Neredeyiz? Kimin Elindeyiz?
[İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 24-25-26 Aralık 2013 tarihlerinde okunmuştur.]
Saldırıya uğradığımız 18 Ocak 2013 sabahının yıldönümüne yirmi beş gün var. Geçirdiğimiz bu bir yıl, tanımlanmaya ihtiyaç duyuyor. (1)
Ne oldu? Kaçırılarak kapatma ve alıkoymaya mı maruz kaldık? Hapis cezası infazı mı çekiyoruz? İddia edildiği gibi tutuklanmış olmamız mümkün mü?
Ve elbette: Neden?
Silahlı kaçırmalarla zorla alıkoymaların zengin bir amaçlar listesi vardır: İntikam, fidye, baskı, teminat ve tabiî fiziksel ortadan kaldırma için kaçırılmış olabilirsiniz. Heredot’dan öğrendiğimiz -ilk yazılı kaçırma kaydı olan- Argos kralı Iniakos’un kızı İO’nun Fenikeliler tarafından götürülmesinden bu yana hikaye büyük oranda aynıdır. Meseleyi sadece ‘adam kaçırma’ ile ilgilenenler açısından değil; hukuktan hoşlananlar için de bir zemine oturtmak gerekirse, ister bir yerlere kapatılın, isterse hırpalanın (crimen vis/in jura) (2) önemli olan amaçtır. Çünkü amacın gerçekleşmesi veya artık gerçekleşemeyeceğinin anlaşılması, alıkoymayı gereksiz hâle getirerek bitirir. Maalesef bu her zaman salıverilmek anlamına gelmez. Eğer başımıza gelen buysa; bizimle işiniz bittiğinde, kapatılma koşulları nedeniyle ölmemiş veya öldürülmemiş olursak, sonunda bizi bırakacaksınız.
Değerlendirmeyi biraz karamsar mı buluyorsunuz? Çok sık kaçırılmadığınız için olabilir. Bazı ülkelerde yargıçlar ve polis memurları da en az avukatlar kadar gözde rehinelerdir. Örneğin; devlet destekli ünlü uyuşturucu baronu ve kontrgerilla Pablo Escobar, sadece beş yıl içerisinde, 60 bin kişinin öldürülmesiyle ilişkilendirilmişti. Öldürülen ve kaçırılan Meksikalılar arasında; 1000’den fazla polis memuru, 60 yargıç, 70’in üstünde gazeteci, 1500 civarında solcu sendikacı ve politikacı, 1 başsavcı, 2 bakan, 4 devlet başkan adayı, 1 vali ve birçok polis şefi vardı. Böylece Meksika’da sadece halk değil, yargıçlar da sabah kapıları kırılınca, bunun adli bir işlem olmayabileceğini öğrenmişlerdi.
Salıverilenlerin anıları ve onlarla yapılmış röportajlar yayınlandı, öldürülenlerin bir kısmının cesetlerine ulaşıldı, çoğu insandan ise; ölü veya diri, bir daha hiç haber alınamadı.
Ölüm sözü kimseyi irkiltmesin. Son yirmi yıldır hapishanelerde katledilen veya hapishanelerdeki sorunlarla mücadele ederken yaşamlarını fedâ etmiş yüzlerce dostumuzun anıları burada bizimle birlikte. Adlarını hiç unutturmamak ve hesaplarının sorulduğu güne kadar her fırsatta anmak kararlılığındayız.
Sırf bizi kaçırdıktan sonra henüz sevgili meslektaşlarımız Fuat (3) veya Faik (4) gibi öldürmemiş olmanız nedeniyle; kaçırılmayla değil de bir tür “hukukî işlem” ile karşı karşıya olduğumuza mı inanmamız bekleniyor? Cevabımız, şimdilik: Hayır. Önce üzerinde konuşmalıyız.
