Vinyet

Güzel Söylenmiş

Karşıma heyecan verici üslûplar çıkararak okumamı yavaşlatan kitaplar var. Herhalde bana özel değildir; düzyazıyla haşır neşir olan herkes ne söylendiği kadar nasıl söylendiğine de ilgi duysa gerek.

Eğer düzyazı, Franco Moretti’nin dediği gibi “dünyayı yalnızca temsil etmenin değil, onun için var olmanın bir yolu olarak” burjuvanın en geniş anlamda üslûbuysa -ve hâlâ onun dünyasında yaşıyorsak- okumak bu varoluştan haberdar olmanın etkili bir yolu.

Ancak sorunlar var. Burada üslûp dediğim biraz daha dar ve Türkçe’nin bazı incelikli kullanımları arasında yapılmış tercihlerden oluşuyor. Sorun, eldeki metinlerden bir çoğunun çeviri olmasında. Öyleyse beni yavaşlatacak kadar cezbeden şeyin ne kadarının yazardan, ne kadarının çevirmenden kaynaklandığını ölçme arzusundan bahsediyorum.

Bazı kutsal metinlerimin -Kur’an, Hamlet, Devlet ve Devrim, Karamazov Kardeşler, Emily Dickinson şiirleri, …-” yazıldığı dillerdeki “ses” karşılıklarına iflah olmaz bir merakla dönüp dursam da Türkçe dışında bir dilde keyifle okuyamadığım gibi hiçbir koşulda yazamıyorum. Buna da kötü eğitim diyelim. Yine de bana kalan erişebildiğim her dilden mısra-i berceste koleksiyonerliği ile faydasız etimoloji merakını, çeviri metinlerin üslûbuna ilişkin soruşturmama güç verdiğinden olsa gerek avutucu buluyorum.

Ray Jacobsen’in unutulmaz Barrøy üçlemesinde tereddütüm avunma kapasitemi aştı: Enfes tamam ama fazladan lezzeti Jacobsen mi yaratıyor Deniz Canefe mi? Yahut ne kadarı hangisinden? Malzeme az. Çünkü bazı büyük üslûplarda hemen sezilebileceği üzere tasarruflu bir dil bu. Beckett için düşünülmüştür ama biraz sulandırarak uyarlanabilir; “fakirleşerek” anlarsınız. Söylenmemiş olanların mevcudiyeti metne dahildir ve en az söylenmiş olanın ağırlığındadır.

İçinden çıkamadım.

Sonra bir mucize oldu ve çevirmenden çok zarif bir tavsiye aldım; “Jacobsen dışında bir çevirimi oku, arkasından da ikinci yazardan çevirisi bana ait olmayan bir başka metni…”

Fark ettiğiniz gibi zarafet “tek bir metni iki farklı çevirmenden okuyup karşılaştır” denmemesinde ki orijinal dili bilmiyorsanız zaten çok anlamı yok; iyi kötü bildiğiniz bir dilde bile zor.

Böylece önce Tarjei Vesaas’ın “Kuşlar”ını Canefe’den sonra da “Buz Sarayı”nı Melih Cevdet’ten okudum.

Çözdüm bence meseleyi ama önce aynı metnin iki farklı çevirisinden örnek vereyim. Düzyazı olmadığı gibi önceliği dilde tasarruf etmek gibi de durmayan “Yitik Cennet”te, şeytanın alev gölüne düşüşünü izleyen ilk repliği, gözdesi Beelzebub hakkındadır:

“If thou beest he -but o how fallen! how changed From him who, in the happy realms of light clothed with transcendent brightness didst outshine”

Bizim yaratılışımıza da düşüşümüze de henüz vakit var ama iç içe geçmiş şaşkınlık, dehşet ve vakarı yine de anlayabiliriz: Travma sonrası stres bozukluğu. Melekler sert düşmüş.

Yiğit Yavuz’un;

“Bu sen misin gerçekten?

