Kısa ve Heyecanlı Yargıç Hikâyemiz
Başından beri bu saldırıyla ilgili hangi rezilliğe itiraz etsek, bize işin içinde yargıçların da olduğu söylendi. Gerçekten bazı yargıçlar gördük. Mesela önce “ne sorayım bu saatte, söylemek istediğiniz bir şey varsa siz buyurun” deyip sonra da ‘tutuklandığımızı’ söyleyen uykulu bir adamcağızdan ibaret olan Sorgu Yargıcı.
Galiba kadastrodan gelip, bizi tutukladıktan sonra da iş mahkemesine gönderildi. Belki de ticaretten gelip, polis beğenmediği için aile mahkemesine gitmeden sadece 10 ay çalışandı, akılda tutmak gerçekten zor.[i]
Sürekli kapının açılıp kapanmasıyla ve sandalyelerin eksikliğiyle ilgili sızlanıyordu. İnsandan çok eşyanın akıbetiyle ilgilenmeye meyyal bir tabiatı ve gerçekten uykusu vardı.
Yine de sorduk; “…bizi hastane koridorlarında yere yatırıp üç–dört silahlı saldırganın üzerimize oturarak aldıkları kan, tükürük ve DNA’nın emrini siz mi verdiniz?…” diye. “Hiç haberim yok ama verilmişse de savcılık istemiştir” dedi. Ve soruşturma savcısı Adem, ona da sormuştuk “Niye DNA’mız lazım oldu?” Huzur ve pişkinlik içinde “rutin” dedi “polis istiyor herkesinkini artık ben ne yapayım?”
Trajediniz açısından yeni bir perde!
Hâkim ne bilsin savcı iğfal etmiştir (zaten mağdur uykulu), savcı ne bilsin polis iğfal etmiş (zaten mağdur çok rutin), haydi adet yerini bulsun size de sormuş olalım: Dövülerek alınmış DNA, kan, kıl ve tükürük örneklerimiz işe yaramış mı? Esas olarak sizin işinize yarayacak diye o işkenceyi çektirdiler. Gerçekten çok lazım mıymış burada yapacağınız iş için? Rızamız dışında işkenceyle elde edilen biyolojik örnekler hangi gizli kalmış suçlarımızı aydınlattı?
“Ben yargıcım, bana yargıç gibi davran, ben senin hakkın ve güvencenim, anlat bana” diyecek birisinin, önce bu soruya namuslu ve makul bir cevap bulması mümkün müdür acaba? Eğer bütün o sert yasal güvencelere rağmen, hiç gerekmediği hâlde, işkence ve ceza çektirmek için alındığı belli olan DNA’larımızın akıbeti için cevabınız “Biz yapmadık, gidin yapanı şikâyet edin!” ise; o cevabı polisin “Biz karar vermedik, gidin kararı vereni şikâyet edin” cevabıyla birlikte aldık, kabul ettik, öğrendik.
‘Su nerede? İnek içti!’ diye başlayan bir çocuk tekerlemesine benziyor: Kararı isteyen savcı nerede? Meslekten atıldı. Kararı veren hâkim nerede? O artık veraset defteri tutuyor. Bu hâkim nereden? Kadastrodan geldi. Şu hâkim nereye? Trafik mahkemesine gitti. Polis nerede? Vali yaptılar. Vali nerede? Bakan yaptılar. Hukuk nerede? Yandı bitti kül oldu…
Hak ettiğinizi karşılamaz ama biz size 2500 yıllık bir hikâye daha öğretelim. Kendisi de hırsızlıkla suçlanarak sonunda katledilen Aisipos (EZOP) şöyle anlatır:
İki genç adam aynı kasaptan alışveriş yapıyorlarmış. Kasabın bakmadığı bir sırada içlerinden biri büyük bir et parçasını kapıp diğerinin elbisesinin altına saklamış. Etin yok olduğunu gören kasap onları hırsızlıkla suçlamış ve eti geri vermelerini istemiş ama parçayı çalan “bende değil” diğeri ise “ben almadım” diye yemin etmişler. Yalan söylendiğini anladığı hâlde, nasıl söylendiğini kanıtlayamayan kasap “beni aldatmış olabilirsiniz ama tanrıları asla!” demiş.[ii]
Pekiyi bilin ki siz daha bizi bile kandıramadınız.
Haksızlık etmemek için, görüştüğümüz bütün yargıçlardan söz edeceksek; son bir yılda kapatılma koşullarımızı ihlal ettiğimiz iddiasıyla bazı yargıçların önüne çıkarıldığımız da söylenmelidir. İçeride izin verilmediği anlaşılan Newroz Bayramı’nı kutlamak, “Çırılçıplak soyunun!” emrini reddetmek, devletin oluklu su giderini kırmak, gereksiz slogan atmak ve hep birlikte şarkı söylemek fiilleri ile suçlandık. (Hayır, hepsini aynı günde veya aynı yerde yapmadık tabii ki; hatta bazılarını hiç yapmadık!) İdari cezalar aldık, itirazlar ettik. Bazı taleplerimizi kabul edip bazılarını reddettiler; henüz netice yok diyelim.
