Son Müvekkil!
Ben avukatım.
İşte size tam çeyrek yüzyılı devirmiş, gayet pratik bir “ben” tarifi.
Yani mesleğim bu.
Tarifin, insanın amaçlarını veya tutkularını tasvirden ziyade, mevcut haline işaret etmekten ibaret bir düzayaklığı olduğunu kabul ediyorum; öyle bakınca mesleklerden bir meslek. Yine de kelimenin kavrukluğu, yirmi beş yıldır işin kendisini tutkuyla yapmama engel olmamış görünüyor.
“Meslek” kavramı, bugün ifade ettiği yerleşik anlama kavuşurken, epey daralmış verimli bir kökten geliyor: Sülûk.
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın resmi yayın organı “Yeni Hayat” dergisinin, 1922 Martında çıkan ilk sayısında; “Maksadımız” başlıklı sunuş yazısı şöyle bitiyordu:
“Binaenaleyh mecmuamız neşriyatında Marksizm mesleğini takip edecektir.”
Ne hoş meslek. Sigorta ve emeklilikten söz edilmemesine rağmen, insanın içini ısıttığı kesin. Neyse ki her ikisiyle de tam zamanlı uğraşarak Avukat ve Marksist olmak mümkün.
Eh, iki meslekliyim o zaman…
Kasım 2017’de tutuklanmamdan hemen önce, yani avukat sıfatıyla ilgi duyup hapishanede ziyaret ettiğim son sanığın adı, Mustafa Koçak’tı.
Bu durumda, eğer avukatlığı elimden alıp beni tek mesleğe mecbur etmeye kararlılarsa, “son” müvekkilim denebilir Mustafa için.
Su gibi duru bir genç adam ve bugün itibariyle tam 225 gündür aç. Gözaltına alındıktan sonra işkence gördü. Ona bir suçlamayı kabul ettirmeye çalıştılar: Çağlayan Adliyesi’nde meydana gelen silahlı eylemin “silahı” ile ilgili bir suçlama.
İşkence ıssız bir kelime. Belki de onu kullanmak yerine, acıdan ve dehşetten tasarruf etmeyip olanı anlatmak daha doğru. Saatlerce dövüldü, yerde sürüklendi, soyuldu, ıslatıldı, günlerce soğukta ve karanlıkta bekletildi, kafasına önce çuval sonra teneke geçirilerek saatlerce vuruldu; hamile ablasına, kız kardeşine tecavüzle tehdit edildi, öldürüleceği söylendi, küfredildi…
Kalabalıklaştı mı biraz ıssızlık? İyi. Bunlar yapılırken biz evimizde sevdiklerimizin yanındaydık; o işkencecilerle yalnızdı. Elbette korktu, başınıza gelirse -dilerim ki hiç gelmesin- siz de korkmalısınız. Lakin O, karışmadığı bir eylemi üstlenecek, başkalarının geleceğini yalanla karartacak kadar korkmamıştı. Siz de o kadar korkmamalısınız.
Kabul etmedi suçlamayı, tutukladılar. Adet olduğu üzere, uzun ve gereksiz bir sessizlik anlamına gelen savcılık soruşturmasını hapishanede bekledi ve kısa bir yargılamadan sonra “ağırlaştırılmış müebbet hapis”le cezalandırıldı. Bunun “müebbet hapis” cezasından farkı, büyük ihtimalle hapishanede öleceğinizin yüzünüze söyleniyor olması. Eskiden daha açık söylerlerdi. Müddetnamelerdeki “Tahliye Tarihi” ibaresinin karşısına “Ölünce” yazılırdı. Şimdilerde, İnfaz Kanunu’nun 108. maddesi uyarınca, otuz dokuz yıl sonra siyasi değilseniz şartla salınabileceğiniz söyleniyor sanırım. Öldürme iradesi, tek kişilik hücrede günde bir saat havalandırma hakkı aracılığıyla, yıllara yayılmış durumda anlayacağınız.
