Çapraz İlik
15 Temmuz sonrasında “Hukuk” üzerine düşünmenin verimli bir yolu bulunabilir mi? Sanıyorum mümkündür. Ancak bu imkana katkısı olacağına inanmadığımdan; “Tam o sırada gerçekleşen neydi ki tarih kitabımızın arasına bir ayraç yerleştirmek isteyelim?” sorusuna cevap vermeyeceğim.
Cevabım olmadığından değil. Kadim belalımız “Hukuk” hakkında bir anlatıya temel teşkil etmek için tarihi fazla yakın bulduğumdan. Efsaneyi bilirsiniz: ABD Başkanı Richard M. Nixon’ın Çin Halk Cumhuriyeti ziyaretinde “Fransız Devrimi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorması üzerine, Mao Zedung’un “Henüz kesin bir değerlendirme için erken” dediği söylenir. Eh, konuşma yapıldığı sırada üzerinden daha iki yüz yıl bile geçmemişti gerçekten.
Her iki tarafın danışmanları da anılarında “68 baharındaki Paris olaylarından konuşuluyordu” diye düzeltmesine rağmen, sosyalistlerin tarihsel bir olgudan açıklıkla söz edebilmek için, onu yaratan konjonktürden çıkılması gerektiğini düşündüklerini başımıza kakmak için anlatılır durur.
Kısmen doğrudur ama haksızlık edilmemek kaydıyla. Bir siyasal darbenin günü gününe analiz edildiği, geleceğe ilişkin -istisnasız hepsi tutmuş- 20 yıllık öngörülerde bulunulan “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” hepimizin başucu kitabıdır ve daha iyisi de yazılmamıştır.
15 Temmuz 2016 hakkında mutlaka bir şey söylemek gerekiyorsa, “Devlet’e bir şey olmuştu o gün” demekle yetinelim şimdilik. Kısa göründüğüne bakmayın; “Anna Karenina”yı özetlemek için “Olay Rusya’da geçiyor” demek kadar gerçekçidir.
Devletin hukuksal bir organizasyon olduğuna ikna edilmiş durumdayız; oysa değildir. Elimizdeki numuneyi; temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alındığı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk organizasyonu yahut kısaca Türkiye Cumhuriyeti diye çağırıyoruz. Fena değil. Devletin hukukla tutkulu ilişkisini, basitçe birini diğerine indirgeyerek sadeleştirmek zor görünse de bu adın, sayılan yüklemleri taşıdığı yahut en azından taşımaya elverişli olduğu kabul ediliyor. Sayılanların “sıfat” yerine “yüklem” diye adlandırılmasını bir dilbilgisi kusurundan çok devlet teorisi tercihi kabul ederseniz sevinirim. Bu durumda geriye kalan iş, yaygın hukuk ihlallerinin listesini çıkarmak gibi duruyor. Zahmetsizce tamamlanabilir. Zaten içeriğin, olgudan çok vaatten ibaret göründüğü ortada. Hiçbir güvencenin doğru düzgün işlemediğini fark edebilecek kadar günlük gazete okuyorum ve bunun hepimizde uyandırdığı acıyı hissedebilecek kadar uzun süredir hapisteyim. Ancak görev tanımımız konusunda aynı fikirde değilim. Bir listeye değil, haritaya ihtiyacımız var. Tanımda ihmal edilmiş, hatta tercihen işlevsiz bırakılmış yüklemler olabilir, hep vardır ama beis yok; tanımlar her zaman defoludur.
Gençliğinde çok yoksulluk çekmiş, hayvan sever ressamı hatırlayın mesela; vejetaryen, siyasetçi, savaş gazisi. Bütün dünya birleşip üzerine yürüdüğünde bile inançlarından taviz vermemiş, asla teslim olmamış bir dava adamı. Yenilgiyi kabul etmeyerek yaşamına bizzat son vermeyi seçtiğinde, genç ve güzel bir kadına “Sen yoksan ben de yaşamak istemiyorum” dedirtmiş bir aşık. Evlenmiş ve aynı gün -köpeklerini de arkada bırakmadan- birlikte intihar etmişler. Bu etkileyici yüklemlerin öznesini de kısaca “Führer” diye çağırıyoruz. Adı, Adolf Hitler. Elbette, bir kere daha, tanımın defolu olduğunu kabul ederim ama anlattıklarımın hepsi gerçektir.