Düştüğün şu hâle bak! Eser kalmamış

Mutlu ışık diyarlarında nicelerinin ziyasını

Gölgede bırakan enfes bir parlaklığa

Bürünmüş hâlinden”

veya Ahmet Ölmez’in;

“Eğer o kişiysen, nasıl da mahvolmuş ve değişmişsin

Eski hâlinden, sen ki ışıklar aleminde neşeliydin

Aşkın parlaklıkla giydirilmiş vaziyetinle gözünü alırdın

Parlak binlerce diğer kimselerin”

çevirisi arasında Milton’ın üslûbuna karışmış Türkçe’nin rolü nedir?

Her iki çeviri, bende şeytanın yaşı, eğitimi, gözdesine karşı duyguları -ve hatta cinsiyeti- konusunda farklı hisler uyandırsa da üslûbun korunabildiği anlaşılıyor. Elbette Milton’ın melekleri yaşsız, cinsiyetsiz ve eğitime ihtiyaç duymayan ilahi varlıklardı ancak üslûbun önceliği buysa düşüşten sonra da ihtişamın korunduğunun farkına varabiliyoruz.

Pekâlâ.

Ayıp mıdır bilmiyorum ama Jacobsen’e ve Vesaas’a bütün hayranlığıma rağmen, muhtemelen Canefe’nin nefis Türkçe’sine bağımlıyım şimdilik. Yeni çeviriler geldikçe bakacağız gelişmelere.

Hazır düzyazıdan uzaklaşmışken komşu Farsça için Enis Batur’un çekmecesinden çıkmış harika bir listeye kısaca göz atabiliriz. Ömer Hayyam’ın çevrilemez görünen Kumru demi “Kû, kû, kû” hakkındadır liste. Kuğurdamanın aynı zamanda Farsça’da “nerede?” vahlanmasına karşılık gelmesi nedeniyle diyelim ki son mısra açısından tatmin edici çeviri mümkün değildir ama acaba bu zorlukla alakasız ilk mısranın çevirilerinde üslûp katkısı yoklayabilir miyiz? Farsçası bizim alfabemizle şöyle; “An gasr kebercehtemized pehlû”. Feyzullah Sacit’in -farklı vezinler kullanılmış- iki çevirisi var: “Haşmetli saray göklere atmış ta kolu” ve “Yükselmişti o saray altın güneşe doğru”.

Devam.

Hamâmîzâde İhsan’ın “Bir şanlı saray gökleri sarmıştı kolu” ve Rüştü Şardağ’ın “Bir köşktü o vermişti omuz göklere doğru” çevirilerine de sahibiz. Mısra, Mehmet Kanar için şöyledir; “O kasır ki feleğe dayamıştı yanını”. Nihayet -bugünden bakılınca- çevirmek yerine yeniden yazmış gibi duran Yahya Kemal var: “Bir kasr idi çekmiş göğe büre ü bâru”. Ne keyifli okumalar! Hayyam’a ilgi duyuyorsanız tabii; ben duyuyorum.

Şimdi bir kırılma noktasına geldik.

Hâlâ yeterince rahatsızlık veremediysem önce kırılacağı yere kadar bükeyim sonra kırdığımız yerden konuşalım.

Çeviri üslûp incelemesindeki zirvem, orijinal Ulysses metnini duvara yaslayıp masanın üstüne Nevzat Erkmen ve Armağan Ekici çevirilerini, Richard Ellman’ın devasa Joyce biyografisini, Odysseia’nın akış diyagramını, Dublin krokisini, Erkmen’in Ulysses sözlüğüyle iki tuğla gibi Redhouse’u açıp şu işi bir anlayayım diye geçirdiğim hafta.

Evde denemeyin, sadece hapishanede yapılabilir.

Buradan kıralım.

Hapishane entelektüelinin -masa başında vakit sınırı bulunmamasından kaynaklanan- keyif okumalarına diyecek yok fakat işimiz bu görkemli aylaklık mıdır?

Yeni açılan Kuyu Tipi Yüksek Güvenlikli Hapishanelere karşı kitlesel açlık grevi yapıyoruz. Sevgili Nurettin Kaya kuyu tecridine karşı ölüm orucunun 232. gününde; her an onu kaybetmekten korkuyoruz. Topyekûn direnişteyiz ve ilginçtir ki okurken de direnmek mümkün ama soru bu değildi: Ne okurken?