Son olarak yine bazı yargıçların ‘internetten’ bizimle görüşmek istediği söylendi –siz buna SEGBİS diyormuşsunuz–. Yanımızda üç gardiyanla, revirin eski iğne/pansuman bölmesinden bozma ‘teknik’ odada, hapishane bilgisayarının ‘web–cam’i karşısına geçip salıverilme şartları konusunda yargıçla görüntülü ‘chat’ yapacakmışız –siz buna savunma diyormuşsunuz–. Reddettik tabiatıyla. Kısa süreli de olsa, SEGBİS açısından zorla getirme kararının, bizi iki gardiyan aracılığıyla web–cam önünde tutmak ve yüzümüzü zorla kameraya doğru çevirmek şeklinde uygulanıp uygulanamayacağını tartıştılar; zorla yerine getirme kararı olmadığı için deneyemedik. Ne hoş değil mi? Bir gün karar verin denesinler, bu özgürlüğümüzü de kullandırtmış olursunuz. Öbür özgürlüklerimizin yanına şimşir tarak gibi olur!
SAĞIM, SOLUM, ÖNÜM, ARKAM? SAKLANMAYAN EBE…
Pekiyi orada değil, burada değil, nerede bu yargıç? Bir yıl geçti, güvencesini görmeyecek miyiz? Etkisini hissetmeyecek miyiz? “Nasıl yani, işte buradayız, bizi görmüyor musunuz!?” diye sinirlenmeyin. Şeyh Sadi, Bostan’da ne güzel anlatır;
“Padişahlardan birisi bir Âbidi gördü:
‘Hiç bizi hatırlar mısın?’ diye sordu,
Abit:
‘Evet’ dedi; ‘Tanrıyı unuttuğum zamanlar”[iii]
Âbit’in dediği ne kadar doğru; sizin varlığınızı kabul edebilmek için o kadar çok zulmün, hukuka aykırılığın, ahlâksızlığın, yasadışılığın size rağmen veya sizinle birlikte yapıldığını unutmak ya da hazmetmek zorundayız ki…
Ucundan yargıç da tutuyor diye, sopayı cennetten çıkmış kabul edebilecek miyiz? Siz olsanız eder miydiniz? Aslında bu; ayakları falakaya bağlanmış şekilde sırt üstü yatarken katedralin tavan süslemeleriyle yargıçların sırmalı cüppelerine hayretle bakan köylülere sormak gibidir;
“Bu gazabın tanrının eli tarafından üzerine indirildiğini görmüyor musun?” ya da;
“Şu salona, jandarmalara, hapishanelere, karara, evraka bir bak, yargıç olmadan bunların yapılamayacağını görmüyor musun?”
Eh, sorular bu kadar benzeyince tek cevap ikisini de karşılar:
“Sopayı gayet net görüyorum monsenyör, ama Tanrı’nın eli biraz flû…”
Derimiz o kadar da kalın değil. Üzerimizde güç kullandığınızı elbette ayırt edebiliyoruz. Şüphemiz gücünüzden değil, bunun varsayılan tanrısal/yargısal meşruiyetinden! Mahkemelerin karşılaştırmalı engizisyon örneklerine üzüldüğü söylenir. Aslında herhangi bir ciddi eleştiriyi, üzülmek gibi güçlü bir kelimenin ifade ettiği anlamda, üzerine alınmış bir mahkeme henüz görülmemiş olmakla birlikte, yine de bu karşılaştırmadaki genelleme hatasını düzeltmek gerekir.
Engizisyon genellikle sübut delili için değil, suçluluğa ilişkin kararını başka deliller ve sorguyla verdikten sonra, suç ortaklarının tespiti, ruhu kurtaracak bir nedamet veya ölüm cezasının infazı için işkenceye başvururdu.
Örneğin biraz önce avukat talebi nedeniyle söz ettiğimiz Menocchio’nun işkencesi (kementle boğazının sıkılması) hazırda bulunan Noter’in tutanağından anladığımız kadarıyla ‘yarım saat sürmüş ve aşırılığa kaçmadan uygulanmıştı’ Suç ortakları bu yolla öğrenilemeyince hücresine gönderildi. Bir başka sanık Pihgino Baroni’nin ise 11 Eylül 1570’de tutulmuş olan kayıtlara göre fıtığı nedeniyle askı işkencesinden kurtulmuş olduğunu ve kendisine sadece ateşle işkence edildiğini öğreniyoruz.
