantısının başlamasını bekleyen gençlerin birbirine takıldığı bölümde anlatılır: ‘…geceyi bozkırda geçirip üstüne örtecek balık ağından başka bir şeyi olmayan çingenenin hikayesini duydun mu? Soğuk iliklerine işlemeye başlayınca uyanmış, parmağını ağdaki deliklerden birine sokmuş, sonra anasına dönmüş: ‘Meğer buradan cereyan yapıyormuş, ben de hava soğudu sandım’ demiş…”
Parmağımızı ‘dava dosyanızdaki’ bir deliğe geçirip ‘İşte! Cereyan yapan yeri bulduk!’ demeyeceğiz.
Üzerine örttüğü balık ağıyla ısınmaya çalışan çingenenin kendisini kandırdığı gibi ‘Türk Ceza Adalet Sistemi’ne güvenip haklarını korumaya çalışan sanık da donarak ölecektir. Çünkü gerçek değilsiniz, kurumsal değilsiniz, güvenilir değilsiniz. Kısaca yoksunuz veya ‘zaten yoktunuz’….”(2)
Bunları söyledikten kırk sekiz saat sonra tahliye edildiğime göre biraz haksızlık etmişim ve bunları söyledikten sadece yetmiş iki saat sonra hapishaneye geri döndüğüme bakılırsa da yanılmamışım.
Bugün de -artık kontrolsüz yırtık görünümündeki tek bir istisna dışında- ağdaki deliklerden değil, odadaki filden konuşmayı tercih edeceğim.
Odadaki fil, haklarındaki iddianame ve hükümlerden anladığımız kadarıyla her türlü sahteciliğin profesyoneli olan cemaat adli bürokrasisidir ve bundan söz etmek istemeyen -“hukuka aykırı” delilden de söz etmek istemediği için- aslında bu dosya hakkında konuşmuyor demektir.
Elinizde bizim hakkımızda “suç iddiası” barındıran dört farklı düzeyde evrak var. Düzey’den kastım, sadece belgeleri hazırlayanların statülerine değil, belgelerin işlev ve zamanlamalarına da işaret etmek.
İlki polis fezlekesi, ikincisi basın açıklamaları “külliyatı”, üçüncüsü iddianameler ve dördüncüsü duruşma savcısının mütalaası.
Bunlar arasında etiketleme kabiliyeti en yüksek, ancak hukuksal tahakküme katkısı en düşük olanlar basın açıklamaları. Bu kıymetli evrak, bazen fezlekeleri yahut gözaltıları takiben ve her örnekte mutlaka iddianameleri önceleyerek, dönemin başbakanı, adalet bakanı, içişleri bakanı ve İstanbul başsavcısı tarafından sözlü olarak basınla ve kamuoyuyla paylaşıldılar. Hatta son içişleri bakanı hakkımızdaki soruşturma devam ederken, bakanlık bütçesiyle hazırlatılıp basılmış bir de kitapçık yayınlattı.
Hepsini dosyaya sunduk.
Haklarında işlem yapmaya gücünüzün yetmeyeceği adamlara ilişkin aklınızı bulandırmamak için; Anayasa’nın 138. Maddesi ile yaptıkları işin yasaklandığını, Ceza Kanunu’nun 277. Maddesinde bu davranışa iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası öngörüldüğünü, 288. Maddede ise ön ödeme kapsamında ikinci bir para cezası uyarısı bulunduğunu söylemiyorum.
“Zaten bu açıklamalardan etkilenmediğiniz için suç oluşmaz” demek isterdim ama maalesef her ikisi de “teşebbüs” suçları; yani size ne olduğunun pek bir önemi yok.
Basın açıklamalarına şöyle bir göz atmakla, tamamen gerçek dışı verilere dayandıklarını, dosya içerisindeki sahte delil mevcudunu bile kat kat aşan uydurma iddialar barındırdıklarını kolayca görebilirsiniz.
Biraz önce “kıymetli evrak” derken eğlenmiyordum, önemli olduklarını düşünüyorum. Ne dediğimi açıklayabilmek için aralarından en ünlüsünü, dönemin başbakanının altı ayrı yer ve zamanda tekrar ettiği konuşmalardan sadece ilkini hatırlatmama izin verin:
“Şimdi bakınız, çok açık, net söylüyorum, bir apartman dairesinde değerli kardeşlerim, gecenin yarısında avukatlar toplanıp, on bir çelik kapı, orada ne iş görür? Bu çelik kapıların arkasında, ardında acaba neler yapılıyor? Ve bu çelik kapılar tabii açılmıyor, bir taraftan kaynak testerelerle ve sairelerle bunlar açılmaya çalışılıyor, tabii açılamayınca ne yapacak güvenlik? Nereden girebiliyor buraya, oradan girecek. İtfaiye yardımıyla, desteğiyle bu defa merdivenlerle camdan buraya giriliyor. Ne görülüyor içerde? Ne isterseniz var; yakılmak istenen evraklar, kimlikler ve saire, sahte kimlikler, hepsi orada yakalanıyor. Kim bunlar? İşini iyi bilen avukatlar. Ve dışarıda bakıyorsunuz bazı avukatlar, onlar da o avukatlarla ilgili: ‘Avukatlara müdahale edilemez!’ Hadi canım sen de, nasıl edilemez!?”(3)
Henüz prompter devri olmadığından dil zayıf ama takdire şayan bir hayal gücü söz konusu: Bağlaçlar ve noktalama işaretleri dışında her harfi yalan. Aslında ben o sırada anlatılan yerde değildim, öyleyse nasıl yalan olduğundan bu kadar emin olabiliyorum?