Bunu isterseniz Eagleton’ın -Jameson için- sorduğu gibi: “İkincil bir Balzac romanının yakın okuması sınıf mücadelesinde ne işe yarar?” diye sorun ya da açıkça: “Türkiye Devrimi’nin acil sorunları ortadayken okuma önceliklerini gözden geçirsen iyi olmaz mı?” diye.

Her iki soru da meşrudur.

Düzgün bir cevabın, okuma hızından çok üslûp merakında devrimci bir zuhur ve hurucun mümkün olup olmadığına dayanması gerekir. Mümkündür.

Sayfanın üstüne; “Hegel’in Mantık Bilimi-Birinci Kesim: Öznellik” diye başlık attıktan sonra Almanca metnin sayfa kenarlarına -ilk otuz beş sayfada elli adet- Fransızca, İngilizce, Rusça, Latince, Yunanca ve Almanca “önemli not” yazan Lenin hakkında düşünebiliriz mesela.

Aciliyet arıyorsanız 1914-1916 arasında Zürih’deyiz. Dünya, birbirini boğazlayan orduların borazan ve silah sesleriyle yıkılırken Hegel okuyoruz. Bu yeterince garip değilmiş gibi felsefeden çok üslûp üzerine beş dilde ünlemlerle okuyoruz metni.

O bilmiyor ama bir yıl sonra devrim yapacak. İnsanın aklı kavramakta zorlanıyor.

Misal aralarında nasıl bir felsefi -veya siyasal- fark olabilir ki iki cümleden birisinin yanına “so etwa?” (öyle değil mi?-Alm.) yazılırken öteki “bien dit!” (güzel söylenmiş!-Fr.) hak etsin? “Sehr gut!” (çok iyi /güzel!-Alm.) diye övülmeyi “très bien” (çok güzel-Fr.) diye takdir edilmeye tercih etmeli miyiz? Saçmalığa Rusça “da! da!” deyip geçmek yeterli olur mu yoksa üşenmeyip İngilizce “a best means for getting headache” (baş ağrısı kapmanın en iyi yolu) mu denecek? Yahut belki “sophisterei” (safsata-Alm.) deyip geçmek yetiyordur; sadece “schwách” (zayıf-Alm.) değilse.

Haydi biraz sabrınızı zorlayayım. Unutmamaya çalıştığımız cümlelerden, yanına “sehr wichtig” (çok önemli-Alm.) yazılan mı aklımızda daha uzun kalır “voila! se qu’il faut!” (işte gerekli olan!-Fr.) yazılan mı?

Sayfalar çevrildikçe heyecan artar.

Birkaç farklı ve iyi, birkaç da kötü çeviriden Hegel okudum. Lenin’i beş dilden heyecanlandıran şeyi aramanın -ve bulup anlamanın- merakı imdadıma yetişmeseydi Hegel’den vazgeçmiştim.

Doksanların başında -ben henüz Hegel’e Marx’dan girmeyi umarken- Ankara’da verdiği “Hegel’e Giriş’e Giriş” dersinde, hiç Hegel’den bahsetmediği için sabırsızlanışımızla: “Siz kim köpeksiniz ki Hegel’e gireceksiniz? Dediğimi dinleyip Giriş’e girin…” diye tatlı tatlı kafa bulan Ulus Baker’i hatırlıyorum.

Eksik değil genç olduğumuzu hissetmemizi isterdi. Sadece “Devlet ve Devrim”e değil gerçekten devrime -ve devlete- giden yolda büyük payı olan bu hayret ünlemlerini takip ederek Marx’tan değilse bile Lenin’den girebildim sonunda Hegel’e.

Ulus duysa sevinirdi.

Üslûp merakının, bir de çevirinin devrimci değerini hafife almayın. Okurken düşünmek direnmeye engel değil; açlık grevinde zihinsel tokluğun ayıp olmaması gibi. Topyekûn bir mücadeledeyiz.

Yoldaşlıkla ve düşmanlıkla ilgili güçlü hislerimiz var; bunlar Türkiye Devrimi defterine yazılıyor. Bende bir de özenle tutulmuş sevgi ve öfke, bağlılık ve husumet, bıkkınlık ve hayret barındıran çevirmen defteri var. Yazar onların hepsi benim gözümde, hatta yazmaktan fazlasını yapıyor olabilirler.

Sizde durum nedir?