Bu ülkede insanlar kaçırıldı ve hâlâ kaçırılıyor. “Sizinle ilgili bir sürü resmi işlem yapıyoruz, her tarafınız kamu görevlileri ile çevrelenmiş, nasıl kaçırıldığınızı düşünebilirsiniz?” diye sormamanız için, hukuk devletlerinde ‘kamu görevlisi’ kavramının içeriğine ilişkin biraz hafızanızı tazelemeliyiz.
1988 Temmuzunda bir basın toplantısında, Felipe Gonzalez Marquez: “Hukuk devleti kendisini sadece salonlarda ve mahkemelerde değil, lağımlarda da savunur” demişti. Bu ilginç lafı ettiğinde, 14 yıldır İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) Genel Sekreteri ve 6 yıldır da İspanya Başbakanı’ydı. Başbakanları adına ve hesabına lağımda ‘Hukuk Devleti’ni savunan lağım fareleri ise; İçişleri Bakanı (5) başta olmak üzere, valiler, polis şefleri ve paralı askerlerce kurulmuş kontrgerilla örgütü GAL(6)’di. 17 Ekim 1983 ile 24 Temmuz 1987 arasında 27 cinayet, onlarca kaçırma, işkence, yağma ve kamu kaynaklarından hırsızlık suçu işlemişlerdi; elbette Hukuk Devleti için. Görünürdeki gerekçeleri Bask ulusal kurtuluşu için dövüşen ETA (7) örgütüne karşı etkili mücadele edebilmekti. Resmen hiç suçlanmamış olan politik sorumlu Başbakan Gonzales bir kenara bırakılırsa, içişleri bakanından başlayarak neredeyse tüm kadrolar kamu görevlisiydi ve ne yaptılarsa ‘Devlet Nâmına’ yaptıkları iddiasındaydılar:
“Adli yıktık halkı mahvettik siyaset nâmına
Cism-i hürriyet kefen-berdûş olup ahlâk ile
Defnolunmuştur mezâr-ı ye’se devlet nâmına…”
demişti Reşit Akif Paşa. (8) Ne güzel söylemiş. Burada Devlet, artık Mülk anlamına da gelir; ‘Adalet Mülkün temelidir!’ vecizesindeki gibi. Gerçekten de dünyanın her yerinde ve zamanında, temel çukuruna hürriyet ile ahlâkın, devlet namına kefensiz gömüldüğü binadır Adliye. Çağlayan Adliyesinin yeri bu nedenle uygundur; temelini bilemeyiz ama hiç değilse bahçesindeki en uzun ‘mezar taşı’ adını altında yatandan almıştır: ‘Abide-i Hürriyet’.
Osmanlı tamam da “İspanya’dan bize ne?” diyecekseniz; sadece, hikâyenizin dünya üzerinde biricik olmadığını bilmeniz için böyle başladık. Bir de; düzen içi olduktan sonra, iktidarda sağın mı yoksa solun mu olduğunun bu işlerde hiç önemi olmadığını hatırlatmak için. Kendisine ister ‘sosyalist’ ister ‘sosyal demokrat’ desin, rejimin bir parçası hâline dönüşen ‘sol’, kontrgerilla konusunda söz söyleyebilecek yeteneğe sahip olmadığı gibi, iktidar dönemlerinin tarihsel sabıkası da ortadadır. Kontrgerilla; aynı yasama, yürütme ve yargı gibi bir devlet fonksiyonudur. Hiçbir zaman ‘devlet içerisinde yuvalanmış’ veya ‘çeteleşmiş’ bir grup kamu görevlisi değildir. Kontrgerilla: Devlettir.
