Savunma

Dindar mısınız? Gelin Bir Kere De ‘Diyanetten’ Değil Dinden Konuşalım:

[İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 24-25-26 Aralık 2013 tarihlerinde okunmuştur.]

Yargıcın önüne ‘ulaşılabilir/sürdürülebilir’ bir ahlâki hedef koyarak ona moral ve ümit verebileceğimiz doğrudur. Ama yine de düzenin yargıca attığı façanın pansumanını, yarasıyla bu yolda şehit olanların hatırasına vefasızlık etmeden yapmalıyız.

İmamı–ı Azam; Emevi Meliki Abdülmelik(1) ve Hicaz Valisi Haccac’ı(2) ‘zalim, fasık ve facir’ olarak nitelemenin, Kûfe Kadısı Şureyh’in kararlarının doğruluğu ve geçerliliğine halel getirmeyeceğine inanıyordu. Bu bağlam, inanç sahibi yargıcın, hâlâ kendi kararlarını verebilme, baştakiler ne kadar zalim veya kötü olursa olsun kendisini yönetimden ayırma ve meşruiyetini savunma hakkı olduğu üzerine kuruludur.

İmam, iktidarın doğasındaki buna imkân tanımayan gücü ve acımasızlığı maalesef yaşayarak görmüştü.

Son Emevi Meliki olan Mervan bin Muhammed’in Irak Valisi Yezid bin Ömer bin Hubeyre, Ebu Hanife’nin Kûfe kadılığını kabul etmemesi üzerine, onu hapsettirmiş her gün kırbaçlatmıştır. Dostları herhangi bir basit görev alarak bu işkenceden kurtulmasını tavsiye etmişlerse de; Ebu Hanife, ‘mescidin kapılarını saymak’ gibi bir görev olsa bile kabul etmeyeceğini söylemiştir. Abbasi döneminde de hapisten çıkarılmak için yine bir mescit inşaatındaki kerpiçleri saymak gibi sembolik bir kamu görevini reddederek hapiste kalmayı tercih eder. Burada veya salıverildikten hemen sonra ölecektir.(3) Bırakın birisi tarafından yargılanmayı reddetmeyi, âdil bulmadığı için birisi adına yargılamayı reddetmekten söz ediyoruz. Tanrının selâmı onun üzerine olsun. Böyle bir insanın itikat, ibadet ve gündelik işlere ilişkin düşünceleri üzerine bir mezhep kurulup; Abbasi, Osmanlı ve Türk Diyanetinde kurumsallaştırılmış olmasına rağmen, onun muhalif siyasî ve ahlâki seviyesinden hiç kimsenin söz etmiyor olması unutkanlık değil bir susma fesadıdır. Ne acı.

Çok sık söylendiği gibi manevi aklınızın cemaatler, imamlar ve politikacılar arasında bölündüğü doğru mudur? İnançlı insanlar mısınız? Dünyevi iktidarların hizmetindeki yargısal gücünüzün hesabını sadece halka ve mazlumlara değil, yaratıcınıza da vermek zorunda olduğunuz fikriyle yaşamak ne zordur.

Bununla baş edebiliyor musunuz?

Biz yoksulların dinine mensubuz. Dünyanın her yerinde ve zamanında aslında sadece iki din vardır, tam söylenecek olursa, dünyadaki bütün dinlerin iki kavranışı vardır: Zenginlerinki ve yoksullarınki!