Görünen o ki, sadece “Devlet” gibi genel kavramlarla uğraştığında değil; belli bir yere, zamana ve hatta özneye ait olduğunda dahi tanımlar zorlayıcıdır. İhmalen veya tercihen bırakılmış boşluklara yaşamlar, kitlesel ölümler, soykırımlar, ortak malların yağması, kayırmacılık, hırsızlık, işsizlik, açlık, enflasyon ve tutsaklık sığar. Nihayet aynı boşlukta hukuk veya siyaset adı altında bolca kanlı soytarılık da gerçekleşir. Boşlukların haritasına, parçaların birbirine teyellenmesine hatta daha iyisi iliklenip düğmelenmesine ihtiyacımız var. Öyleyse hukuk, don biçilirken temkinli olunması gereken kavramlardandır.
Öncelikle -her materyalist gibi- sözcüklere makul şüphe ile yaklaşacak kadar adcı (nominalist) davranmak zorundayız ancak durum bundan ibaret değil. Hem dil hem de tarih, hukuka bilinçaltı yan anlamlar eklemeye devam eder. Hukuk üzerine konuşmakla; özgürlükten, adaletten, eşitlikten, güvenlikten, uyum ve düzenden konuştuğumuz hissine kapılabiliriz. Carlos Santiago Nino’nun isabetle tespit ettiği gibi, bu hal “garip bir duygusal ağırlıkla sözcüğü iyice bulanıklaştırır”. (1) Yahut bunların zaten aynı şey olduğuna inananların az olmadığını bilerek dil yerine ideolojiden söz edelim: “…(H)ukukun; gerçekliği bir de hukuk olarak kurma işlevi kaçınılmaz olarak ideolojik niteliktedir. Toplumsal gerçeklik, hukuksal bir kuruma veya kurala dönüşürken, zorunlu olarak yeniden ifade edilmekte, tipleştirilmekte ve eğilip bükülmektedir…”. (2) Elbette dil ve ideoloji ile ilişkimiz, anlamın tamamen ortadan kalkmasına izin vermez, vermemelidir. Bu da ikinci materyalist yükümlülüğümüz: İstediği kadar katmanlı ve çağrışımlı olsun, dünya bilinebilir.
O vakit, gerçek Hukuk nedir; 15 Temmuz’dan sonra ona ne oldu? Elimizdeki çok kullanılmış, hasarlı, ikinci el kavramın idealar aleminde bozulmadan saklanmış “hakiki” bir anlamı bulunduğuna inanmıyorsak, sorunun yeniden düzenlenmesi gerekir: Bize ne yapılıyor ki olanı “hukuka aykırılık” diye anlamlandırmamız bekleniyor? Size biraz acımasız görünebilir ama mülkiyet, sözleşme ve haksız fiilin varlığını, işlevini ve dönüşümünü toplumsal ilişkilerde görüp tanımaya gücü veya aracı olmayanın, bunların hukuksal görünümleri hakkında keseceği “ihlal var” ahkamı ucuz edebiyattır.
Ortak mallarımız özel mülkiyetle, emeğimiz sözleşmeyle ve mücadelemiz haksız fiille tahrip ediliyor. Bunu bize yapanın bir akla, iradeye, güce ve hepsini kat eden bir sınıf bilincine sahip olduğu kesindir. Oysa hukuku yapan; akıl, irade, amaç, tarih dışı bir doğal ilke değildir. (3) Hukuk da toplumsal ilişkileri yapmaz. Ünü, güzelliğini gölgelemediği için alıntılamaktan sıkılmadığımız “Elimde tutmakta olduğum bu Kod Napolyon (Fransız Medeni Kanunu) modern burjuva toplumunu yaratmamıştır. Tersine 18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda gelişen burjuva toplumu, hukuksal ifadesini bu Kodda bulmaktadır yalnızca. Bu toplumsal koşullara uygunluğu sona erer ermez bu Kod basit bir kağıt parçasına dönüşür…” (4) ifadesi, bunu hatırlatır.