Yıllar önce, beraber konuşmacı olduğumuz bir toplantıda, konuşmamı çok sert bulup cezai bir takibata uğramamdan endişelenen Mihri Ağabey kulağıma eğilip; “Selçuk, böyle şeyler söyleneceğinde önceden bana ver, ben söyleyeyim, müebbet verseler dört yıl yatarım” demişti. Herhalde doksana yakındı o sıralar; gerçekten de doksan beş yaşında kaybettik sevgili Mihri Belli’yi, öngördüğünden sadece bir yıl sonra.
Mustafa’nın yüzüne böyle bir hüküm okunduğunda da “hapiste öleceksin” demiş oluyorsunuz ama “dört yılda değil, ömrün boyunca her yıl,yıl boyunca öleceksin”…
Esasen Mustafa çok genç; ömrü bu rejimin yıkılıp beraberinde mahkeme kararlarını da götüreceği, özgür kalacağı günü görmeye her koşulda yeter yetmesine de, 225 gündür aç olmasa. “Bıraksın o zaman, beklesin, dayansın” denebilir. Korkarım çok aceleyle ve tok karnına söylenmiş bir çözüm olur. Bu meslekteki ilk müvekkilime de, bundan yirmi dört yıl önce, “idam” yedirmeyi başarmıştım. Vardı o zaman idam. İlkine idam, sonuncuya müebbet; ne mesleki kariyer ama! İtibarımı kurtaracaksa, bu zaman aralığında binlerce müvekkilimin beraat ettiğini, idamlık olan ilk müvekkilimin hala başı omuzlarının üzerinde gezdiğini söyleyebilirim elbette; ama konumuz bu değil. Avukatlar bilerek veya bilmeyerek, muhtemel hüküm konusunda müvekkillerini yanıltabilirler. Ben bilerek hiç yapmasam da tahminlerimin tutmadığı, çabalarımın yetmediği örnekler oldu. Mustafa, aynı zamanda, yanılttığım “son” müvekkil. İzmir hapishanesinde; kendisine yöneltilen suçlamayı, gösterilen dayanakları ve soruşturmada öne sürülmüş delil iddialarını dinledim ve ona; “Burada suç da dava da yok; bir süre tutarlar, sonra bırakırlar, endişe etme.” dedim.
Dosya gizliydi o sıralar; sadece kendisine sorulan sorulara ve hazır bulunan avukata gösterilenlere göre bu değerlendirmeyi yapmıştım.
Yine denilebilir ki; “Dosyayı görmeden konuşursan olacağı budur.” Haklısınız. Görmediği dosyada avukatlık yapmayı dayatan yeni çağın bu rezil soruşturma alışkanlığı; avukatı anlamsız tahminlere, sanığı telafisi imkansız kayıplara sürükleyebilir. Lakin, gizlilik kalkıp dava başladığında -maalesef- hiçbir kaybımızın olmadığı anlaşıldı. “Neye esef ediyorsun o zaman?” derseniz, beni isabetsiz tahminimin sorumluluğundan kurtarabilecek son kapının böylece kapanmış olduğunu söyleyebilirim. Hüküm kurulana kadar, ilk gün anlatılanların dışında, ne yeni bir iddia gördük ne de yeni bir delil eklediler. Beni asıl kurtaran, bir ay sonra bizzat tutuklanmak oldu. Yani hiç değilse, beceriksizce yaptığım değerlendirme hakkında Mustafa’yla yüz yüze bir görüşme yapmaktan, meşru bir mazeretle kaçmış oldum. Haliyle utanıyor insan, utanması varsa tabii; benim var. Objektif durum şöyleydi: İki itirafçı tanık Mustafa’nın bu silahla ilgisi olduğunu söylemişti. İlkinin tam cümlesi şöyleydi: “Köftecide bana kendisi söyledi … eylemde kullanılan silahı kendisi vermiş.” İkincininki biraz daha karışık: “Öyle olabileceğini tahmin ediyorum.”İşte hepsi bu.
Hayır, yoldan gözaltına alındığında üzerinde silah yoktu. Hayır, bir başka yerde bulunmuş bir silahta parmak izi yoktu. Ses kaydı, görüntüsü, el yazısı, “dokümanı”, belgesi… Hayır, yoktu.
