Savunma

Ebru…

[İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7-11 Kasım 2022 tarihlerinde okunmuştur.]

 

Konformistin tercihi Antigone’yi “akla” (yahut basirete) çağırmaktır. Tragedyada bu türden basireti (phronesis) temsil eden figürün adı İsmene’dir.

Tekrar hatırlatmam gerekirse alegori yapmıyoruz. Antik kavramların çevirileri (1) ve modern felsefeyle adaptasyon ilişkileri çok katmanlı bakışımsızlıklar üretir. (2) Biz sadece akıl yürütüyoruz.

İsmene evin küçüğü, Antigone’nin ve dolayısıyla mezarsız ölünün kız kardeşidir. Unutulmaz repliğinde,ağabeylerini gömme planını kendisine açan ablasına şöyle seslenir:

“(…) Kralın buyruklarını hiçe sayar, yasalara karşı çıkarsak, yapayalnız kalan bizleri nasıl bir son bekler, bir düşünsene! (…) Bizi yönetenler bizden güçlü, şimdikinden acı bile olsalar boyun eğmeliyiz emirlerine. Şartlar beni mecbur ediyor, anlayış dileyerek ölülerimizden, itaat edeceğim efendilerin emirlerine. Bayağı deliliktir boyundan büyük işlere kalkışması insanın.” (3)

İktidarla aramızdaki çelişki, iki tarafın boylarının ölçülmesiyle uzlaşmaya kavuşmuştur. Bir benzerini savunma için deneyebiliriz; “Bir avuç insanın gerçekleştirdiği geleneksel cenaze töreninde nasıl bir suç işlenirse işlensin koca devlete ne zararı olabilir?”

Nitekim 2911 sayılı kanunun; cenaze törenlerini -ve düğünleri- diğer geleneksel toplantılarla birlikte kendi kapsamı dışında kabul etmesinin temeli benzerdir.

Yani “…törende ayrıca bir suç işlendiğini iddia ediyorsanız bile bizim cenazeyle ilişkimizi

hukuksal/mesleki-geleneksel kabul etmelisiniz” demiş olurduk.

Yine makul görünüyor. Suç yok. Pekiyi neden işlemiyor? Niye bu yüzden buradayız?

Sorun şu ki her ne kadar “konform” düzen/uyum demekse de iktidarlar konformist değildir. Sürekli artıp azalarak değişen ve farklı düzeylere dönüşen yeni saldırılar geliştirmedikçe mevcudu koruyamayacaklarını bilirler.

“Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerektiği” iktidardaki muhafazakârın temel ezberidir ve bu da bir basiret türüdür. İktidar öldürdüğü yahut öldürülmesine göz yumduğu kişinin törenle gömülmesini, davasının takip edilmesini, failinin kovuşturulmasını politik varlığına saldırı olarak okur, haklıdır da. Yahut ihtiyacına göre değiştirerek kâh okur kâh okumaz ve bu da ezberinin öğrettiğidir. Hukuk, bu manevraları takip ederken zorlanır.

Konformizim maalesef iktidar değil muhalefet hastalığıdır; izin verilene, mümkün görünene, kendisine müzakere edilebilir diye bildirilene yönelir. Sol konformiste ölü -veya yoksul- kardeşine karşı görevlerini neden çiğnediği sorulduğunda şöyle cevap verecektir:

“İSMENE: Hiçbir şeyi çiğnemiyorum, sadece devlete karşı koyacak gücüm yok.” (4)

Aslında işin başında ölüden dilediği özür -“anlayış dileyerek ölülerimizden”- retoriktir. Çünkü yapılması önerileninin yanlış veya çirkin değil “imkânsız” olduğu düşüncesindedir:

“İSMENE: Ne güzel olurdu yapabilsen, ama hep imkânsızın peşindesin” (5)

Ebru’nun talebi bizzat kendisi tarafından sınırlandırılmıştı ve çok açıktı: Adil Yargılanmak. On yıl boyunca hiçbir usul kararına uyulmaksızın, sahte veya kurgulanmış itirafçı beyanlarıyla, delilleri toplanmadan, tanıkları dinlenmeden, sahte dijitaller incelenmeden, kendisi ve avukatları salondan atılarak yokluğunda yargılanmayı kabul etmeyeceğini söylemişti. Sadece kendi yargılaması için değil, müvekkillerinin ve bütün siyasal muhalefetin yargılamaları içindi bu talep. Tabii ki bir şiddet eylemiydi ancak barındırdığı şiddet, insanlara zarar vermesinde veya talebin “garip” yahut “sahiplenilemez” olmasında değil, karşılanmadığı takdirde uzlaşma konusundaki tavizsizliğinde yatıyordu:

“Kendime bunu yaptırmaktansa, direnerek ölürüm” demişti Ebru.