İyi ama biz hukukun gelişmesinden, dönüşmesinden değil ihlal edilmesinden söz ediyorduk denebilir. Hukuk deneyimi, yasanın konulmasından veya uygulanmasından ibaret değildir. Hiçbir yasal dayanağı bulunmayan devlet uygulamaları -ki 15 Temmuz sonrasında sıkça sızlandık- özneler tarafından hukuk olarak deneyimlenir. Devletin bu uygulaması hukuk sistemi ile çelişse de hukuktur. Böylesi bir hadiseyi gözlemlediğimiz zaman, bir toplumsal ilişkinin hukuk kuralına dönüşmekte olduğu sonucuna varabileceğimiz gibi bunun bir bozukluk, hukuka aykırılık olduğunu da söyleyebiliriz. (5)
20 Temmuz 2016’dan itibaren gündelik yaşamımızda cevelan eden Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri iyi bir örnektir. Kavrayabilmek için, çapraz seçimlik iki pozisyon var: Ya “Anayasa ihlal ediliyor, hukuka aykırılık var” diyeceksiniz veya “Meşru bir fiili durum oluşmuştur hukuksal hale getirilmesi icap eder” diyeceksiniz; ki ikisi de söylenmiştir. Ancak her ikisi de kararnameleri işten çıkarılma, banka hesaplarına el konma, okuldan atılma, tutuklanma şeklinde “deneyimlememizden” sonra söylenmiştir. Başka bir deyişle, biz zaten ihlali hukuk olarak deneyimlemiştik. Neticesinden bakıldığında Bahçeli haklıydı; OHAL KHK’leri, “Başkanlık” rejiminin erken sınırında kurulmuş meşruiyeti (veya riski), önceden satın almaktan ibaretti. Adı bugün Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi olan sistem artık anayasaldır.
İşte ilik budur. Şimdi düğmeyi arayacağız: Biz ne yapmalıyız?
Hamburg Eyalet Senatosu 23 Kasım 1971’de “aşırı solcu ve sağcıların kamu görevinde çalıştırılmamaları”nı kararlaştıran metni kabul etti. Willy Brandt, 28 Ocak 1972’de bir KHK ile bu uygulamayı ülke geneline yaydı. Hukuk ihlali? Mümkün.1975 yılına kadar 553 solcu ve 5 sağcı işten çıkarıldı. Altın oran. Mahkemeye gitmek gerekir mi? Evet. 1939 yılında yargıçlığa başlamış Charles Edmund De Chapeaurouge ve 1941 yılında savcılığa başlamış Willi Geiger isimli iki Nazi artığı yargıç, birçok kez hukuka gayet uygun olduğuna karar verdiler. Belki Anayasa’ya aykırıdır? Mümkün ama Karlsruhe (Federal Anayasa) Mahkemesi, 25 Temmuz 1975’te memuru yeniden tanımlayarak sorunu çözdü: “… devleti benimseme ve bu uğurda her şeyi yapma…” görevi olan kişiye memur diyoruz; solcular bu tanıma girmiyor.
Ne yaptılar? Yüz binlerce cemaatçinin yanı sıra, sağdan soldan birkaç “Kamu Emekçisi” sendikası ne yaptıysa onu; sızlandılar. Schneider’ın “Bir Anayasa Düşmanı” kitabını okuyun. (6) İlik, aynı iliktir.
İliği çapraz düğmelemek gerekiyordu; onu da Nuriye Gülmen ve arkadaşları yaptılar. Yüzlerce kez gözaltına alınarak, yüz binlerce lira para cezasına çarptırılarak ve nihayet tutuklanarak işlerini geri istediler. Devrimci çözüm budur. Bu da düğmedir ancak iliğin karşısında durmaz. Hukukun bilinmesinde uygulama ve deneyimin belirleyiciliği, devlet iktidarının onay verdiği, koruduğu, benimsediği toplumsal ilişkilerde ortaya çıkar. Yasanın gücü (legis virtus) şundan ibarettir: Buyurmak, yasaklamak, izin vermek, cezalandırmak (imperare, vetare, permittere, punire). Tahmin edebileceğiniz üzere, bunu bizzat yapmadığı gibi “hukukçular” eliyle de nadiren yapar. Bu, bürokratın işidir.