İnsanlığın en kadim metinlerinden ve kökleri belki de Gılgameş’e ve Tufan’a dayanan Mezmurlar – Eyüp’ün kitabından bir ‘esas hakkında savunmayı’ hatırlayın:

“Keşke beni dinleyen biri olsa! İşte savunmamı imzalıyorum. Her Şeye Gücü Yeten bana cevap versin!…”

“Kötüler niçin yaşıyor? Yaşlandıkça güçleri artıyor? Çocukları sapasağlam çevrelerinde, soyları gözlerinin önünde (…) Tanrının sopası onlara dokunmuyor.” (21,7–9) “Kaç kez kötülerin kandili söndü (ki); başlarına felaket geldi? Tanrı öfkelendiğinde paylarına düşen kederi verdi (ki)? (…) Tanrı babalarının cezasını çocuklarına çektirir diyorsunuz. Kendilerine çektirsin de bilsinler nasıl olduğunu. Yoksullar niçin açlık çekerler; Tanrısız oldukları için değil, zenginler onların canlarına okudukları, soyup soğana çevirdikleri için ve Tanrı sadece seyrediyor. Niçin Her Şeye Gücü Yeten belli bir zaman belirlemiyor? (…) Bakın, yoksullar çöldeki yaban eşekleri gibi (…) Geceyi giysisiz, çıplak geçiriyorlar. Örtünecek şeyleri yok soğukta. (…) Sığınakları olmadığı için kayalara sığınıyorlar… Giysisiz çıplak dolaşıyor, aç karnına demetleri taşıyorlar. Teraslar arasında zeytin eziyor, susuzluktan kavrulurken şarap için üzüm sıkıyorlar. Kentlerden insan iniltileri yükseliyor. Yaralı canlar feryat ediyor; Ama Tanrı seyrediyor.” (24,1–12)(4)

İşte gerçek bir dindarın feryadı budur. Çünkü gerçek bir sıkıntının dışavurumudur. Bu feryadın niteliği hakkındaki en ünlü metnin, güçlü bir çevirisi bize yol gösterebilir:

“Dinsel sıkıntı, hem gerçek sıkıntıların bir dışavurumu hem de gerçek sıkıntılara karşı bir protestodur. Din tıpkı ruhsuz bir dünyanın ruhu olduğu gibi, ıstırap içindeki yaratığın feryadı, kalpsiz bir dünyanın da kalbidir. Din halkın afyonudur.”(5)

Dünya üzerindeki ‘dindar’ siyasal iktidarların; dinlerinin peygamberleri ve şehitleri bugün ortaya çıksaydılar, onları ‘terörist’ diye tutuklatacağını görmemek için gözleriniz kör olmalıdır. 1977’de askerler tarafından katledilecek olan Salvadorlu Cizvit papazı Peder Rutilio Grande son vaazında şöyle demişti:

“İdealimiz herkese yer olan büyük bir ortak masa etrafında kutsal akşam yemeği gibi bir şeydir. Bu ülkede İncil vaaz etmek yıkıcılıktır. Eğer İsa yeniden bize gelseydi, onu bir isyancı, bir yıkıcı, bir Yahudi yabancı ve acayip yabancı düşünceler yayan bir propagandacı olarak nitelerlerdi. Onu çarmıha gererlerdi.”

Aynı yıl, Salvador Başpiskoposluğuna seçilen bir başka isim Monsenyör Oscar Romero ise Peder Rutilio Grande’nin şehit edildiği gün, askeri hükümetle arasını bir daha düzeltmemek üzere bozacaktı. 23 Mart 1980 tarihli son ayininde Başkent Katedralinden şöyle sesleniyordu:

“Ordu mensuplarına özel bir çağrıda bulunmak istiyorum. Kardeşler! Sizlerin her biri bizden biridir. Biz aynı halkız. Öldürdüğünüz köylüler, sizin erkek ve kız kardeşlerinizdir. Sizlere öldürün emri veren birinin sesini duyarsanız, derhal tanrının sesine kulak verin: Öldürmeyeceksin! Tanrının yasası, bütün yasaların üstünde olmalıdır. Hiçbir asker, tanrı yasasına aykırı bir emre itaat etmek zorunda değildir. Henüz öldürme günahını işlemeden önce, kendi vicdanınızın sesini dinlemek için vaktiniz var. (…) Tanrı adına, iniltisi yeri göğü kaplayan halkımız adına, size sığınıyorum, size rica ediyorum, size emrediyorum: Baskı yapmaktan vazgeçin.”