Birçok meslektaşından, sol muhaliften, arkadaşından,sıradan insanlardan aldığı tepki benzerdi: “Ne güzel olurdu yapabilsen ama hep imkânsızın peşindesin!”

Bu “gerçekçiliğin” çağrısıdır.

Yüzyılı aşkın süredir reformizm “politik gerçekçilik” olarak pazarlandı, şimdi asıl imkânsız olanın reform olduğunu biliyoruz; vadettiği toplumsal fayda rejimin sürdürülmesinden ibarettir. Devrimcilik bu yüzden ihtiyaçtır.

İmkânsızı, mümkün olmayan anlamında değil, olasılık hesaplarından türemeyen,mümkünü aşan şey anlamında anlamak kaydıyla (6) ; zaten “mümkünü istemek, istemek değildir” ve gerçekçi sadece imkânsızı isteyendir.

Ancak Antik İsmene’ye haksızlık etmemek için mutlaka altı çizilmesi gereken bir husus var ki o da kardeş sevgisinin büyüklüğüdür. Antigone’yle birlikte sorguya çekilirken, onaylamadığı  ve katılmadığı eylemi üstlenir:

“Ablam itiraf ettiğine göre ben de etmeliyim. Ona yardım ettim, paylaşıyorum sorumluluğu.”(7)

Çabası Antigone tarafından defalarca sertçe reddilmesine rağmen, salıverilip sahneden çıkıncaya kadar tekrar tekrar samimi sevgisini hissettirir:

“Abla, esirgeme benden senin yanında ölme şerefini” der mesela ilk terslendiğinde; “Sensiz yaşamın ne anlamı olabilir?” der sonra;“Kaderini paylaşamamak ne acı”. Ve nihayet çıkarken kendi kendine “Tek başına nasıl yaşarım onsuz” diyecektir. (8) 

Onunki saf ve güçlü bir aile bağıdır. Lanetlenmiş, çok eziyet görmüş ve ancak toplam kederi üstlenilerek dâhil kalınabilecek özel bir aile. İsmene eyleme girişmeyerek zayıflattığı bağı sevgiyle korur ve ayakta tutar.

Niye bu kadar ayrıntıyla vurguladığım sorulabilir. Çünkü Ebru ile ilgili çok önemli bir meseleyi açıklığa kavuşturmama yardım ediyor. Sol büyük bir aile, kimsenin bizim yerimize hatta bizimle birlikte hapse girmesi, ölümü göze alması gerekmiyor. Ailesini sevmek yeterli. Bugün ve bütün yargılama boyunca Ebru’yu yalnız bırakmayarak kardeş sevgisini göstermiş herkese yeniden teşekkür edip, onları tenzih ederek bu sevgi kaybedildiğinde konformizmin nereye varacağını göstermeyi önemsiyorum.

Uzak geçmişin devrimci önderlerini, devrimlerini, kanonik kitaplarını kutsal metinler gibi tekrarlayıp duran, kendilerine bu tarihi sahiplenen büyük isimler vermiş, solda olmayı bir etiket kabul eden kardeşlerimizin; bugün burada devrimcilik yapılmasına karşı sevgisizliği, en az davanın kendisi kadar tarihseldir. Geçmişin ölülerini kült haline getirip, bugün,burada direnerek öleni görmezden gelmeyi kavrayamıyorum. Açılış konuşmasında Kazancakis’e bir atıf daha yapmışız, ihtiyacın hiç azalmadığını fark ediyorum. Belki, Marksist Klasiklere kısa bir ara verip, herkesin bir kere daha “Yeniden Çarmıha Gerilmek” okuması iyi olurdu.

