CEZAYA BİR AMAÇ YÜKLENMEYEBİLİR Mİ?
[İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 24-25-26 Aralık 2013 tarihlerinde okunmuştur.]
En az ilki kadar köklü ikinci bir teoriye göre, ‘adaletin’ sağlanmasından başka bir amacınız yoktur. Bu Hegel’ci adalet tanımına göre; ‘Ceza, usdışı bir eylem aracılığıyla gerçekleşenin olumsuzlanmasıdır’(1) Yani bizden gelen ‘olumsuz bir davranış’ olan suçu, inkâr etmek/olumsuzlamak için bu cezayı çektiriyorsunuz.
Dolaylı ya da beklenen bir amaç yok; intikam yok, nefret ve tiksinti yok, sadece hak ettiğimiz ceza var. New York Daily Tribune gazetesine yazdığı 18 Şubat 1853 tarihli ‘Ölüm Cezası’ üzerine makalesinde Marx; eldeki tezlerden en çok bunu beğenir ve hiç değilse ‘soyut hukuk açısından, insan onurunu kuramsal düzeyde tanıyan’ bir ceza hukuku anlayışı olarak görür. ‘Ceza suçlunun hakkıdır ve bizzat (özgür eylemiyle) kendi kendisine yüklediği bir hak onayıdır.’ dedikten sonra:
‘Suçluya salt adaletin nesnesi, kölesi olarak bakacağı yerde, Hegel’in, suçluyu kendi kaderini kendisi belirleyen özgür bir varlık katına yüceltmesi açısından, bu formülde kandırıcı bir şeyin bulunduğundan kuşku edilemez. Konuya daha yakından eğilecek olursak, başkaca durumlarda olduğu gibi burada da Alman idealizminin kurulu toplum düzeninin kurallarını üstü kapalı bir biçimde onaylayıp meşrulaştırdığını görürüz.’
tespitini yapar.(2)
Bu durumda suç bir kere ‘işlendikten’ sonra, cezadan kurtuluş artık yalnızca delilere ve zihnen olgunlaşmamış oldukları için çocuklara yönelik bir imkân olabilir. Biz aklı başında yetişkinlere ise cezayı çekmek kalıyor. Ancak yaygın bir uygulama, yani katil kamu görevlilerinin çeşitli yollarla cezadan kurtarılması anlamına gelen ‘cezasızlık hali’ üzerine tam burada konuşmalıyız. Onların deli veya çocuk oldukları öne sürülmediğine ve insan öldürdükleri de ortada durduğuna göre, başka bir işlem gerçekleşiyor olmalıdır. Böyle bir diyalektik zincir, henüz ölüme çare bulunmadığından ancak son önermeye müdahale ile dönüştürülebilir. Bu müdahale zincirin tamamını değiştirir. Failin davranışı haklıdır (hatta o davranış bizzat devlet aklıdır), usdışı olan cezadır ve ceza vermek devlet aklının olumsuzlanmasıdır. Bu durumda son bir olumsuzlama, yani ‘cezanın inkârı’ faili kurtarır. Görüldüğü üzere son önermeyle basitçe oynayarak ‘adalet beklentisi’ ile ilişkisi geriye doğru o kadar kolay kesilebiliyor ki Marx’ın uyardığı gibi yavan bir meşrulaştırmadan ibaret.
Ethem’in katilini salıveren yargıcın; “…kim ne derse desin, bir milyon kere daha önüme gelse meşru müdafaa!” demesi, işte bu zihinsel yavanlığın heyecanıdır.
Bu cinsten yargıç coşkularının temeli ‘taraflı olmak’ gibi sığ bir kavramla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Coşkunun, dinsel bir cezbe gibi sürekli değil de epilepsi krizi gibi hep birbirine benzer durumlarda peydah olması gözden kaçmamalıdır:
“Tarafsızlık sorunu, (…) ceza yargısında iki grup suça ilişkin yargısal tutumda billurlaşır. Bunlar ‘devlet aleyhine cürümler’ ile daha çok bu cürümlerin takibi ve soruşturmasında devlet görevlilerinin işledikleri (işkence, öldürme ‘–yargısız infaz–’) gibi suçlardır. Aslında bu suçları bir kategori halinde ‘devlet lehine cürümler’(3) olarak nitelemek ifade ve tasnifte büyük kolaylık ve ahenk sağlardı…”
Örneğin kapatıldığımız soruşturma günleri boyunca; bizi her seferinde video konferansa zorlayarak bir kere bile önüne çağırmayan akılla, hüküm verecek mahkeme önünde sorgulanması istenen bir katilin duruşmadan ‘videoya’ kaçma isteğini hemen kabul eden akıl, aslında aynı düzenlemeyi ahenkle yorumlamaktadır: Videokonferans!