Hitler “hukukçu olmanın Almanya’da utanç kaynağı olarak görüleceği günün özlemini duyuyorum” dediğinde, aklında bu onay (ve elbette cezalandırma) işlevini kendiliğinden kotaracak bir bürokrasi vardı. Bu işler kendiliğinden bilinç gerektirir. Mevcut içişleri bakanımızın “hukuk” kelimesi karşısında hissettiklerini anlayabilmenin yolu, III. Reich İmparatorluk Kültür Komisyonu sözcüsünün hassasiyetini kavrayabilmekten geçer: “Ne zaman kültür sözünü duysam elim tabancama gider”. (7) Refleks hayat kurtarır.
Başkan veya bürokrat meşruiyetini anayasadan almaz, anayasa -gerekirse- arkadan gelir ve hukuk deneyimimiz yasa konmasına yahut uygulanmasına katılmakta değil, bürokrasi tarafından onay verilmiş toplumsal ilişkilerimizde doğar. Direnmek gibi teslim olmak da bu ilişkileri değiştirdiği için hukukla deneyimlenir. Yani doğru, faşizm var ama bu konuştuğumuz faşizmin değil hukukun tabiatıdır.
Mevcut rejimin cemaatli “hizmet” varyantı, neredeyse buna yakın bir “Altın Bürokrasi Nesli” yetiştirmişti. Hemen hemen elli yıllık emek demektir bu: Trafik polisinden Yargıtay başkanına, adli uzmandan cumhuriyet savcısına, ordu komutanından öğretmene. Eldeki malzemeyle “som” imalat yapmaya vakit yetmediğinden, 15 Temmuz günü ve devamında devletin cesedinden altın kaplama diş gibi sökülüp hapishaneye atılan bunlardı.
Elli yılda dönüştürülebilmiş sermaye, mülkiyet, okul, yurt, kredi, himmet ve basın ağına yaslanan toplumsal ilişki bir günde parçalandı. Kayıkçı kavgası değildi. Faili oldukları kanlı darbe soytarılığı kadar mağduru oldukları işkenceli istiskal de bürokrasinin tarihinde ilktir. Nazi Partisi’nin ünlü “Uzun Bıçaklar Gecesi” hariç tutulursa tasfiye sırasındaki şiddet, sağın tarihi açısından üzerinde durulması gerekecek kadar ayrık ve ürperticidir. Sola karşı iki yüz yıldır vakayı adiyeden sayılabilecek devlet şiddeti -en azından bu ülkede- ilk defa kendi elini bu kadar derin ısırdı. Aileleriyle birlikte birkaç milyon “ehl-i sünnet” sağ seçmeni kubura süpürerek canını ancak kurtarabilmiş olan siyasal islam, 15 Temmuz sonrası iktidarına, belli ettiğinden çok daha ağır yaralı başladı. Güvensizlik, kadro yokluğu, liyakat eksiği ve yağma edilecek kamu malı azaldıkça ters orantılı yükselen havuz nepotizmi, hukuk ve devlet düzenini sürdürülemez hale getirdi. Kangren olarak kesilen uzvun yerine, kendi içinden çıkmayacağından, yeni ve yine zorunlu, şekilsiz ittifaklar protezlendi. Mafya liderlerinin videolarla ayar verdiği, kontr-gerilla şeflerinin oğullarına milletvekili kontenjanı açılmak zorunda kalındığı, “ergenekon mağduru” ulusalcıdan iktidar ortağı tarikatçıya, ülkücüye herkesin pay alıp cemaatin boşluğuna talip olduğu bu günlere geldik. Bir süre daha böyle gidecektir ancak önlerine ilginç bir sınav çıkabilir. Şiddetle parçalayıp -şimdilik- sindirdikleri gerçek toplumsal ilişki ağı ne olacak? Toplamı değil, sadece sağcı siyasal kültürü düşünün.
