Bize Çamur Atmış Olabilir Misiniz?
[İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 24-25-26 Aralık 2013 tarihlerinde okunmuştur.]
Kefaret, Cezanın Olumsuzlanması ve Islah/İbret. Bu üç temel kuramdan sonra belki dördüncü ve son olarak diyebilirsiniz ki; “Biz hukuk felsefesinden de ceza adaleti ideolojisinden de anlamayız. Bizim öyle derin değil, daha gündelik amaçlarımız var”. Neden olmasın? Yani diyorsunuz ki; “Hükümetin sizden hoşlanmıyor olduğunu duyduk. -Hakikaten duyulmayacak gibi de değildi- Eldeki malzemeyi karıştırıp üzerinize sıvadık, harcı eksik kaldıysa da izi iş görür...” Pekiyi gerçekten böyle midir?
Etiketlendirme Kuramı’na (Labeling Theory) göre, toplumun suç olarak tanımladığı davranışı göstermekle suçlanan kişi, o davranışın suç olup olmadığına, hatta o kişi tarafından
gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine bakılmaksızın etiketlenir.
Bakın Başbakanınız TBMM Grup Kürsü’sünden, TV Ana Haber’den ve birkaç özel programdan, tam altı değişik yer ve zamanda, hakkımızda neler demiş?
“O senin savunduğun avukatlar o örgütün mensupları ve bunlar çelik kapılarla tamamen örülmüş bir binanın içerisinde gecenin yarısında toplantılar yapıyorlar. Orada bütün bilgisayarlarda, orada birçok disketlerde, birçok evrakların içeriye güvenlik güçlerimiz girdiği zaman yakılmış olması manidardır. Demek ki bu avukatlar orada boşuna bulunmuyor!..”
Devam,
“CHP Genel Başkanı çıktı, terör örgütü mensubu avukatların gözaltına alınmasını kıyasıya eleştirdi. Bir hafta sonra bu örgüt Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği’ne saldırı düzenledi ve bir vatandaşımız hayatını kaybetti, bir gazeteci kardeşimiz ağır yaralandı. Ama CHP Genel Başkanı çıkıp terör örgütünü savunmaya, ona kol kanat germeye devam ediyor…”
Devam,
“Tutuklu gazeteci, tutuklu avukat diyerek dünyanın en kanlı bu terör örgütü ile muhabbetiniz nedir?”
Ve nihayet,
“Şimdi bakınız, çok açık, net söylüyorum, bir apartman dairesinde, değerli kardeşlerim, gecenin yarısında avukatlar toplanıp, 11 çelik kapı, orada ne iş görür? Bu çelik kapıların arkasında, ardında acaba neler yapılıyor? Ve bu çelik kapılar tabii açılamıyor, bir taraftan kaynak testerelerle ve sairelerle bunlar açılmaya çalışılıyor, tabii açılamayınca ne yapacak güvenlik? Nereden girebiliyor buraya, oradan girecek. İtfaiye yardımıyla, desteğiyle bu defa merdivenlerle camdan buraya giriliyor. Ne görülüyor içeride? Ne isterseniz var; yakılmak istenen evraklar, kimlikler, vesaire, sahte kimlikler, hepsi orada yakalanıyor. Kim bunlar?
İşini iyi bilen avukatlar. Ve dışarıda bakıyorsunuz bazı avukatlar, onlar da o avukatlarla ilgili: ‘Avukatlara müdahale edilemez’ Hadi canım sen de nasıl edilemez!?”