Gerçeği merak eden için dosyada polisin video çekimi ve arama/zaptetme tutanağı var.
Sıradan bir daire kapısını, bir buçuk dakikada kırarak açıp gece yarısı büroya doluşup, yerleşiyorlar. Yanlarında savcı yok -trafiğe takıldı diyorlar- arama emri yok -savcıda diyorlar- bunların hepsini anlamak da üç dakika sürüyor, etti toplam dört buçuk dakika. Sonrası, saatlerce savcı bekleyerek ve devamında arama yapılarak geçiyor. Tamamı kayıtlı.
Dairede başka tek bir çelik kapı olmadığını videodan görebiliyorsunuz. Arama tutanağı dosyanızda, -bakmak yasak değilse bir göz atın- az önce sayılanlardan hiç birisi yok, hepsi yalan kısacası.
Şimdi soru şu; Bir başbakan, devam etmekte olan bir soruşturma ile ilgili -niye konuşur demiyorum, demin niye konuşabildiğini söyledim- niye böyle kuyruklu bir yalan atar?
Birkaç seçenek var. Mesela kandırılmış olabilir mi? O yıllarda yürütülmüş bazı soruşturmalar için “Kandırıldık, Allah affetsin” dedi sonradan. Bu dosya için bana ulaşmış bir af talebi yok. Gerçi zaten mağdurdan değil Allah’tan af dilediği için belki de içinden söylemiştir. Sonuçta size ulaşan bir talep de yoksa, hukuksal açıdan şöyle diyebiliriz, bilerek isteyerek uyduruyor.
O zaman ikinci seçenek, nasıl olsa ortaya çıkmayacağını, çıksa da bu yalan nedeniyle kendisine hiçbir şey yapamayacak olduğunuzu gayet iyi biliyor olması. Eğer öyleyse ilk kısmında yanıldığını ama ikinci kısmını tutturduğunu söyleyebiliriz. Onun açısından önemi yok, çünkü Etiketleme (labeling) zaten böyle çalışır.
Hukuksal bir faaliyet olmamasına rağmen, neyle suçlandığımızın kavranabilmesi için bu açıklamaları tüm dosyanızdan, yani adli kolluk, savcı, yargıç elbirliğiyle üretilmiş “yargısal” belgelerden -hem işlev hem de derinlik açısından- çok daha başarılı bulduğumu söylemeliyim.
Sizin hukuksal tahakküm yeteneğine sahip olmadığınızın ortaya çıktığı on yılın sonunda, siyasal tahakkümün bu doğrudan iddiaları hiç değilse taraf teşkiline daha elverişli görünmektedir. Siz ve biz: Yalan ve gerçek. Ancak iş bundan ibaret değil; doğru muhataba yöneltilmiş yalan, iddianın değilse de muhataplığın niteliğini garantiler. Siyasal iktidar gerçek muhalifini bulmuş, korkusunu, kaygısını doğru yönlendirmiş; muhatabını tutturmuş denebilir en azından. Elbette ikinci tutturduğu da dosyanıza dâhil olmuş bu çapta yalanlar karşısında etkisizliğiniz veya çaresizliğiniz.
Niye böylesiniz?
Adliyeye bu kadar yatırım yapılmasına rağmen niye bu adamcağız size güvenmeyip kendi işini kendisi bitirerek sağlama almaya çalışıyor? Yahut aynı soru bir başka açıdan sorulabilir: Niye siz derdinizi -örneğin- başbakan berraklığında ifade edemiyorsunuz? Onun hemen oracıkta hüküm kurması için gözaltından sonra on gün ve biraz hayal gücü yeterli olmuşken siz on yılda hüküm kurmayı neden beceremediniz? Bunlar önemli sorular.
Meselenin bir yönü, Ceza Adalet Sistemi’nin inşası, yürütülmesi ve bugün artık çözünüyor olması ile ilgili; bir diğer yön siyasi davanın ceza adalet sistemine niye dâhil olamayacağını gösteriyor ve son olarak elbette kadro liyakati ve hukuk yapma becerisinin bulunmamasının da etkisi var.
Son etkiyle ilgili fikrimi birkaç yıl önce mahkemede belirtmiştim; Türkiye’de kurumsal olarak yargının varlığından söz edilemeyeceğini düşünüyorum. Görüşümde herhangi bir değişiklik olmadığından hatırlatmakla yetineyim:
“Aslında şeklen cumhuriyetin ilk döneminde olduğu gibi, yoksul çocukları arasından devşirilmiş; nispeten yaş, kıdem ve bir miktar da liyakat esas alınarak tabakalanmış yargıç kastına dayanıyor olmanıza rağmen; nitelik açısından bunlarla herhangi bir benzerliğiniz kalmamış. Devşirilmiş olmaktan ziyade kılıçtan geçirilmiş, daha doğrusu bu kastın bakiyyetü-s süyufu olduğunuz anlaşılıyor. Askeri cuntalar, ulusalcı klikler, fırsatçı liberal hükümetler, dini ve ticari cemaatler ve nihayet Temmuz Darbesi’nin kılıç artığı olarak Türk yargısı, artık sadece bir kimlik (gelenek, kast vb.) değil, olgusal varlık bile iddia edecek durumda değildir…”(4)
Gayretinizi yahut mesainizi hafife aldığımı düşünmeyin, bilakis çeyrek yüzyıldır sizinle aynı mekanda çalışıp, durumunuzu anlamayı deniyorum.
(1) İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi, 2018/84 Esas, SORGU
(2) SORGU
(3) SAVUNMALAR, s.59
(4) SORGU