Bedenin Krallığı
Her tutsak salıverileceği anı hayal eder. Çoğunlukla tarih de bellidir ancak özgürlüğün gelişi hakkında -hiç değilse- o gün “ölmenin yasak olduğu” dışında bilgimiz sınırlıdır.
Gerçi hayal gücü pek fazla bilgi gereksinmez. Ben zembereğinden boşalmış hissi veren bir tanesini çok severim mesela,
“Hani bir dışarda olsam
Hep yürürüm hiç durmam.”
Hapishanede yaşam, kurmayı unutmamanızın iyi olacağı mekanik bir saate henzer. Daha önce hiç çaba göstermeden ne kadar doğal, ne kadar güçlü Benlik anlayışına sahip olursanız olun, zihnin gerçekte bir odakta değil bedende ve beyinde birlikte üretildiğini derinden hissederek öğrenirsiniz burada.
Sanki hiçbir şey kendiliğinden yürümez. Nefes almaya, yemeye, sindirmeye, kıpırdamaya, durmaya, okumaya hatta uyumaya “çalışmak” gerekir. Zembereğin -sayımına uyanılan güne yetecek kadar kurarak- gereceği yay, bedenimizdir. Tecritle yaratılan fiziksel yabancılaşmanın hangi sinir düğümlerini gevşettiğini, hangi eklem bağlarını kastığını her sabah yeniden fark edersiniz.
John Berger’in Xavier’ine sorulursa, hapishanede bedeninin krallığı elinden alınmıştır;
“Diğer bütün şahsi eşyalar gibi, içeri alınırken ona da el koyarlar…” Dışarı çıkma zamanı geldiğinde saat, cüzdan, bilezikler, tırnak törpüsü geri verilir ama krallık yoktur. Onun diyar diyar gezilerek yeniden bulunması gerekir.
Benim de iki kısa tahliye deneyimim var. İlkinde önemli bir kısmını bulup geri aldım diyelim iktidarımın; ikincide vaktim olmadı. Şimdi en uzun tutsaklığımın peşinden gelecek üçüncüsü ve en zoru üzerine düşünüyorum.
Krallığın kaybı -her şeyden önce- bedenin fiziksel sınırlarını değiştirir. Mesela John Cheever’in Ezekiel’i kendini gerçekte olduğundan daha ufak tefek, kavruk bir adam gibi algılar artık. Bazı avukat ziyaretçilerim ben tutuklandığımda ortaokuldaymışlar; yani kendini daha yaşlı, daha ahmak veya basitçe şaşkın hissetmek de mümkün. Falconer Hapishanesi ona henüz giriş kapısında “Küstahlığın nasıl ihtişamlı bir şey olduğunu hiç deneyimlememiş, tatmamış ya da hayal etmemiş biri gibi….” hissettirmeyi başarmıştır.
Vücut diliniz değişir. Potansiyeliniz hakkındaki tahminleriniz yanılsamadan arındırılır. Siz değilseniz bile bedeniniz küstahlığı bırakmıştır.
Bütün dirayetine, disiplin ve iradesine rağmen devrimci tutsak da temel beden terbiyesinden muaf değildir. Açık saldırıya cevap verip mekâna sinmiş gizli şiddete direnirken hüznü ve melankoliyi kendisine yasaklayarak ketlemiş olduğundan, kapının önüne koyuluvereceği an her türlü sürprize açıktır.
“Çocuk Askerlik” ile uygulanmamış idam cezası arasındaki yaşamına dört hapishane giriş-çıkışı sığdırmış 1966 doğumlu Nijeryalı şair ve eski siyasi tutsak Chris Abani; sağ çıkmanın hemen hemen imkansız kabul edildiği Kiri-Kiri hapishanesinin çıkış kapısı açıldığında yüzüne vuran güneşte kendini “buzdolabından alınmış bir parça et gibi” hisseder.
Haklıdır.
Beden hapishanede donar yahut belli düzeyde soğutulur ki yaşayabilesiniz. Lakin vücut fonksiyonlarını zayıflatmanın zihin için ağır bedelleri vardır. Tedbirsiz tutsak, olup biteni güneş altında çözülmeye başladığında kavrar. Buna Çifte Aldatma diyelim. Birincisi “yatmakla” ikincisi “çıkmakla” ilgilidir.