Diyanet İşlerindeki devlet memurları için biraz epik bir hutbe gibi duruyor değil mi? Kravatlı imamlarınız asla böyle bir hata yapmaz. Sizinkiler resmi–gayriresmi tüm personeliyle aynı yılın sonunda ‘askeri darbenin hayırları nelerdir ve kahraman ordumuz peygamber ocağıdır’ hutbesi için minberlere tırmanırken, Monsenyör Romero konuşmasının ertesi günü, yani 24 Mart 1980’de iktidarın ölüm komandoları tarafından katledildi.(6)

Bizler dünyanın en kalabalık inancına, yoksulların dinine mensup olduğumuz için bizim kahramanımız çok. Sürüldüğü Rebeze çölünde, açlıktan öldüğü güne kadar bütün halifeleri “kenz etmeyin (biriktirmeyin, yığmayın) infak edin (dağıtın, paylaşın)” diye uyaran, Peygamberin yakın dostu ve sahabesi Cündeb bin Cünade yahut ünlü künyesiyle EbuZer el Gıffarî yoksullar için mücadelede iktidar tarafından şehit edilmiş bir başka mücahidimiz. Zulme karşı dik durmuş bütün inananları, İmam Ali’yi, Simavna Kadısı’nı, Pir Sultan’ı, Hacı Bektaş’ı da İmamı–ı Azam gibi biz anar, biz dinler, yardıma biz çağırırız. Mütedeyyin görüntüsü altında hırsızlık yapan politikacılarınızın, cemaat mensubuyuz diye boğazına kadar adaletsizliğe ve ikbal merakına boğulmuş yargıçlarınızın dindarlığı bizi korkutmaz. Eğer gerçekten herhangi bir dinin kitabına inanıyorlarsa, korkması gereken onlardır.

Yoksullar bazen yorulur, sık sık da yenilirler. Sabretmek ile teslim olmayı; soluklanmak ile vazgeçmeyi sakın birbirine karıştırmayın. Elbette halkı sonsuza kadar bu diyanet masallarıyla uyutamazsınız; Hak gelir, batıl zail olur!

Şimdi kötü günlerdeysek de her şeyin bir zamanı var. “The times is out of joint” diyordu Hamlet. Gerçekten de onursuz bir çağ bu; zamanın çivisi, menteşesi çıkmış ve yerine takılmayı bekliyor; kim takacak? Onu da Marx söylüyor “…Henüz gelip çatmamış devrimcinin saati vardır”(7)


  1. Abdülmelik bin Mervan, ölümü 705.
  2. Haccac bin Yusuf es Sakafi.
  3. Uyanık, a.g.m. s. 67.
  4. Kitab–ı Mukaddes, Eyüp (21–24).
  5. Çeviri İrfan Cüre’nin, Michael Löwy, Marksizm ve Din içerisinde, Belge Yayınları, 1990.
  6. Salvador Parlamentosunun çoğunluğunu oluşturan aşırı sağcı ARENA partisinin önderi olan Albay D’Aubisson hakkında, Romero’yi öldürme emri vermekten iddianame hazırladığı için Aralık 1988’de parlamento tarafından görevden azledilecek olan Başsavcı öyküsü de tanıdık gelebilir belki…
  7. Marx, Ferdinand Lasalle’in tiyatro eserinden söz ederken ‘İsyanın şövalyece bir kan davasının arkasına gizlenerek başlatılmış olmasına’ dikkat çeker ve ‘başka türlü başlatsaydı, daha başından itibaren ve doğrudan doğruya, kentlere ve köylülere, yani gelişmesi şövalyelerin yadsınması demek olan sınıflara seslenmek zorunda kalırdı’ tespitini yapar. Sırf bu nedenle bile yenilmek zorunda olan Sickingen’in yenilgisini, onu devrimci ve ileri bir karakter olarak (Lasalle’in kurguladığı gibi) görüp, devrimin yenilgisi olarak görmek hatalıdır.