Haydi ben bir kehanette bulunayım. Kehanet de neymiş demeyin; “Sonuçların öngörülebilirliğini kabul etmek, sebeplere hakim olmanın ilk adımıdır”. (8) Geleceği öngöremiyor olsak geçmişi de anlayamazdık; zira şimdiden bakınca, hemen hemen aynı kodla çalışır bu ikisi.
Gerçek toplumsal ilişkilerden, bunların belirleyeceği iktidardan ve yansıyıp kırılarak düzenleneceği hukuktan söz ediyoruz bu sefer. Bir çapraz ilik de “ceza hukukunda” karşımıza çıkacağı için Gülen cemaati ve sağ kültür ilişkisine değinmeliyiz. Benim izlenimim, sağın kendi elinden aldığı ısırığın enfeksiyon kaptığı yönünde. Birkaç on yıl içinde, mağduriyetini ve “fedakarlığını” kendisine bayrak yapmış eski altın neslin; edebiyatla, sinemayla, kişisel tarih ve elbette siyasetle sağ kültüre döneceğini sanıyorum. Sağın sınırlı “Türkçe ezan, 1944 Turancılık Davası, Risale-i Nur okumalarıyla Kur’an kurslarına idari tazyik, başörtüsü ve nihayet 12 Eylül tutsaklıkları ve birkaç idam…” listesinden hep ekmeğini yiyip asla sahip olamadığı doğurgan “mağduriyet” nihayet mülk edinilmiştir. Hem de bu temellükü taşıyabilecek bir kadro derinliği ve kitle genişliği tarafından. Birkaç on yıl mı dedim? Can Yücel’in ağzından konuşan Hamlet’in dediği gibi “zembereğinden boşalmış bir zaman bu”; belki çok daha kısa sürer. Bugün kesinleşmiş mahkeme kararlarıyla tanımı sabitlenmeye çalışılan 15 Temmuz’u bir de o gün dinleyin: Yolsuzluğa karşı “cihadı” ve zorbalığa karşı “şehidi” göreceksiniz. Artık “politik göçmen” sayılabilecek zengin kadro birikiminin, vaktiyle yağmalanıp yurtdışına istiflenmiş sermaye yardımıyla toplumsal ilişki ağını restore edip sağın tarihini yeniden yazmaya gücünün yettiğini öğreneceğiz. Bugün ceza hukuku sandığımızın, birbirlerinin işlerini uygun ceza affı yasa tasarılarıyla (bill of indemnity) (9) unutmaya, yeniden hatırlarken de devletin ve iktidarın hukuk dışına çıkarılamayacak kesintisiz varlığı karşısında değersizleştirilmeye ne kadar açık olduğu anlaşılacaktır.
Resmi tarihin zafer kazananların yalanları olduğu bilgisi yeni değildir; asıl unutulmaması gereken “onun aynı zamanda yenilenlerin öz aldatmacaları”nı da barındırdığıdır. (10) Uyanık olup kendisini hukukla avutmaması gereken biziz.
Ne demek öz aldatmaca?
2013 Ocak ayında tutuklandım. Hakim karşısına ilk çıkışım 22 Aralık 2013. Doğru, 17-25 Aralık’ın “tam ortasındaki” 22 Aralık. Bizi tutuklayan soruşturma dosyasını hazırlayan yaklaşık on beş üst düzey polis ve adliye bürokratı, aynı zamanda ünlü yolsuzluk soruşturmasında da imzası olan isimlerdi.
Çaprazlayalım.
Bu adamlar sahtekardı, sahte delillerle bana (ve dönemin başbakanına) komplo kurmuşlardı. “Yaptıkları bütün işlemler ve soruşturmalar ortadan kaldırılmalıdır.” Kulağa hoş geliyor. Bu hukuksal çözümdür ve yanlıştır.