Hapishaneyi sadece metafor olarak kullanmasına rağmen Pascal Mercier “Sözlerin Ağırlığı”nda aldatmanın bu bölünmüş özünü yakalar: “Arzuladığım hedefi beklemenin gölgesinde kaldığı için ne istemeden yaşadıklarımın keyfini aldım ne de şimdi beni rahatlatan anın keyfini çıkarabiliyorum.”
Çıkacağı günü beklemekten içerideki yaşamı kaçırmış, nihayet kapısının önüne bırakıldığı dünyada ise özlediği yaşamı bulamayacak tutsak, kendini iki kere aldatmış sayılır ve sayıları hiç az değildir. İçeride kaçırmıştır çünkü zembereğin kurma kolunu ihmal etmiştir, dışarıda bulamaz çünkü ne kapıdan girmiş ve çıkacak olanlar aynı insandır ne de kucaklaşılacak dünya vedalaşılmış olana benzer.
Birinci aldatma bana yabancı. Yayı, her gün altı buçuk ile yirmi iki otuz arasında yetecek kadar gererek başlıyorum hayata; tıkır tıkır çalışıyor. İkinci aldatmadan ise kaçış yok çünkü sadece size bağlı değil. Girerken bildiğiniz dünya ölüm, doğum, çürüme, yeşerme, teknoloji ve enflasyon tarafından her an hızla aşındırılıyor. Sadece tanıdığınız değil “tanındığınız” dünya da değişiyor.
Mesela bilinen, itibarlı bir insan mıydınız dışarıda? Ne güzel. Nasıl yedi kol demiri yedi kapıya indiğinde içeride ejderha olmak kâr etmiyorsa, dışarıda da isterseniz ejderha öldürmekten hapis yatmış mitoloji kahramanı olun, gündelik yaşamın aşındırıcı etkisine karşı çaresizsiniz.
Michel Tournier, uzaklardayken hararetli bir hasretle övülen okyanus kaptanının eve dönüşünden söz eder “Veda Yemeği”nde: “Onun buzullar, kasırgalar ve balıklar ile ilgili hikâyeleri sofrada oturanları bir süre sonra bıktırır; ayrıca gündelik yaşamdan, çevrede olup bitenlerden de habersizdir…” İstediği kadar “kahramanımız” olsun, Baba’nın yeni bir sefere çıkması herkes tarafından dört gözle beklenir hale gelmiştir artık, çünkü onsuz geçen yıllar onu yaşamımızın yabancısı yapmıştır.
Bekleyenlere haksızlık yapmak istemiyorum, elbette özlendiğimize inanıyorum ama gündelik yaşamın aciliyeti önünde durabilmiş bir Tanrı bile bulunmazken, insanın geride bıraktığı eve dönüş hevesi trajik görünüyor gözüme.
Hepten mi çaresiziz? Hayır, var birkaç yol.
Mesela, Kazancakis bir tür stoacılığın işe yarayabildiğini hayranlıkla aktarır. 1591 yılında ölen şair, keşiş, öğretmen Luis de León, tutsaklığı adeta paranteze alıp bedeninin krallığını hiç yitirmemiş gibidir: “Beş yıl sonra onu hapishaneden çıkardılar. Ağır adımlarla yürüyerek Salamanca Üniversitesi’ne döndü, kürsüsüne çıktı ve sanki dersine bir gün önce ara vermiş gibi, alışılmış yalın anlatımıyla başladı: Deciamos ayer…” Yani, “Dün diyorduk ki…” Bu iradedir. Ama yetmez.
Öğretmenin aynı kalamayacağını deneyimle biliyorum. Dünkü dersin, öğrencinin, dünyanın, sorunun ve cevabın aynı kalacağına da hiç güvenmediğimden başka bir çözüm önereyim: Devrimcilik. Geride bıraktığının değişmek zorunda olduğunu bilerek, derinin içinde bile evinde hissetmeksizin, kuşak farkı gözetmeden kendini dövüşenin akranı kabul edip mücadeleye devam etmek. Bıraktığın yere değil bilinmeyen topraklara ayak bastığını gördüğünde, zulme ve sömürüye karşı kurulmuş her barikatın arkasında -öldüğün güne kadar- sana yer olduğundan emin olarak. İşte bu yetebilir.
Ertelemek, beklemek, ummak, hayal kırıklığına uğramak ve bir yolunu bulup hepsine direnebilmek için hapiste olmaya gerek yok. Zaten gerçek hayata fazla benziyor, ben elime müddetname tutuşturdukları için buradan okuyorum.
Sizde durum nedir?