Savunma

Ekmek Değil Devlet

[İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 24-25-26 Aralık 2013 tarihlerinde okunmuştur.]

Son dönemde adliyeye yansıyan yeni bir dolandırıcılık türü var. Telefonla kişileri arayıp telefonlarının, banka hesaplarının terör örgütlerinin eline geçtiği ve bunlar tarafından kullanıldığı belirtiliyor. Sonra soruşturmadan kurtulmaları yahut operasyona yardım etmeleri amacıyla para yahut kontör isteniyordu.

Bu dolandırıcılık türü gazetelerin 3. Sayfalarında, TV’lerin eğlenceli haber bölümlerinde dikkatimize sunuluyor. Okuyan/ izleyen herkes mağdurların ne kadar saf olduklarını vurgulayan cümleler kuruyordu; “Bu kadar da saf olunmaz ki!” 

Bu dolandırıcılık türünün en son mağduru nedeniyle artık böyle bir okuma yapmak fazla üstünkörü olur. Zira bu seferki mağdur, herkesin çok yakından bildiği popüler bir profesördü. Öyle ki kitapları en çok satanlar listelerinde birinci sırada, kendi adıyla diyet programı olan, TV ve gazetelerin vazgeçilmez konusu Prof. Dr. Canan Karatay’dı.

Her ne kadar rakip Diyet Uzmanları ve Profesörler; Karatay’ın yaşadığı mağduriyetin faturasını, Karatay’ın diyet programına bağlayıp “işte ekmek yemezsen sonun bu olurdeyip ekmeği suçlu ilân etseler de, acaba böyle mi?

Bizce sorunun kaynağı ekmek değil devlet. Siyasal iktidarın ‘terör’ adı altında insanların hayatını cehenneme çevirdiği ve de artık sadece hak aramak için sokağa çıkanlar, devrim-

ciler, sendikal muhalefet, Kürtler gibi ezilen grupları değil, Genelkurmay Başkanı’na kadar uzanan yeni mağdurlarıyla; kariyeriniz, sahip olduğunuz ekonomik güç ne olursa olsun,

şipşak terörist ilân edilebildiğiniz güçten kaynaklanıyor. 

Canan Karatay bu nedenle saf değil oldukça akıllı bir kadın. Şayet hayatınızın cehenneme çevrilmemesi karşısında sizden istense hanginiz 50.000 TL’yi belirtilen çöp kutusuna atmaz yahut polis dolandırıcıları yakaladıktan sonra alın bu para sizin olsun deyip polisten kurtulmak istemez.

Hukuk düzeni ile terör hukuk arasındaki bu yeni ilişki siyasetin sonuna işaret etmektedir. Yahut ‘bilindik’ siyasetin diyelim. Meşruiyetini hukuk düzeninden alacağı onayla ilişkilendirmemiş devrimci siyaset, bütün imkânları ile seçenek değerini yükseltmeye devam etmektedir. 

TERÖR HUKUKU ve AVUKATLAR

Terör hukuku; ‘terörizm tehdidi’ gerekçesiyle hukuk düzenince tanınan Temel Hak ve Hürriyetlerin askıya alındığı ve fakat yine hukuk düzeni içerisinde yer alan kalıcı bir alanı ifade etmektedir. 

Askıya alınan hak listesi oldukça uzun olmakla birlikte askıya alınan en önemli haklardan biri kuşkusuz savunma hakkıdır. Bu durum savunma hakkının ceza muhakemesi açısından taşıdığı kilit rolden kaynaklanmaktadır. Keza bu hak; aynı zamanda diğer haklara yönelik sınırlandırma ve yaptırımların uygulanması noktasında da hayati bir öneme sahiptir. 

Savunma hakkı terör hukuku kapsamında birçok açıdan sınırlandırmaya konu yapılabilmektedir. Avukatın hukukî yardımından faydalanma da yaygın sınırlandırma konularından biri olarak dikkat çekmektedir. Başlangıçta şüpheli veya sanığın savunma hakkına yönelen tedbir bir süre sonra avukatın kendisini yaptırım konusu haline getirmektedir. Gerek ülkemiz gerekse de başka ülke deneyimleri, istatistikler bu gerçeği açık şekilde göstermektedir.