Ölüm Orucu eylemine, siyasal şiddete -yahut kendinize hangi sınırı çektiyseniz o sınırın dışında kalana- onay vermemeyi anlarım, ancak solcu kaldığına inanarak devrimciyi sevmeyeni anlamakta zorluk çekiyorum.

Yine de gayret edebilirim. Çağdaş kız kardeşin teorik tespiti tanıdıktır: “Fanatiğin ya da günümüzün yaygın deyimiyle fundementalistin -ister dinsel ister seküler olsun- temel hatasıdır bu…” diye düşünür Çağdaş İsmene; “Antigone’nin, adaletin ne olduğunu ve belli bir durumda nasıl uygulanması gerektiğini yalnız kendisinin bildiğine dair sarsılmaz inancı, ona “şehitlik” seçeneğinden başkasını bırakmaz” (9)

Yani konformist, şehitlikte “kibir” görür. Yunancası “Hubris”. Buradaki türü “uzlaşmazlık kibri”. Aslıda içinde yaşadığını hayal ettiği ve müzakere edilebilir çelişkileri üzerine politika yaptığı/öğrettiği Burjuva Liberal Demokratik hukuk devleti bağlamının, bu bağlamı oluşturan norm ve uzlaşmaların ölüm orucu için eylem-bağlam ilişkisine izin vermediğinin farkındadır. Sadece yasadan söz etmiyoruz. Elbette hapishanede açlık grevi yapmak 5320 sayılı yasanın 40/2-g bendine göre yasaklanmıştır; fakat maddi bedel zaten normatif yaptırımdan ağırdır: Ölürsünüz. Kendisinin ölmek istememesi gayet anlaşılabilir ancak o burada bırakmayıp sizin “ölebilmenizi” de uygun bulmaz. Politik şiddet -ölüm orucu gibi içe dönük bir yansıtmayı barındırdığında dahi- onun muhalefet kavrayışının dışındadır.

İsmene’nin kardeş sevgisi hiç değilse ablasından talebini sınırlandırmıştı:

“İSMENE: Yine de peşinden koşmamalısın imkânsızın” (10)

Oysa Çağdaş İsmene, şehidin kibrine karşı uyarmaktadır: “Fundamentalistin Temel Hatası: Hubris” (11) Bu yakışıksız günaha karşı bir de kefaret, hatta ilaç önerir:

“Arendt’in hatırlattığı gibi ‘hubris’ i nötralize edebilecek erdem Aristoteles’ten beri bildiğimiz ılımlılık; sınırlar içinde kalma (altın orta) yetisidir. (12)

Modern küçük prensesin, yoksul ve yetim devrimci kızkardeşine tavsiyesi ılımlılıktır. Eğer itidal çağrısı takdir görmezse sevgisizlik işi çirkinleştirir ve hak ettiğinizi duyarsınız:

“Birçok insanın gözünde ‘kendini feda etme’ unsurunun,iç angajmanının yoğunluğunun ve ihlalcinin ciddiyetinin ve hakikate bağlılığının delili olarak görülmesi büyük bir talihsizliktir; çünkü saplantılı fanatizm çoğunlukla çılgınlığın bir alametidir ve her halükârda rasyonel ve nesnel bir tartışmayı imkânsız kılar” (13)

“Eylememe” zaafını kolayca “ortak basirete” dönüştüren bu işlemin izini sürmeliyiz. Gerçi zaafın farkındadır; İsmene için “…kendi eylemsizliğine gerekçe olarak (basiretinden önce) kadın olmaktan kaynaklı güçsüzlüğünü, çaresizliğini gösterir” (14) demeyi ihmal etmez ancak bu okuma “feminist teori” için bile meselenin özünü ıskalar.

Şehit, artık akıllı ve nesnel solcunun kardeşliğinden çıkarılıp psikolojizmin karanlık koridoruna havale edilmiştir, elbette kızkardeş de solcudur, sadece “deli ablasını” burjuvazinin salonlarında, parlamentolarında, akademisinde peşinden taşımak niyetinde değildir. Henüz ölmediyse, onu siyasal alandan kovup hastaneye yatırmak zorundadır. Onun girmesi gereken seçimler, yazması gereken tezler, uzlaşması gereken çatışmalar vardır ve bagajında “aşırı uç” istemez.