Önünüzdeki dosya ve tutanaklara bakınca, beyanların tamamının gerçek dışı olduğunu ‘siz’ görebiliyorsunuz. Bağlaçlar ve hitaplar dışındaki her kelimesi yalan! Ama bu yalanın halk
üzerindeki etkisini temizleyebilmemiz için bize ne bir ‘grup toplantısı’ ne de ana haber bülteni tahsis edecekler. Elimizdeki tek kürsü bu…
Şimdi biraz, bu çapsız sahtekârlığın nedenleri üzerinde düşünelim. Bir davranışın etiketlenmesini sağladığınızda, işiniz kolaylaşır ve gerçekten de maddi cezadan önce toplumun gözündeki ceza iş görür. O kadar ki etiketlenen kimsenin kendisi hakkındaki algısı bile bozulur ve değişir. Başbakanınızın üzerimizde denediği türde bir dışlama ve yaftalama, normalde bu haksız cezanın infazına tepkiyi azaltmış olurdu. Yani damgalanmış olurduk.
Salona bir göz atın, mesleğimizin en önde gelen isimleri burada; dünyanın her yerinden avukatlar gelmiş, baro başkanları, hukuk hocaları, avukatlığın duayeni meslektaşlar, gaze-
teciler burada. Dosyaya sunulmuş vekâletnameleri saymaya çalışın ve bütün bu insanlara alıcı gözüyle bir bakın, sizce toplum bizi ‘suçlu’ olarak etiketlemiş mi? Dışlanmış gibi miyiz?
Dördünüzden başka bizim suç işlediğimizi düşünen var mı size göre? Hiç zannetmiyoruz.
Ama ‘Biz yeteriz!’ diyorsanız, öyle olsun. Karşılıklı olarak birbirimizin boynuna birer yafta asacağız demektir. Sözleşip yirmi yıl sonra Taksim’de buluşalım; bakalım hangimizinki
daha erken düşmüş, hangimizin etiketi hâlâ boynunda parlıyor olacak?
Sizin evinizde, bizim tutsaklıkta geçirdiğimiz şu bir yıla bakınca sanki bizim etiketin bedeli daha yüksekmiş gibi görünüyor değil mi? Bundan önce de çok bedeller ödendi. Avukatlar onurları için canlarını, sağlıklarını, mesleklerini kaybederek mücadele ettiler. Halka ve kendilerine karşı suç işleyen rejimleri, onların hükümetlerini, mahkemelerini, polislerini, ordularını, kontrgerillalarını hiç unutmadılar.
Böyle durumlarda eli bağlı olanların söylemesi adet olmuş sözler vardır: “Tarih sizi değil bizi yazacak!” hamasetini boş verelim, “Sokrat’ı, Bruno’yu, Galileo’yu yargılayan hâkimlerin adını kim hatırlıyor?” edebiyatını da geçin!
Tam tersini söylüyoruz: Biz sıra neferiyiz ve adımızın unutulmasından hiçbir endişemiz olamaz. (1) Verdiğimiz mücadele sahiplenildikten sonra, unutulmaktan onur duyarız. Bu öykünün sonunda asıl utanacak, unutulmayı dileyecek ve unutulmuş olmayı umacak olan sizsiniz; ama sizin adınızı ve yaptığınız işi unutacağımızı da asla düşünmeyin. Biz halkın avukatlarıyız, Karagöz’le Hacivat’ı öldürenin bile künyesi bizde hâlâ kayıtlıdır!
Vakay–ı Hayriye’den bu yana, oligarşik bir sırayla birbirinizi ipe çekiyor ve buna utanmadan siyasî tarih diyorsunuz.
Mithat Paşa’nın yargılandığı Yıldız Sarayı bahçesindeki Çadır Mahkemesi’nin, İttihatçıların ter döktüğü Nemrut Mustafa Divanı’nın, iki ayrı kuşak İstiklal Mahkemeleri’nin, bütün tarihinize yayılmış Komünist tevkifâtının, 1944 Türkçülük ve Turancılık davasının, 49’lar davasının, Yassıada’nın, 12 Mart ve 12 Eylül Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin, DGM’lerin, Özel Yetkili Mahkemelerin ve sizin hikâyelerinizi unutmayacak ve unutturmayacağız. Birbirinize yaptıklarınız nedeniyle değil; iktidarda bulunduğu sırada her birinizin, istisnasız olarak, bize yaptıkları nedeniyle.