Kastettiğimiz yargıçların ‘devletçiliği’ değil. O konuyu bir meslektaşınız, yargıç Kemal Şahin zaten gereği gibi bağlamış; “Yargının devletçi olduğu saçma ezberinden artık kurtulalım. Çünkü yargıda devletçilik, politik olarak devleti tercih etmek anlamına gelir. Oysa, Türkiye’de yargı ve yargıçlar her türdeki güç ve iktidarlar karşısında tercihsizdirler. Yersiz ve yurtsuzdurlar. Onları herhangi bir siyasal tercihe yöneltecek olan ortamdan da yoksundurlar. Bu nedenle de yargıda tercih edilen şey devletçilik değildir. Türkiye’de olan şey, yargı ve yargıçların, diktatörlükler karşısındaki sinik gelenekleridir ki bu durum onların ‘devletçilik’ geleneğine eklenmesini değil, bu geleneğin sıradan bir nesnesine indirgenmesini gerektirir.”(4)
Dolayısıyla şimdilik ilgilendiğimiz devletçilikten çok, ahenk. Yargıcın halleri üzerinde ileride zaten yeterince konuşacağız.
Cezasına ‘amaç’ yüklenmemiş bir hapis seçeneğinin olumlu tarafı, Kant’ın da altını çizdiği gibi, hiç değilse bizi kendi amaçlarınız için ‘ıslah’ etmeye çalışmamanız olurdu; ‘Hukuki cezalandırma, asla suçlunun kendisine veya sivil topluma ilişkin bir başka iyiyi geliştirmek adına bir araç olarak kullanılmamalı; ceza her durumda, suçluya sadece suç işlediğinden dolayı verilmelidir. Zira insan, asla sadece bir başkasının amaçlarına hizmet eden bir araç olarak kullanılamaz ve asla eşya hukukunun konusu olan nesnelerle karıştırılmamalıdır. Gerçekten insan, sivil kişiliğini kaybetmeye mahkûm edilse bile asli kişiliği (yani bir kişi olarak hak ettiği) onu bu şekilde davranılmaya karşı korumaktadır.’
İnsanları on üç yıldır içinde çürüttüğünüz F Tipi tecrit/tretman sisteminin işkence niteliğindeki ödül ve cezaları, Kantçı seçeneğin de pek kuvvetli olmadığını düşündürüyor. Tecriti biliyorsunuz; tretmanı merak ederseniz tanımlamak zor, ama deneyelim. Örneğin incelememiz için gönderdiğiniz ve yaklaşık 50 (elli) gün boyunca bize gösterilmeyen ‘dijital dava dosyası’ nı nihayet göstermeye karar verdiklerinde şöyle yazmışlardı:
“Adı geçen tutuklunun karar tarihinden sonra geçen sürede kanun, tüzük ve yönetmeliklere aykırı olarak hareket ettiği tespit edildiğinde kararın idare ve gözlem kurulu tarafından yeniden değerlendirmeye tabiî tutulmasına…”
Yani dava dosyasını, hem elli gün sonra, hem de ancak ‘akıllı durursak’ görebiliyoruz. Bizi o binada kapalı tutmanızın sözde tek nedeni olan kâğıtları, ancak o binada akıllı durursak bize göstermekle ve durmazsak göstermemekle tehdit ettiğinizde; ‘bizi orada tutmak istemeniz dışında’ hiçbir kâğıdın önemi kalmaz. İş, ‘yargısal amaçlı’ bir kapatma olmaktan çıkar. Bu halin, infazla yargılama arasındaki, sıralı olmayan üstünlüğe işaret eden çok önemli bir başka yönünü ileride konuşacağız. İşte bu yüzden de hapis yatırmak yeterli oluyor mu, yoksa başka bir fiziksel işe girişir misiniz, yine buradan kestirmek zor. Uzlaşmaz teorik kökenlerine rağmen, ıslah etmeye çalışmanın etik açıdan yanlış bulunması anlamına gelen ‘Asli kişiliğin korunması’ ile ıslah etmeyi ve hatta yargılamayı denemenin politik olarak gereksiz veya masraflı bulunması anlamına gelen ‘Asmayalım da besleyelim mi?’ arasındaki çizgi pratikte fazla kalın değildir.
NOTLAR:
(1) Bravo, Dr. Hamdi, HFSA kitap 19, s. 165 vd.
(2) Aydın, Dr. Devrim, Cezalandırmanın Amacına Dair Teoriler, Suç ve Ceza 2011 sayı 4 s. 92 vd.
(3) Sancar, Mithat, ‘Devlet Aklı’ Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul 2012, 6. Baskı.
(4) Radikal Gazetesi Eki (İKİ), 16.09.2012