Avukata ilişkin bu yönelim, egemen iradenin; oldukça sınırlı bilgilere sahip olmasına karşın, avukatların terörizm konusunda negatif bir işlevselliğe sahip olduklarına ilişkin

yaygın ve de yerleşik inancından kaynaklanmaktadır. Buna göre avukatlar; hukuksal güvenceleri ve mesleki avantajları nedeniyle terör organizasyonları açısından önemli bir rol oynamaktadır. Bir kere örgütün gözaltına alınan yahut tutuklanan üyeleriyle örgüt merkezi arasında örgütün legal alanı ile illegal alanı arasında iletişimi sağlarlar. İkinci olarak öğrene-

bilecekleri muhtemel bilgilerle örgütün operasyon yahut zarar görme riskini azaltmakta, eylem kapasitesini yükseltmektedirler. Son olarak ise terör faaliyeti (eylemi) açısından kamusal devreyi tamamlarlar.

Bu anlayış Terör hukukunun gelişim süreci içerisinde şüpheli/ sanık ile avukatın tek bir bedende ‘terörist’ olarak yeniden yaratılmasına ve elbette bundan ötürü avukatın çıplak şiddetin konusu haline getirilmesine neden olur. 

Terörle Mücadele Yasalarına sahip bütün ülkeler gibi Türkiye’de de benzer bir tutumun varlığını hem hukuksal hem de fiili olarak görmekteyiz. Hali hazırda 36 avukatla Dünyanın en fazla tutuklu avukat varlığına sahip olduğu düşünüldüğünde en ileri örnek haline geldiğini söyleyebiliriz.

Dava dosyasında; gerek fezleke gerekse de iddianame bu negatif işlevsellik üzerine kurulmuştur. Açık/ gizli tanık beyanları, tanıkların muhtemelen bu hukukî yönelimden habersiz oldukları düşünüldüğünde, kolluk yardımı gerçeğine işaret etmektedir.

Başbakan’ın daha önce sözünü ettiğimiz ‘damgalama’ girişimini takiben, Çağlayan Adliyesi konferans salonunda basın toplantısı düzenleyen Başsavcı ve iki yardımcısının açıklamaları da bu yönelimin bir sonucudur. Son 1 yıl özellikle de 6 ay içerisinde örgütün çok eyleminin olduğunu söyleyen Başsavcı Çolakkadı, bunlar arasında karakol baskını ve ‘suikast’ girişimleri olduğunu anlattı. “Son dönemde 3 polis şehit edildi” dedi.

Peki, bizim, yani dava sanıklarının, bu eylemlerdeki rolü nedir? Bu eylemlerle ilgili bir suçlama yöneltilmiş midir? Hayır. Ancak fezleke ve iddianamede ele alınan bu girizgâh; avukatların, özellikle politik dava avukatlarının, şüphelilerin müdafiliğini üstlenmesi nedeniyle yukarıda bahsedilen ‘işlevleri’ yerine getirdiklerine inanılmasının sonucudur. 

Bugün bizim yaşadıklarımız ilk kez tecrübe edilmiyor. Türkiye’de avukatların devletle yargıyla imtihanları hep sancılı olmuştur. Kuşkusuz bu durum avukatlık mesleğine ilişkin bazı özelliklerden kaynaklandığı gibi avukatlığın bu ülkedeki macerasıyla da doğrudan ilişkilidir. Tam da bu nedenle ‘terör ve avukat’ meselesi bu tarihsel perspektif dışında kavranamaz.

Tanzimat’la başlayan hukukun laikleştirilmesi süreci Osmanlı–Türk modernleşmesinin temel unsurlarından biri olmuştur. Avukatlık bu süreçte bu misyonun bir parçası olan bir batı kurumu olarak yargı sistemine dâhil edilmiştir. Hukuk eliyle modernleşme Cumhuriyet kadrolarınca da benimsenmiştir. Hukuk kültürel ve siyasal dönüşümlerin hem aracı hem taşıyıcısı olarak görülmüştür.

Hukuka biçilen bu misyon doğallığında bir hukukçu kimliği/ kadrosu yaratılmasını zorunlu kılmıştır. Bu anlayış bir taraftan misyonu kabul etmeyen hukuk kadrolarının tasfiyesini

doğururken, diğer taraftan bu misyonla biçimlenmiş yeni bir hukukçu kadrosu yetiştirilmesine neden olmuştur. Cumhuriyet yönetiminin hukukçulara yönelik politikası bu nedenle iki temel kod üzerinden biçimlenmiştir: Tasfiye ve kimliklendirme. Cumhuriyet yönetiminin açtığı ilk yüksekokulun, Ankara hukuk mektebi olması, ki uzun süre Adalet Bakanlığına bağlıdır, kimliklendirmeye ne derece önem verildiğini göstermektedir.

