Onursal Başkan
Hayatım boyunca aldığım en değerli hediye -nikah yüzüğüm sayılmazsa- otuz yılımı geçirdiğim örgütte Onursal Başkan seçilmek oldu.
Galiba biraz ağladım duyunca.
Yaşlandıkça duygusallaşıyor olabiliriz, diyeceğim ama ben gençliğimde de gözyaşı konusunda tekin bir tip değildim.
Eckermann’a; “İnsan gençlik hatalarını yaşlılığa taşımamalıdır, çünkü yaşlılığın zaten kendine özgü bir çok zayıf tarafı vardır.” diyen Goethe’nin haklı olduğu anlaşıldı devamında; patlayan kahkahaya mani olamadım.
Yaşlıların zaafı ironidir. Yahut bir meselenin ironik tarafı yaşla görünür hâle geliyor denebilir.
Eskiden bir kongredeki en tehlikeli rakip, ısrarla divan başkanı yapılırdı. Böylece, değeri üzerinde uzlaşılmış, onurlandırılmış, kendisine genel kurul salonu teslim edilmiş dişli rakibimiz, bir yandan zoraki kariyerine ses çıkaramaz diğer yandan -taç giydirilmiş baş akıllanacağından- öncelikle bize muhalefet etmek yerine artık şahsi sorumluluğunda gördüğü kongreyi kazasız belasız tamamlatma işine odaklanırdı.
Benim bildiğim en az birer Aziz Nesin ve Çetin Altan versiyonu vardır bu eğlenceli politik akıl yürütmenin. Şimdilerde nasıl yapılıyor bilmiyorum ama bu türden önemsemeler masum değildir.
Önemsenmek yoluyla gelen unutulma, en az başka unutulma biçimleri kadar siyasal iktidarsızlaşma içermesine rağmen acımasızca zariftir. Her zaman göz önünde tutulmak, sıkça adı anılmak yahut profil silvetiyle iş gören soyut sembolizme havale edilmek siyaseten bitiricidir. Bir daha hiç perspektif ve gölgeye sahip olamayacak portreniz artık ikona sadeliğinde kutsaldır: Onursal Başkan!
Belki minyatür sanatı üzerinden daha açık anlatılabilir: Renkler güçlüdür, ancak gölgeli ton bulunmadığından aslında minyatür renksizdir. Boyutlar değişken olabilir ancak perspektif bulunmadığından artık yakınlık ve uzaklık bildirme yeteneğinden yoksundur.
Herkese eşit mesafede, yeşil ile kırmızının aynı kabul edildiği renk körlüğü evreninde kısılırsınız. Yani elbette onlar yeşil veya kırmızı olmaya devam edecektir; siz emekli oldunuz diye siyasal dikotomiler ortadan kalkmaz. Sadece size atıf yaptıklarında -artık herkese ait olduğunuz için- renkle ayırt edilebilme özelliğini yitirmişsinizdir. Bütün halefleriniz birbirlerine karşı sizden alıntı yapabildiğinden yazıp çizdikleriniz gerçek olguları analiz etme niteliğini yitirir. Varsa külliyatınızdan beklenen analizden çok hitabedir; metinleriniz teoriden çıkıp kitabeye dönüşür.
Oysa -kişisel deneyimim olmasaydı bile- Adnan Azar’ın enfes Hesap Cetveli’nden bildiğimiz üzere, mütekait Onursal “bugüne” pek de sedef kakmalı bir geçmişten gelmemiştir.
Mesela ben bu örgütte neredeyse otuz yıl çalıştım. Yıllarca kaybedeceğim seçimlerde liste çıkardım, disiplin kurulu kararıyla ihraç edilip genel kurul kararıyla döndüm; genel sekreterlik, genel başkanlık yaptım. Kongrelerinde bağırıp çağırdım, yuhalandım, alkışlandım. Öyle gerekli gördüğümde görevlerimden istifa ettim; becerebildiğimde yenilerine talip oldum. Kazandığım listeleri delen üyelerle çalıştım, kaybettiğim listeleri deldim. Kısacası, oldukça ağır hırpalanarak hak edilmiş -veya müstahakını bulmuş- pürüzlü bir kariyer benimki. “Hangi kasaba sulamış kendi ikindisini?” sorusuna cevap olarak büyük bir nezaket ve zarafetle bana tevdi edilmiş onursal payedense, toz duman içerisinde dernek siyaseti yapabilmeyi tercih ederdim. Kıymetini bilsinler diye söylüyorum gerçek imkânın; ben bana verilenin kıymetini bilerek onları kıskanmaya devam edeceğim.
Prusya kralı (sonradan Kayser) Friedrich Wilhelm’le, şansölyesi (sonradan Prens) Von Bismarck arasında geçmiş çarpıcı bir diyalog anlatılır şansölyenin anılarında.
Alman birliğini sağlamayı kafaya koymuş Bismarck, bir imparatorluk yaratma hayaliyle, Wilhelm’i küçük prensliklerce alınacak ortak meclis kararının kendisine sunacağı Kayser (sezar / imparator) unvanını kabul etmeye teşvik eder.
Eh, kim istemez ki Kayser olmayı? İhtiyar Friedrich Wilhelm istemez işte mesela. Doğuştan gelen, kanla kazandığı, tartışmasız “Prusya Kralı” unvanı ortadayken; bir grup sıradan insanın üzerinde uzlaşarak kendisine sunabileceği kariyeri “Characterisierter Major!” diyerek aşağılar. Dönemin Prusya’sında “binbaşı rütbesiyle emekliye ayrılmış yüzbaşılar” için, hani nasıl diyelim -emeklilik hakları bakımından- “fahri binbaşı” rütbesi olarak kullanılır bu kavram. Çok iyimser bir çeviriye zorlarsanız; “Onursal Başkan”
Kapris değildir. Kendisinden ancak ölümün alabileceği içkinliğin arasına, insanlar tarafından verildiğine göre yine onlar tarafından alınabilecek aşkınlığı katmaktan korkar.
Onur, -tam da majestelerinin korktuğu gibi- kendisini oluşturan şeref ve haysiyet arasındaki gergin ilişkide varlık bulur.
Şeref size başkaları tarafından verilir ve onlar tarafından geri alındığında kaybedersiniz. Çünkü zaten onlar nezdinde iş görür. Yaşayan, yani amel defteri henüz kapanmamış kişilere fazlaca tevdi etmek bu nedenle risklidir. Dünya meydanları, bronzları haddehanede eritilmiş heykellerin boş kaideleriyle doludur ve sokaklarla okulların adları değiştirilme eğilimine dirençsizdir.
Haysiyet ise sizin kendinize saygınız ve bağlılığınızla ilgilidir. Onu da dostlarınız ve yoldaşlarınızla birlikte inşa edersiniz ama siz sağlam durdukça kimse elinizden alamaz.
İhtiyar “seçilmiş” anlamına gelir. İhtiyarın ironisi buraya kadar. Yeniden gözlerim dolmadan, bu güzel hediyeyi haysiyetime payanda yapayım. Hak etmediği -hatta ettiği- övgü karşısında duygulanmak insanca bence, pek insanca hatta. Oluyor bende.
Sizde durum nedir?