Eğer kaçırdıktan sonra bir kuytuya götürüp ensemizden sıkmıyorlar ve size getiriyorlarsa, onlar için, onların yaptıklarına benzer bir şeyler yapabileceğinize duydukları inanç nedeniyledir. Bizden kurtulmak için daha temiz ve daha kitabına uydurulmuş bir şeyler. Daha önce başka yargıçlar da yasaları onlar için eğip bükmelerini isteyen kamu görevlileriyle çalışmışlardı. Örneğin; “Devlet için vuran da vurulan da şereflidir” diyen Başbakanlarının hizmetinde lağım işi çevirenlerin şu talebi ne kadar açıktır:
“Beni en iyi anlayacak olan DGM’lerdir. Çünkü onlar ihtisas mahkemeleridir ve terörle mücadelenin ne olduğunu bilirler. Teröristle nasıl mücadele edeceksiniz? Herhalde filit sıkarak ortadan kaldıracak haliniz yok. Elbette devlet özel mücadele yöntemleri kullanacaktır. Dünyanın her yerinde terörle mücadele böyle yapılır…”
Alıntı, Mehmet AĞAR’ın 23.01.1998 tarihli Milliyet Gazetesi’ne verdiği beyanattan. Adam açıkça “Biz bir kısmını size getirmeyip öldürüyoruz, getirdiklerimizi de herhalde siz özel mücadele yöntemleri ile yargılıyorsunuzdur, bizi anlamanız lâzım!” demiş. Paraya, Oy’a ve İkbâle çevirebildikleri sürece zaten yaptıklarını hiç reddetmediler. Kontrgerillanın bir ayağı hep yargıda olmuştur. Emniyet Müdürü’nden Adalet Bakanı atamanın utanmazca rasyonalitesi de buna dayanır. Hangi ülkede, hangi çağda yaşıyorsak yaşayalım, bu tiplerin bırakın cezalandırılabilmesini, ayıplanması için bile iktidarın eteğine değmiş hiç kimse acele etmez. Tek bir kişi ya da tek bir dönem hakkında değil; ‘Tarih Bilinci’ ile ilgili konuştuğumuzu bilmelisiniz.
Bakın ünlü bir savcı ne demişti:
“Her devletin kendi güvenliğine yönelik tehlikeleri bertaraf edecek istihbarat servisleri bulunur. Bu servislerin, birtakım örtülü operasyonlar gerçekleştirdikleri de bir realitedir. Unutulmamalıdır ki, kulağa hoş gelmese de istihbarat işleri içerisinde provokasyon, ajitasyon ve suikast gibi uygulamalar da bulunmaktadır”(9)
Devamında, bu gibi operasyonların sadece ‘kimi zaman’ ve ‘bazı türlerinin’, o da hükümete karşı olduğu için, tasvip edilemeyeceğini söyleyip, niye dava açtığını anlatıyor. İddianamenin dilinden; savcının düşünce dünyasında, ‘yakalanmanın’ kontrgerilla için ‘bomba atmaktan’ daha tipik bir kusur olduğunu ve ayıplandığını hissediyoruz. Aynı ‘beceriksizliğin ayıplanması jesti’ 2007 tarihinde yaptığı bir röportajda emekli General Altay Tokat’ın zihninde de elle tutulur durumda:
“… İstihbaratçılar bunu beceriksizce yaptılar. Olayı dışarıdan kontrol etmek yerine hata yapıp işi suikasta götürdüler. Benim zamanımda ben de bomba attırdım.
Muhabir – Nereye?
– Bir iki kritik noktaya…
Muhabir – Siviller de var mıydı orada?
– Boş yerlerdi. Batıdan gelen memurlar, hâkimler işin ciddiyetini anlamıyor. Şunlar hizaya gelsin diye evlerine yakın iki yere attırdım… Onları öylece eğittim ben!”(10)
Bir kere hizaya gelenin bir daha nasıl hizadan çıkamadığını ise 15.11.2007 tarihli Milliyet Gazetesi’nden öğreniyoruz. İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi, generali bir dizi suç iddiasından beraat ettirirken savcılığın şu çarpıcı mütalaasına dayanıyordu:
“Sanığın ifadelerine rağmen, görev yaptığı sırada tuğgeneral seviyesinde bulunduğu, hâkim evlerine yakın bir yerde bomba attırma eylemiyle ilgili olarak kendisine özel bir izin verilmesinin söz konusu olamayacağı, sanığın güvenlik önlemlerinin alınmasıyla görevli olduğu ve aksinin düşünülemeyeceği anlaşıldığından…”
Düşünemiyorum öyleyse yoktur! Felsefî bir yaklaşım gibi duruyor. Özellikle de tasarruflu düşünenler açısından tarihin yükünü azaltacak bir tarza sahip. İster hukuk fakültesindeki felsefe eğitiminin yetersizliğine, isterseniz de Paşa’nın ‘felsefe eğitimi’ metotlarının kalıcı üstünlüğüne bağlayın, şu bilinen bir gerçektir ki bu adamlarla iş yapanlar onları asla unutmaz.