Tasfiyenin en belirgin görüldüğü yer İstanbul Barosu’dur. 1924 yılında yüzlerce avukat ‘hilafetçi’ oldukları gerekçesiyle levhadan çıkartılmışlardır. Baro başkanı Lütfi Fikri İstiklal

Mahkemesinde ‘idam’ talebiyle yargılanmıştır. Tüm bunlara karşın Ankara hükümeti tarafından hilafetçi ilân edilip Lütfi Fikri’nin üst üste toplam 8 kez aynı göreve seçilmesi Türk

Adli teşkilatının daha kurulduğu ilk evrede avukatların dışarıda bırakılmasına neden olmuştur. 

Bu durum avukatlık mesleğinin kendine ait özellikleriyle de bütünleşince avukatlar kendilerini hep iktidar dışı bir yerde ifade etmişlerdir.

Bu tarihsel konumlanış, Terör Hukukunun oluşmaya başladığı 1970’lerde, diğer tedbirlerle de birleşince, avukatlar devlet şiddetinin doğrudan muhatabı olmuşlardır.

Duruşma salonlarından atılma, soruşturma ve dava, gözaltına alınma, tutuklanma, hapis cezalarına çarptırılma ve fiili saldırılar avukatlık tarihine eklenmiştir. Bu tarihsel eşikte kurulan derneğimizin kurucuları bu saldırıların ilk muhatapları olmuşlardır. Dolayısıyla bu dava tarihsel geleneğin hem iktidar tarafından, hem de avukatlar/ ÇHD’liler tarafından takip edildiğini göstermektedir. Terör hukukunun gelişimi ve de kalıcılaştırılmasıyla bu saldırıların artık birer istisna değil genel bir pratiğe de dönüştüğünü belirtmeliyiz.

Terör hukukunun tamamında olduğu gibi avukatların maruz kaldığı hukukî ve fiili durumda da Alman tecrübesinin bire bir örnek alındığı görülmektedir. Bu nedenle yaşadıklarımızın anlaşılması tecrübelerde saklıdır. 

Almanya avukatlara/ savunmaya ilişkin anlayışını Terör Hukuku konusundaki birçok noktada olduğu gibi RAF Davası sürecinde oluşturmuştur.

Bu dava sürecinde avukatların, terörist olarak nitelendirilen sanıklar ile örgüt üyeleri arasında bilgi akışını sağladıkları ileri sürülmüştür. Bu düşünceyle bir süre sonra ‘bağlantı yasağı [contact ban]’ yasası çıkarılmıştır.

Bu yasaya göre eğer savunma avukatı;

  1. a) Herhangi bir suça katılmış ise,
  2. b) Suça yardım etmişse,
  3. c) Hapisteki müşterisiyle ilişki kurma hakkını bir suçla bağlantı kurma veya hapishane güvenliğini tehlikeye atma amacıyla kötüye kullanılmış ise,
  4. d) Devletin güvenliğini tehlikeye atmış ise hem sanık ve hem de avukat mahkemeden dışarıya atılabiliyordu.

Buna ek olarak sanıklarla avukatları arasındaki bağlantı ve iletişimin önceden olduğu gibi özgürce ve serbest biçimde yürütülmesini engellemek amacıyla Eylül 1977’de müstakil bir yasa daha kabul edilmiştir. Buna göre yaşam ve özgürlüğe karşı acil bir tehlike varsa hapishanenin idari yetkilisi veya federal Adalet Bakanı, terörist sanık ile avukat arasındaki bağlantıyı yasaklayabilmektedir.

Bu tecrübe bizde ilk kez Terörle Mücadele Yasası ile hukuk düzenine aktarılmak istenmiştir

8 Nisan 1991 de yürürlüğe giren bu yasa savunma hakkı kapsamında avukatlara ilişkin önemli sınırlandırmalar getirmektedir. Anayasa mahkemesi iptal başvurusuyla bu kanunu

incelemiş avukat sınırlandırmasına ilişkin hükümleri iptal etmiştir.  Bu maddeler;

  • Avukat sayısının, terör suçlamasıyla açılan davalarda 3 avukat ile sınırlandırılmasına,
  • Tutuklu ve hükümlülerin avukatlarıyla yaptıkları görüşmelerin bir görevli nezaretinde yapılmasına ilişkin düzenlemelerdir.

Anayasa mahkemesinin savunma hakkını ortadan kaldıracağı gerekçesiyle bu maddeleri iptal etmesine karşın ilerleyen dönem içerisinde bu maddelerden elde edilmesi umulan fayda

‘fiili’ olarak sağlanmaya çalışılmıştır. Artık avukatlar operasyonların şüphelileri, maktulleri arasındadır. Avukatlar gözaltına alınmış, tutuklanmış hatta katledilmiştir. Fuat Erdoğan,

Faik Candan, Şevket Epözdemir, Metin Can bu meslektaşlarımızdan bazılarıdır.