Kurgusu uyarınca kendisi merkezdedir. Aristoteles’in altın ortası -elbette ancak belli bir bükme açısından- ona “politik merkez” olarak görünür. İma edilen sabit bir merkezdir ve bu nokta her iki ucu köktenci aşırılığa (“dinci veya seküler”) kademelenerek uzayan iki boyutlu

lineer bir politik evrendedir. Kibirsiz, uzlaşmacı, ılımlı Liberal Demokratik yönetim sabit merkezde bulunur. (15) Devrimciler aşırı solcu, mücahitler aşırı sağcıdır.

Tamamen kusurlu algılanmış bu iki boyutlu evren, sol açısından ciddiye alınabilecek hiçbir tasnif edici ölçüt sunmaz. Politik meseleleri “politik merkez” üzerinden kavramaya çalışanların, -solculuk yapma niyeti bakiyse- sabit bir merkezdense bizzat eylediği hareketli bir odağı tercih edip, halkın yararına işleri odağa ve zararına işleri uzağa -iki değil fakat dört kollu bir asimptotun her yönünde merkezden uzağa- doğru yerleştirmeyi denemesi gerekir. Sözde altın ortanın merkezini halk düşmanlarıyla sağlı sollu paylaşmak yerine, onları asimptotta en uzakta tanımlayabilmesinin ve böylece onlarla mücadele edebilmesinin başka yolu yoktur. Kanaatimce gerçek ve gerekli tek sol budur.

Yine de diğer görüşü savunanların -kendilerini solda hissettikleri sürece- kaybettiği sevgim değil ilgim. Bunun altını çizeyim; ben solu hala büyük bir aile olarak düşünme taraftarıyım. Eleştiri ve özeleştiri alışkanlığı sevginin önünde engel değil.

Sözde mümkünü istemeyi siyaset sanmak, zaten ancak asla gerçekleşmeyeceği için uğraşılmasına izin verileni “istemekten ibarettir”. Bu nedenle imkânsız, mümkün olmayanı değil, istenmesine izin verilmeyeni tanımlar: Devrim kendisinden başka kimseden izin istemez.

Ebru “saplantılı fanatik bir çılgın” olduğu için mi bunu yaptı? Yahut Antigone basitçe kibirli ve takıntılı bir ruh hastası mıydı? Ya da Aristoteles’in sorabileceği gibi trajedileri bu köklü kusura (Hamartia) yani “Kibir Günahı”na (Hubris) mı dayanmaktaydı?

Konformist için -özünde- durum budur.

Egemenin her iki örnekte de -Antigone veya Ebru fark etmez- kendisi için tehlikesini derhal tamamen kavrayarak hızla ve şiddetle cezalandırdığı politik direniş, Akıllı solcu için “köktencinin uzlaşmaz çılgınlığından” ibarettir. İkisi arasındaki bu kavrayış farkı, bildikleri dünyanın sonuna kadar, neden birisinin iktidar diğerinin ise “muhalif” kalmaya devam edeceklerini ve her ikisinin de yeni bir dünyayla ortadan kalkarken bu sıfatlarla gömüleceklerini yeterince açıklar.

Pekâlâ.

Antigone bize başka ne söyler? Madem ortayolculuk Aristoteles’e referans gösteriyor biz de ondan devam edelim. Aristoteles’e göre “Ilımlı davranarak ılımlılığı, cesur davranarak cesareti, adaletli davranarak adil olmayı öğreniriz” (16)

 Aristoteles aklı Teorik ve Pratik olarak ayırır. Ebru’nun yanıldığı yer burası mıydı?

“Teorik aklın konusu kendinde ne ise o olarak varlıktır. Yani, olması veya olmaması insan eylemine bağlı olmayan şeyler dünyasıdır. Bu dünya (ki onu genellikle doğa diye adlandırırız) bizim yapıp etmelerimize bağlı olmadığı için aklımız onu sadece seyreder veya “temaşa” (theoria) eder…” (17)

 Aristoteles : “hiç kimse olduğundan başka türlü olamayacak ve kendisinin yapamayacağı şeyler üzerine düşünüp taşınmaz” (18) der. Elbette olmayacak işe eylemek de düşünülemez.