Yahut cemaat bürokrasisi rejim düşmanı olduğumu gayet isabetle tespit etmişti; durdurulmam şarttı ve elbette dönemin başbakanı, ailesi ve bakanlarıyla birlikte kamu mallarını yağmalayıp rüşvet almaktaydı; durdurmaya çalıştılar. Hukuksal olarak kusurlu ve siyaseten en doğru seçenek.
Çaprazlamaya devam.
2017’de aynı dosyadan tekrar tutuklandım. Beni yine rejim düşmanlığından tutukladılar diyelim; polis ve adliye bürokratları değişmişti. Bu sefer cemaat mensupları paralel devlet kurmaktan ve vatan hainliğinden hapishaneye geldi. Yalapşap yargılandık, hüküm giydik. İktidar partisinin avukatlıkta tutunamamış eski teşkilat üyeleri ile insan yokluğundan hızla terfi ettirilmiş, Dunning-Kruger sendromuyla malûl otuzlu yaşlarında gençlerden müteşekkil seyyar heyetler, mahkeme mahkeme gezerek hepimizle ilgilendi. İlk seçenek, adil yargılanmadım; sahte deliller, düzmece itirafçılar kullandılar; anayasal güvenceleri hiçe sayan bir komploya maruz kaldım. Tabii bu durumda, silahlı eyleme kışkırtılmış bir avuç polis ve asker dışında yüzbinlerce cemaatçi vatandaş da aynı adamlar tarafından mağdur edildi. Hukuksal olarak isabetli, siyaseten abesle iştigal. İkinci seçenek, hepimiz iktidara taliptik; iktidar tarafından durdurulduk.
On yıllık “hukuksal” işlemin sonucu: Sıfır toplam, kasa kazanır. Kasa, asla “hukuk dışı”na çıkmakla itham edilemeyen, hesap sorulamayan, ele geçirilemeyen sistematik suç örgütüdür: Devlet.
Bürokratın altın cinsinden ayar düşüklüğünün, cehaletinin hiçbir önemi yoktur. Buyurulanın, onay verilenin, yasaklananın ve cezalandırılanın kesintisizliği, onun varlığına muhtaçtır. Justin Kruger ve David Dunning’in kapsamlı çalışmasından adını almış bu sendrom, kısaca cehalet ve bilgisizliğin çekingenlik yerine abartılı bir özgüven yaratması olarak dışa vurur. Anayasa Mahkemesi kararı tanımayan, usul kuralı bilmeyen, en canlı hukuksal deneyimi “Ceza Muhakemesi dersinin final sınavında sorulmuş sorular”dan ibaret bir sığlık. Yaptıkları işle yüz yüze getirilmeleri başarıldığında, adına “itirafçı olmak” denilen derin bir hayrete düşebilir yahut “ben söyleneni yaptım” diyerek tevekkülle infazın bitmesini bekleyebilirler. Altın neslin başına geldi; gümüş nesil de hukuku deneyimleyecektir. Daha şık bir örnek ise Dunning-Kruger’in klasiğidir: Yüzüne limon suyu sürdüğü için banka güvenlik kamerasından kimliğinin tespit edilemeyeceğine inanan soyguncunun -öyle duymuştur- polis merkezinde görüntüleri izlerkenki hayreti.
Şimdi bütün ilikleri, çaprazlarında duran düğmelere geçirelim.
İlik alegorisinin gözünüzde canlandırmasını beklediğim görüntü gerçektir; doğru (ya da hukuki) düğmelere geçirilmediği için kumaş iyi kapanmamış gibi görünür. Estetik algımız uyarır; “çirkin durdu, çapraz bağladın!”.
Estetik huzursuzluğun sebebi mücadelenin talep ettiği bedeldir. Acı çekmek, işkence görmek, hapis yatmak, işten atılmak, oyundan erken çıkmak, yoksul kalmak, halk için ölmek istemeyiz. Huzur, refah, düzen, güvenlik, haz talep ederiz. Bulanık zihnimiz, C. S. Nino’nun bilinçaltı hatırlatmasındaki gibi garip bir duygusal yoğunlukla bizi hukuk düğmesine yönlendirir: “Buradan anlamlandır!”.