11 Eylül tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlandırılması terör istisnasının genişletilmesi için bir fırsat olarak görülmüş, değerlendirilmiştir.

Bu amaçla; 2005 ve 2006 yıllarında Terörle Mücadele Yasası ve Ceza Muhakemesi kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda düzenlemeler yapılmıştır.

Bu düzenlemeler kapsamında daha önce 1993 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen hükümler yanında yeni sınırlamalar da yapılmıştır.

Bu kapsamda 5275 sayılı CGTİHK’nun 59/4 maddesinde 25.05.2005 tarihinde yapılan düzenlemeyle;

“Avukatların savunmaya ilişkin belgeleri, dosyaları ve müvekkilleri ile yaptıkları konuşmaların kayıtları incelemeye tabiî tutulamaz. Ancak, 5237 sayılı Kanunun 220’inci, İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü ve Beşinci bölümlerinde yer alan suçlardan mahkûm olan hükümlülerin avukatları ile ilişkisi; konusu suç teşkil eden fiilleri işlediğine, infaz kurumunun güvenliğini tehlikeye düşürdüğüne, terör örgütü veya diğer suç örgütleri mensuplarının örgütsel amaçlı haberleşmelerine aracılık ettiğine ilişkin bulgu veya belge elde edilmesi halinde C. Başsavcılığının istemi ve infaz hâkiminin kararıyla bir görevli görüşmede hazır bulundurulabileceği gibi bu kişilerin avukatlarına verdiği veya avukatlarınca bu kişilere verilen belgeler infaz hâkimliğince incelenebilir.”

Bu düzenlemeyle avukat müvekkil ilişkisi RAF davası standartlarına çekilmiştir. Ancak operasyonel ve fiili durum bitmemiştir. Bunun en önemli kanıtı bu dava dosyasıdır. 1999–2004 yılları arasında yazıldığı iddia edilen ve 2006 yılında itibaren özel yetkili savcılığın elinde bulunduğu öne sürülen dokümanlar uyarınca ‘HHB avukatlarının, hapishanedeki örgüt mensuplarıyla örgüt arasında irtibat sağladıkları’ tespit edilmiş olmasına karşın, yasal imkân varken bunun engellen meyerek, tam 7 yıl bekleyip sonra bize/ bu dava sanıklarına, “örgütsel iletişim sağlıyorsunuz” suçlamasını; hem de 1999–2004 belgeleri üzerinden yöneltmenin hiçbir ciddiyeti yoktur.

5275 sayılı yasanın değiştirildiği gün aynı zamanda Ceza Muhakemesi Kanunun 121 maddesinde de düzenleme yapılmıştır. “CMK 151/3 ‘TCK’nın 220 ve 314 üncü maddesinde sayılan suçlar ile terör suçlarından tutuklu ve hükümlü olanların müdafilik veya vekillik görevini üstlenen avukat, hakkında bu fıkrada sayılan suçlar nedeniyle kovuşturma açılması halinde tutuklu veya hükümlünün müdafilik veya vekilliğini üstlenmekten yasaklanabilir.”

Bu düzenlemeyle, kişiler hakkında kovuşturma açılmasındaki kolaylık nedeniyle, politik davalarda avukatlık yapmak devlet takdirine kalmıştır. Böylece avukatların hangi davalara

girebileceğinin dolaylı olarak belirlenmesi imkânı yaratılmıştır. 

Avukatlara yönelik saldırı ve kısıtlamalar 2006 yılında Terörle Mücadele Yasasında yapılan değişikliklerle sürmüştür. Soruşturma sırasında 24 saat süresince avukat–müvekkil görüşmesinin kısıtlanabilmesi, şüphelinin kolluk aşamasında yararlanabileceği müdafi sayısının 1 avukatla sınırlandırılması getirilen değişiklerden bazılarıdır.

Siyasal iktidar bugün avukatlık mesleğinin nasıl yapılacağını ve kimin avukatlığının üstlenilebileceğini kendi kararının konusu haline getiren yasal düzenlemeleri tamamlamıştır.

Elbet bu hukuk dışı–fiili müdahalenin terk edildiği anlamına gelmemektedir. Sıklıkla yetersiz ve etkisiz olduğu düşünülerek hukuksal saha dışına çıkılmaktadır. Hali hazırda avukatlara açılan soruşturma ve dava ile gözaltına alma ve tutuklama sayısı, hukuk dışılığın artık istisna olarak değerlendirilmeyecek bir noktaya ulaştığını göstermektedir.