İlk itirafçı (sonradan neyse ki beni de ekleyip mesleki skandaldan kurtaracağı) iki yüz kişilik bir liste hakkında masal döktürmüştü. İkincisi ise aylarca dayandıktan sonra, hapishanede önüne getirileni imzalamıştı.
Ben ilk dinlediğimde durum buydu en azından. Hükme kadar sadece bir değişiklik olmuş: İkinci sözde tanık, paçasını hapisten, savcıdan, polisten kurtarıp kapağı nihayet yurt dışına atar atmaz, işin aslını anlatmış. “Kime anlatmış?” derseniz; polise, avukata, hakime, notere… Bu sefer Alman olanlara. Noter de onaylayıp göndermiş ifadesini Türkiye’ye: İşkence, tehdit, yalan ifadeye zorlama, menfaat vaadi… Söylemesem ayıp olur; istedikleri ifadeyi imzalatınca, hakime söyleyip bıraktırmışlar gerçekten. Vaat değil menfaat diyelim. Hatta dürüst ticaret de denebilir tarafları açısından. Çoğunlukla kandırılırlar ve içine düşürüldükleri ahlaki sefaletin üstüne, bir de hapis yatar itirafçılar.
Elde kalan “köfteci hafızası”, mahkemede kendisine yöneltilen “Bu Mustafa Koçak’ın eylemle bağlantısı var mı? O konuda bir bilgin var mı?” sorularına, “Ya, benim bu yönde doğrudan bir bilgim yok” deyip kıvırmakla yetinse de, hayali köfteci diyaloğunu bir kez daha tekrar etmiş.
Dosya gerçekten bundan ibaret.
Zor davalarda avukatların mesleki hafızasında seçici bir unutkanlık yaşanabilir. Bazı delilleri önemsiz, bazılarını gereksiz kabul edip müvekkilleri aleyhine “ufak tefekten” söz etmeyi ihmal etme eğilimindedirler.
Bana güvenin, burada durum tam tersi.
Sırf yapmış bulunduğum isabetsiz tahmin mesleki kariyerimi berbat etmesin diye, sonradan ortaya çıkabilecek aleyhe delilleri aradı gözüm. “İyi de Mustafacığım, bak daha neler varmış dosyanda; ben nereden bileyim bunları?” deyip kendimi ferahlatmak için. Bulamadım. Yok. Öngörüme tüküreyim; bu “köfteci” muhabbeti iddiasıyla, ağırlaştırılmış müebbet verdi adamlar.
Altı yıl okul (bu şartlarda biraz aleyhime biliyorum ama uzattım okulu ben), lisansüstü çalışmalar, yirmi beş yıllık avukatlık…
Neyi kavrayamıyorum? “Kendisinden işkembecide duydum, Papa’yı da Mustafa vurmuş.”dan daha ciddi olmayan bu cümleyle nasıl bir insana “o zaman hapiste öleceksin” denebilir. Dediler işte. Diyenlerin kendisini “hakim, savcı, istinaf üyesi” diye tanıştırması ilgimi çekmiyor. Başlarken de söylediğim gibi, insanları kendi eksikli tarifleri yerine, meşru ve gayrimeşru tutkuları içerisinde bizzat tasvir edebilecek kadar yaşlandım. Herkesin ikinci bir mesleği daha var. Bunlarınkinde iki mesleğe de maaş ödeniyor muhtemelen. Ya da belki kâr payı. Kendi aralarındaki ticarette dürüst davranabildiklerini fark etmiştik hatırlarsanız: “Yap dediğimi, vereyim istediğini…” .
Geçti kariyer hezeyanım.
Asıl sorumuza dönelim; “Ölme Mustafa; haksız, dayanaksız, boş yere otuz dokuz yıl yat gerekirse, yaşam çok kıymetli” demiştik ve tam 225 gündür bizi dinlemiyordu: Ne yapacağız?
Avukatlık, her iki sorunu da kavrayabilmeme yardım etmedi. Nasıl böyle bir hüküm kurulabilir? Nasıl o yaşta açlıktan ölünebilir?