Çapraz ilik, ezilenlerin siyasetidir. Sürekli kasanın kazanacağını bilmesine rağmen masayı terk edemeyen kumarbazın bağımlılığını kırmaktır siyaset. Kumar, dünyayı hukukla anlamlandırma çabasıdır.
Ebru Timtik çok iyi bir avukattı. Onu, kendisini yargılayanlardan çok daha önemli bir hukukçu yapmaya yetip artacak kadar iyi bilirdi oyunun kurallarını. Bilmek gerekir. Hukuk’un içinde siyaseti temsil eden yeri bulmak -ve doldurmak- gerekir. Sanatta veya felsefede siyasetin rolünü tartışırken Louis Althusser’in söylediği gibi: “Bu kolay bir şey değil, çünkü siyasetin felsefe ve tiyatrodaki yerinin nerede olduğunu bulmak için, felsefenin ve tiyatronun nasıl işlediğini ve siyasetin orada nasıl temsil edildiğini bilmek gerek”. (11) Hukuk için de geçerlidir bu. Ebru, doğru yeri bulmuştu.
Zor olan sadece bulmak değil; Yüksel Caddesi’nde, hapishanede, adliyede, karakolda ve nihayet gerekirse avukatlık büronda yarattığın sığınakta onu savunmaktır. Düğmeyi çapraz iliklemek, özgürlüğünü ve yaşamını ortaya koyarak faşizme karşı direnmektir. Adalet için ve iktidar talebiyle.
15 Temmuz’dan sonra Hukuk’a ne oldu? Boşverin. Ülkenin en dirençli avukatlık geleneği boğuşuyor zaten o işle; geliriz hakkından. Siz bütün dikkatinizi yaşama; elimizden alınan ortak mülkiyete, elimizi bağlayan sözleşmeye ve elimizi kıran haksız fiile yöneltin.
Özetten öğrenmek yetmez. Siz “Anna Karenina”yı ve “Komünist Manifesto”yu baştan sona okuyun. Ceza kanunlarını her devirde okuyan bulunur, size ihtiyacı yok; zaten çok sıkıcıdır.
Biz kazanacağız.
SON NOTLAR:
- Hukuk Nedir? Cemal Bâli Akal, 2. Basım 2019, Zoe Kitap, s.29
- Marksizm ve Hukuk, [Diyalektik Hukuk Bilimi], Onur Karahanoğulları, 1. Baskı 2018, Yordam Yayınları, s.264
- g.e., s.117
- “Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi Davası”, Karl Marx, 1849
- Karahanoğulları, a.g.e., s.117
- Bir Anayasa Düşmanı, Peter Schneider, Çev: Semih Tuğrul, 1. Baskı, Haziran 1977, Milliyet Yayınları
- Kültür Eleştirisi ve Toplum, Theodor W. Adorno [Edebiyat Yazıları içinde], Çev: Sabir Yücesoy, Orhan Koçak, 1. Basım 2004, Metis Yayınları
- Portreler, John Berger, Çev: Beril Eyüpoğlu, 1. Basım 2018, Metis Yayınları, s.189
- İstisna Hali, Giorgio Agamben, Çev: Kemal Atakay, 1. Baskı 2018, Ayrıntı Yayınları, s.19
- Bir Son Duygusu, Julian Barnes, Çev: Rıfat Kırkoğlu, 2. Basım 2013, Ayrıntı Yayınları
- Sanat Üzerine Yazılar, Louis Althusser, Çev: Alp Tümertekin, 1. Baskı 2004, İthaki Yayınları, s.80
Ve Son Bir Not:
Akal ve Karahanoğulları hocaların bazı cümlelerini tırnak işaretinden ve bağlamından çıkararak kullandım. Onları tenzih etmek gerekir ve M. Bloch’un dediği gibi; savaşın ortasında “kütüphanesinden uzak düşmüş” yazarları mazur görmek.
Göreceklerini biliyorum; malımız mı bölünmüş?