“Buna karşılık pratik aklın konusu tam da olduğundan başka türlü olması mümkün olan şeylerdir. Diğer bir deyişle “zorunlu” olarak değil “olumsal” olarak var olan yani olması veya olmaması (ya da şu veya bu biçimde olması) insan eylemine bağlı şeylerdir. Bu tür şeylerbeşeri dünyamızı oluştururlar” (19)

 Politikanın yeri gayet kendiliğinden pratik akla yerleşmiş gibi görünüyor; “…pratik aklın işi bu dünyayı “seyretmek” değil bu dünyada “eylemek” (praksis) daha doğrusu eylemesi gereken insanı yönlendirmek, ona ne yapması gerektiğini söylemektir. Aristoteles, pratik aklın bu işlevini mükemmel bir biçimde yerine getirmesinden kaynaklanan erdeme “pratik bilgelik” veya “basiret” (phronesis) adını verir ve onu ahlaksal siyasal yaşamın merkezine yerleştirir. (20)

Öyleyse iki kız kardeşin akıbetleri düşünüldüğünde, uygun pratik aklın (basiretin) ödülünü sağ kalarak İsmene’nin kazandığını kabul etmek mi gerekecek? Tabii eğer gerçek meseleyi atlamazsanız: Politik olarak neler yapabileceğimize basiretli bir biçimde karar vermeyi önceleyen; neyin “politik” olduğuna dair verilecek karardır.

 

  • (1) “Anlamı ve çevirisi bakımından Aristoteles’in en tartışmalı kavramlarından biridir. Kelimenin standart İngilizce çevirisi“pratical wisdom (pratik akıl), Latince kökenli prudence (basiret, sağgörü, öngörü) kavramlarıyla da karşılanmaktadır. Türkçeye aklıbaşındalık olarak da çevrilmiştir. Hakan Çörekçioğlu, “PHRONESİS VE DÜŞÜNÜMSEL YARGI ÜZERİNE BİR KARŞILAŞTIRMA”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2015 GÜZ, SAYI 20, (s.1-16), s.2
  • (2) “Aristoteles erdem (arete) olmaksızın phronesis olamayacağını belirtmiştir. Erdem Phronesis’in kendisine yöneldiği eylemin sonucunu belirler. Bu anlamda phronesis sadece amaca ya da sonuca ilişkin araçlarla değil aynı zamanda amaçların ya da sonuçların kendilerinin belirlenmesiyle de ilgilenmek zorundadır” Sezgin Seyman Çebi, “ARİSTOTELES’TE PHRONESİS KAVRAMI VE MODERN HUKUKTA MUHAKEME”, Hukuk Kuramı,  c.2, s.6, Kasım-Aralık 2015, (s.1-19), s.3
  • (3)  Sophokles, “ANTİGONE”, çev.Ari Çokona, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 15. Basım 2022, s.3
  • (4) Sophokles, s.4
  • (5) Sophokles, s.4
  • (6) Alain Badiou, Jean Luc Nancy, “ALMAN FELSEFESİ ÜZERİNE DİYALOG”, çev. A.Nüvit Bingöl, Levent Konca, Metis Yayınları, 1. Baskı 2017, s.62
  • (7) Sophokles, s.21
  • (8) Sophokles, 23
  • (9) Fatmagül Berktay, “POLİTİKANIN ÇAĞRISI”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 4.Baskı 2016, s.101
  • (10) Sophokles, s.4
  • (11) Berktay, s.103
  • (12) Berktay, 102
  • (13) Berktay, s. 103 (Hannah Arendt, “Sivil İtaatsizlik” den aktarmış)
  • (14) Berktay, s.94
  • (15) Norman Davies, “AVRUPA TARİHİ”, çev. Burcu Çıman, Elif Topçugil, Kudret Emiroğlu, çeviri editörü: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı 2011, s.744
  • (16) Sezgin Seyman Çebi, s.7
  • (17) Serdar Tekin, “ADALET, PRATİK AKIL, EYLEM: ANTİGONE”; “SİYASALIN PEŞİNDE”, Haz. Devrim Sezer, Nazire Kalaycı, Metis Yayınevi, 1. Baskı 2017, s.97
  • (18) Tekin, s.97 aktarılan Aristoteles [1140a 31-33, çev. Saffet Babür, Ayraç yayınları,1997]
  • (19) Tekin, s.97
  • (20) Tekin, s.97