Mağdurken “Adalet!” diye ağlayıp, elinizde güç varken nasıl ikiyüzlüce vurduğunuzu biz hatırlıyoruz ve size de unutturmayacağız. Biz köylü ayaklanmalarının, işçi grevlerinin, ayaktakımının bütün kazan kaldırmalarının kayıtlarını tutuyoruz. Siz sefere çıkarken biz çift bozduk; siz devlet kurarken biz devlet yıktık, siz yığıp biriktirirken biz basıp elinizden aldık, paylaştık, dağıttık. Ne adaletten, ne hukuktan ne de siyasetten sizin anladığınızı anlarız.
Hukuk–siyaset ilişkisi konuşulurken 1870–1920 döneminin siyasal dinamikleri çok önemsenir. Bugünlerde moda olduğu üzere herkes birbirini tarihten gelen bağlarıyla birlikte yargılayacaksa, biz de sahnedeki yerimizi öyle alalım. Siz hükümet darbeleri ve devri sabık mahkemeleri ile uğraşırken biz, zorla savaşa sürülmediğimiz zamanlarda, ‘Tatil–i eşgâle kıyam’ etmiştik. Yüzlercesi arasından birkaç grevimizi hatırlayın:
Hasköy Tersanesi ve Beyoğlu Telgraf İşçileri (1872), Sirkeci Hamalları (1873), Fişekhane İşçileri (1876), Şirket–i Hayriye Vapur İşçileri (1879), Kavala Tütün İşçileri (1879), Ereğli Maden–i Hümayun İşçileri (1895), İskeçe Tütün İşçileri (1904), Balya Balıkesir Maden İşçileri (1904), Selanik Reji Fabrikası İşçileri (1908), Midilli Sabunhane ve Zeytinyağı İşçileri (1908) Bilecik İplik Fabrikası İşçileri (1909), Selanik Matbaa İşçileri (1911), Tersane–i Amire İşçileri (1919), Kazlıçeşme Debbağhanesi İşçileri (1920), İstanbul Tramvay İşçileri (1922)…(2)
İktidarın el değiştirmesinin tescili ve tedbiri olmak dışında hiçbir anlam taşımayan olağanüstü mahkemelerinizin bizi de yargılamış olması aklınıza en ufak bir yakınlık getirmemelidir. Bizim de başımızı vurabiliyor olmanız, kendi aranızda ‘kelleriyle birlikte yapılan’ bu takke–külah değişimine dâhil olduğumuz anlamına gelmez. Hiçbir siyasal yargılamanızdan hoşlanmıyoruz. İttihatçı olduğumuz için değil, İtilafçı olduğumuz için hiç değil. Biz İştirakçiyiz. İlgimizi çeken sizin siyasî tarihiniz değil, sınıf mücadelesidir.
Saldırıya uğradığımız sabahtan şu ana kadarki hiçbir davranışınızı meşru kabul etmediğimizi bilin. Davranışlarınıza yön veren amacın ‘Adalet Arayışı’ olmadığını bildiğimizden emin olun.
- SIRADAKİNİN ÖLÜMÜ
‘Başladı işe,
Bitirdi işi.
Başlarken avaz avaz bağırmadı
Bitirdi ve:
Gelin seyredin diye dört yanı çağırmadı
(…)
(1)
O ne önde ne arkada
Sırada, sıramızdaydı
Ve yanındakinin kanlı başı onun omuzuna eğilince
Ona sıra gelince
Sayısını saydı.
Söz istemez
Yaşlı göz istemez
Çelenk melenk lazım değil
Susun!
Sıra neferi uyusun.’ Nazım Hikmet RAN (1930)
(2) Yıldırım, Kadir, Osmanlı’da işçiler (1870 – 1922), İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 357 vd.