1581’de Papalık elçisi Alberto Bolonetti sıkıntı ve iğrenme karışımı bir dille şöyle yakınıyordu: “Sayısız insanın özellikle de işkence altında ağzından çıkan anlamsız sözleri dinleyip kelimesi kelimesine kaydetmek zorunda olmak, sabır abidesi olmayanlar açısından çok belalı bir iştir…”[iv]
Unutmayın aranızda henüz, ‘polisin uydurduğu açıkça belli olan binlerce sayfalık yasadışı belgeyi delil diye okumak, sabır abidesi olmayanlar için çok belalı bir iştir’ şeklinde yazabilecek kadar cesur yargıç çıkmadı. O yüzden adamlara haksızlık etmeyin.
Engizisyonun maddi delile dayanan akıl yürütmesi, kendisinden önceki tüm yargılama sistemleri karşısında büyük bir devrim niteliğindedir. Başka bir deyişle Engizisyon ile aranızdaki mesafe, bu mahkemeler ile ondan öncesi arasındaki devasa fark düşünüldüğünde, bitişik gibi görünmenize yol açar.
Okuma yazmamız var; arama, yakalama, el koyma, inceleme, götürme, getirme, dövme, soyma, kıl yolma, şırınga sokma, kapatma kararlarında imzanız olduğunu görebiliyoruz. Ayda bir “Sakın bir yere bırakmayın!” diye bizi hiç görmeden hakkımızda yazdırıp imzaladığınız kâğıtlar geliyor. Ancak; silah, üniforma, bina, araba, cüppe, cop, başlıklı evrak, gaz ve bol yaldızla üzerimize boca ettiğiniz bütün bu ‘koşum saltanatı’[v] bir kenara bırakıldığında; maruz kaldığımız şiddetin, şu ünlü ‘vadedilmiş’ meşru ve hukuksal güç kullanımı olduğuna dair henüz ortada ciddi tek bir emare bulunmadığını da bilmelisiniz.
Neydi vaat; Yargılama Yapılacak!
“Herhangi bir eylemi (mesela yargılama eylemini) nitelememizi sağlayan, fail değil eylemin kendisidir. Yani bir binaya mahkeme, içinde cüppesiyle oturanlara yargıç dediğinizde icra edilen eylem otomatik olarak yargılama faaliyeti olmuyor maalesef. (…) Eğer yargılama mercii, uyuşmazlığın bir tarafına dâhil, ya da yanında ise, yapılan şeye yargılama faaliyeti denilemez”[vi]
Mahkemede miyiz? Bakacağız.
Uğruna bu kadar masraf yaptığınız görülen bu iddiayı burada birlikte geçirdiğimiz süre boyunca ciddiyetle inceleyip düşüncelerimizi sizinle paylaşacağımızdan emin olabilirsiniz.
Aslında yargısal faaliyetler, insan işleri arasında tipik belirtiler göstermeleriyle hemen fark edilirler. Fakat bu belirtiler esas olarak şu ana kadar bize gösterebildiğiniz; ‘sabaha karşı basmak, tecritte tutmak, silahla dürtmek, itip kakmak, üzerine oturmak, televizyondan iftira etmek, gazetelere yalan bilgi sızdırmak’ türünden değildir. Biraz daha karmaşık bir dil ve üslup gerekir ama neyse ki şanslısınız; biz de uzun yıllardır meslekten adalet mücadelesi işindeyiz, yani ehil ellerdesiniz. Kendinizle ilgili ileri sürdüğünüz iddiaları incelemeyi ve bizimle olan meselenizi âdil bir ‘anlama’ kavuşturmayı deneyeceğimizi bilmelisiniz.
[i] Özgürlük Hâkimlerine HSYK Ayarı, ‘İstanbul’da tartışmalı kararları poliste memnuniyetsizlik yaratan hâkimler Osman Burhanettin Toprak ile Yakup Kaya’nın görev yerleri değiştirildi’ 09.05.2013, Bugün Gazetesi, Kamil MAMAN.
[ii] AISIPOS, Masallar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Yunanca aslından çeviren İo ÇOKANA.
[iii] Şeyh Sadi, Bostan, Çev.: Hikmet İlaydın, Hürriyet Yayınları, 1975, s.105.
[iv] Ginzburg, a.g.e.,
[v] ‘Bu törenler, bu cayırtı
Bu altınlar, bu yaldız
Bu koşum saltanatı yalan
Yalan, yalan, yalan hepsi yalan
Korkudur bayrakları korku…’ demişti Hasan Hüseyin.
[vi] Özsu, Faruk, Türkiye’de Yargı Yok, s. 172