Şemdinli Kontrgerillası mensuplarının, halk tarafından yakalandıkları anlarda; etkili, yetkili, görevli birisini değil, o tarihte hukuken ‘hiç kimse’ olan Mehmet Ağar’ı cep telefonundan arayıp yardım istemesindeki hikmet işte budur. (11)
Hafıza, artık Hatıra’ya galebe çalmak zorundadır.
Bizim kan ve gözyaşı ile berraklaştırdığımız hafızamız karşısında, türkücüsünden, fabrikatörüne, futbol takımı çalıştırıcısından, kiralık katiline büyük bir güruhun bu adamlarla iyi bir ‘hatırası vardır.(12) Devlet ara sıra bunları hazımsızlıkla kustuğunda -herhalde daha doğrusu geğirdiğinde demeli- ancak gerçek suçlarının etrafında dolaşan zayıf mahkeme hükümleriyle ve geçici sürelerle kapatılırlar. O halde bile hâlâ para kazandırır, iş takibi yapar ve ziyaret edilirler. Bazen göbeğinde, bazen kıyı köşeciğinde; ama her iktidarın tören alayındadırlar. Belki de bizden ve hesap sorma irademizden bu kadar korkulmasının nedeni, ‘devletlû olmanın’ kokuşmuş hatırâtına hiç aşina olmamamız.
Fazıl Hüsnü’nün dediği gibi:
“Çocuklar Korkunç Allah’ım
Bebek yaparlar haçları,
Aşina değiller hatıramıza
Severken aynı ağaçları…”
Yaşamını sürdürebilmek için ‘kutsalın’ varlığına ihtiyaç duymayan çocuğun ferahlığı, bu tarihsel bilgiyi henüz kurmamış olmasından ileri gelir. Böyle bir ihtiyaç eksiği; kutsalı, tüm yetişkin endişeleriyle birlikte hisseden şairi korkutur;
“Çocuklar korkunç Allah’ım
Elleri, yüzleri, saçları
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları”
Kontrgerilla şefleriniz ve Başbakanlarınız başta olmak üzere hiçbir ‘Aziziniz’ için mum yakmaya ihtiyaç duymuyoruz. (13)
Ama uyumuyoruz da. Bizi putlarınızın çirkin hatırasından koruyan, çocuğun ferahlatıcı cahilliği değil, tam tersine, tarih bilincimiz. Asla devletlû olmayacağız. Asla rejiminize teşne ‘akıllı solcu’ olmayacağız. Muhalefet etmek için; STK fonlarınıza, icazetli patron sendikacılığınıza, parlamentonuza, seçiminize, meşruiyetinize, uyumunuza, istikrarınıza ihtiyacımız yok. Huzur, bizim için bir arzu nesnesi değil. Milliyet, din, devlet, ne adına çalmış olursanız olun, hiçbir yağmanızın, hiçbir ganimetinizin ortağı değiliz.
Hatırânıza aşina değiliz: Ne bugün siyaset diye yaptığınız, ne yarın gelecek diye umduğunuz ve ne de dün açısından ‘Tarih’ zannettiğiniz anlamda! Bugün kimin iktidarda olduğunun hiçbir önemi yok. Beş yüzyıl önce yaşamış I. Selim’in ‘Yavuzluğunun’ izini iktidarlarınız sürsün, anıtlara ve köprülere padişahların adını siz verin.