Herhalde ilk önce beden ve aklın materyalist bütünlüğüne geri dönmek gerekiyor. Spinoza gibi mi? Evet, hatta onun hiç farkında olmadığı “Ligandlar” ve diğer aminoasit molekülleri ile ilgili birçok yeni şey biliyoruz. Zihnin bir odakta değil, bedende ve beyinde birlikte üretiliyor olduğunu. Garip durabilir ama en çok da sindirim sisteminde, bağırsaklarımızda…
Geçmişte ruh ve bedene yapıldığı gibi, akıl ve bedeni de kartezyen bir ayrımla kavramaktan vazgeçtik. Sadece zihnimiz hatta beynimizle değil, bütün vücudumuzla düşündüğümüzü öğrendik.
“Beni köfteci dedikodusuyla hapiste öldürmenize izin vermem; olacak olan buysa, kendim size direnerek ölebilirim şimdi zaten.” diyen adamı kavramaya çalışıyoruz. Çok genç bir adamı… Açlık Grevi’ne başladım. Bütün bedenimle düşünebileyim, bağırsaklarım beynime nöral bir destek versin diye. Açken, bedenim aklıma yardımcı oluyor; zulmü, direnişi, açlığı, yaşamı, ölümü düşünebilmek için. Ölmeye çalışmıyorum. “Yaşamın Trajik Duygusu”nun gayet farkındayım. Şu cümle, Miguel de Unamuno kadar beni de zorluyor: “İnsan ölümlüdür. – Olabilir; ama direnerek ölelim, ve, yokluksa eğer bizi bekleyen, öyle davranalım ki bu bir adaletsizlik olsun.”.
“Tek bir yaşamın var; haksız yere otuz dokuz yıl hapiste çürüyecekse bile onu korumak zorundasın, yaşa!” Tok karnına bana bile böyle geldiği anlar oluyordu. Şimdi ben de açım ve anlamaya başlar gibi oldum. “Meseleyi anlamak mı istiyorsunuz, açlık grevi yapın.” demiyorum. Bu, haksız ve gereksiz bir talep olurdu.
Onun yerine, Mustafa’nın 30 Eylül 2019’da kaleme aldığı açık mektubu bulup okuyun internetten. Onu yazdığında sadece doksan gündür açtı; aklı ve bedeni çok uzaklaşmış olamaz bizden. Siz yine de yemekten önce okuyun en azından, bedeniniz yardım edecektir.
Çok güzel bir mektup. Ataol Behramoğlu’nun;
“Oysa insan olmak
çoğalabilmektir başkalarıyla
insansın, birinin canı yanıyorken
senin de canın yanıyorsa”
dizeleriyle başlayıp anlatmış düşündüklerini ve İlhan Berk’le bitirmiş:
“Ben sabahlara güneş olmaya gidiyorum
Kimse karanlığa uyanmasın diye”
Ayrıca, benden çok daha başarılı olan avukatları tarafından hazırlanmış, eksiksiz bir dosya özeti de var internette; bulun, kontrol edin söylediklerimi.
Bunu ve daha nice zulmü, direnişi, adalet mücadelesini daha iyi kavrayıp, daha iyi savunabilmek için açlık grevindeyiz. Onun ve bizim açlığımıza bir de bu gözle bakın, bedeniyle direnmek, bedeniyle düşünmek ve başka bir yol bırakılmayacaksa teslim alınmadan ölmek.
Siz bütün bunların içinden, hiç değilse, Mustafa’ya yapılan size yapılsaydı ne yapardınız, ne hissederdiniz, ne düşünürdünüz, onu yakalamaya çalışın.
Yahut, bu fikri bir tür emanet gibi kavrayın.
Size emanet edilmiş yaşamlar, bedenler, akıllar olarak.
Alın bu emaneti, zararlı çıkmayacaksanız.
Okuyun Mustafa’nın mektubunu lütfen. Elinizden geleni yapın, yapalım ki ölmesinler.
Zaten kazanacağız, istiyoruz ki Mustafa’ya, İbrahim’e, Helin’e yetişsin.
Mutlaka kazanırız, iş ki ne olduğunu kavrayıp ne yapacağımıza karar verelim. Akılla ve bedenle karar verip, akılla ve bedenle yapalım.
Biz kazanacağız!