“Şimdiye dek zafer elde edenlerin hepsi, bugünün efendilerinin bugünün mağlupları üzerinde yürüdükleri büyük zafer alaylarına katılırlar. Aynı zamanda ganimet de her zaman bu zafer alayına aittir.”(14)
Madem ‘Yavuz’ sizin zafer alayınızda, ona ve onun gibilere ayaklananları da bize verin. Babailer, Celaliler, Kalenderiler, Bedrettiniler; işçiler, köylüler ve yoksullarla birlikte Haziran Ayaklanması‘nda bizimle yürümüş olsun. Galiplerin, mağrurların ve zalimlerin geçit resminde değil, ezilenlerin uzun yürüyüşündeyiz. İşte bizi sizle uzlaşmaz, işte bizi size korkunç yapan bu! İşte kaçırılmamızın nedeni…
- Can Yücel 25 Kasım 1973’de şöyle diyordu:
‘Tam bir yıl oldu bugün, bu şerefli uğraşa başlayalı,
Şu ana kadarki sicilim eh, oldukça başarılı
Ama bu, benim kişisel yeteneğimden çok
Toplumca hapse düşkünlüğümüzden olmalı
Asker Millet’ diye bilinirdik 12 Marttan önce,
Şimdi ise yediden yetmişe hapishaneciyiz milletçe!’ - Roma hukukunda bu suç kısmen kişileri kuvvet kullanma yoluyla rızası dışında harekete zorlama (crimen vis), kısmen de dar anlamıyla müessir fiil ve maddi tecavüzlerden (in jura) sayılıyordu.
- 1962 Denizli doğumludur.Üniversite yıllarında devrimci mücadele içinde yer almıştır. Devrim mücadelesinin çeşitli alanlarında yıllarca emek vermiştir.İlk kez tutsak düştüğünde avukattır.Halkın Hukuk Bürosu avukatıydı. 28 eylül 1994 de İstanbul Beşiktaş da bir cafede iki arkadaşıyla beraber oturduğu sırada siyasî şube polis amiri Şefik Kul tarafından infaz edilmiştir.
- 1962 yılında Ankara’nın Şereflikoçhisar ilçesine bağlı Büyükdamlacık Köyü’nde dünyaya geldi. 1988 yılında Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Prof. Muammer AKSOY 1990 yılında faşistlerce katledilene dek onun yanında çalıştı. Kendi halkına karşı savaşmak istemeyen Candan, askerlik sonrası burada tanık olduğu katliamları anlattı, fotoğraflarla birlikte somutladı, 2000’e Doğru dergisi bunu haber olarak yayınladı. HEP İl başkanlığına seçilmişti. 1994 yılı Aralık ayının soğuk bir kış günü bürosu yakınlarından kaçırıldı, kendisinden uzun süre haber alınamadı. 14 Aralık 1994’te Bala yakınlarında işkenceyle katledilmiş olarak bulundu.
- JoseBarrionueva Pena
- [GruposAntiterroristas de Liberacion – Antiterörist Özgürlük Grupları].
- Euskadi Ta Askatasuna – Bask Ülkesi ve Özgürlük.
- Devlet bahsinde aktaran, Akal, Cemal Bali, Devlet Kuramı, Dost Kitabevi, 2011, s.321.
- Van C. Başsavcılığı (250. Madde ile yetkili) 2005/750 Soruşturma (ŞEMDİNLİ) İddianamesinden, Savcı Ferhat Sarıkaya.
- 07.2007, Yeni Aktüel Dergisi.
- Bu husus kendisine sorulduğunda Ağar basına ‘Demek ki devlette başka adam kalmamış’ demişti. Haksızlık etmiş.
- Hapishanede ziyaret listesinin üç bin kişinin üzerinde olduğu söylenmektedir: Mustafa Koç, Ferit Şahenk, Fatih Terim, Yıldırım Demirören, Ercan Saatçi, Mübarız Mansımov vb.
- ‘…ve lâ ene abidün mâ abettüm’: Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. (Kâfirun suresi 4. ayet).
- Benjamin, Walter, Pasajlar içinde, Tarih Kuramı Üzerine, Çev.: Ahmet Cemal, s. 40, YKY.