Bölüm:8 Günahlar
“Halimize bak! Günah değil mi bu çocuklara?” dedi kadın.
Başladı duruşmalar, toplandık Tiyatro Salonu’nun önünde ama aradayız şimdi.
Günah böyle kullanıldığında ne kadar belirsiz bir kavrama dönüşüyor; faille mağdur iç içe geçmiş. Günahın doğasındandır belki, günahkâr faili olduğu kadar mağdurudur da günahın. Ele geçirilmiştir. Zamanın başlangıcındaki ilk hadiseden beri -elmalı olanı diyorum- fırsat kollayan günah ele geçirmiştir faili. Keyfi tartışılır ama ceza günahkârındır.
Çocuklar günah mı işledi? Çocuklara yapılan mı günahtı? Belki de kadının kocaman büzgülü pazen eteğine gömülmüş saklambaç oynayan çocukların, şu korkutucu dünyanın belediye tiyatrosundan bozma adliyesinin bahçesinde babaanneleriyle bir başlarına kalmalarıdır günah. Çocuk yapmak bile günah bana sorarsanız. Kadının hangisini kastettiğinden emin olamıyorum ama ben ihtimallerin niye bu sırayla aklıma geldiğinin gayet farkındayım. Sevdiklerinden uzaklaştırılan çocukların başlarına geleni kendi günahlarıyla ilişkilendirme eğilimlerine aşinayım çünkü. Türü veya büyüklüğü önemsizdir günahın, akşam dua etmeden uyuyakalmaktan yaramazlık yapmaya her şey mümkün. Çocuk günahları. Ananem olsa “Serçe ne ki büzüğü ne olsun?” demişti şimdi. Kendi çocukluğunun atasözleri tamamen kontrolsüz gelirdi aklına. Ağzından kaçırdığında dedemle ben gülmekten kopmuş olduğumuz için utandıklarını kara listeye alıp azaltmaya çalışırdı. Yeri geldiğinde yine dayanamayacağını hepimiz bilirdik tabii. Ne günahı olacak çocuğun başka zaten?
Her şeye rağmen günahın küçüklüğü kefaretin ıstırabını azaltmaz: Ne yaptım da beni bırakıp gitti; ne zaman dönecek; neyi eksik, yanlış, kötü düşündüm; şimdi ne yapmalıyım? Yirmi yıldır her kahvaltıda üç zeytin yiyorum ben; ananem ölmesin, dedem ölmesin, bir de ben hemen ölmeyeyim lütfen diye her birine ayrı adak yaparak. Dedem zeytine falan kulak asmayıp ölünce ikiye mi indirsem acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu sefer de alışkanlık izin vermedi, bu sabah bile üç tane yedim.
Kısa, tozlu bir yaz sonu fırtınası geçiyor bahçeden. Kuru rüzgâr. Saklambaç oynamıyorlarmış, ninelerinin eteğini tutuyorlar uçuşup açılmasın diye. Görevin ciddiyeti var üzerlerinde, birazı oyun yine de. Elbisemin eteklerini kontrol altına alıyorum. Hatlarınızı fazla belli etmeden tam kontrol zordur ama uzun yıllardır elbise giyenlerin alışkanlığı var üzerimde, içerisinde hiç oyun barındırmayan bir kanıksama. Havalandırma ızgarası üstünde Marilyn Monroe hayal etmeyin diye anlatıyorum, çoğunlukla diz altında, hatta bilektedir benim eteklerim. Zaten Ulysses okurkenki pozu daha seksi bana göre ama gerçekten okuyup okumadığından emin değilim. Arthur Miller’ı etkilemek için olabilir o sahne. Yok, fotoğrafı Miller çektiyse de bizi etkilemek için; Marilyn hakkında değil, kendisi hakkında yani. Erkekler böyledir.
Çocuk erkekler hakkında fazla bilgim yok ama büyüdükçe ciddileşecekler. Nereye gittiler merakı ikinci döneme ait; gidenlerin hiç dönmeme ihtimaline ikna olduktan sonra sırası gelecek onun. Belki altı buçuk yaşında, tam hatırlamıyorum, dine diyanete ilgileri artacak. En sonunda da ünlü “Niye ben!?” sorusu var ki temiz yirmi beş yaşına kadar götürür. Sonrasını göreceğiz.
Televizyon muhabirinin hiç ilgisini çekmiyor “günah” kısmı, onunla konuşuyor kadın. “Nasıl gidiyor dava?” diyor muhabir. Omuz kamerasının önündeler. Editörün gözüne takılıp akşam haberlerine malzeme olabilecek bir cümle söyletmek için böyle açık uçlu sorular soruyor. Yoksa kadından çok şey biliyor davada olup bitenler hakkında. Kameranın ara sıra mikrofon kablosunun izin verdiği kadar geri çekilip eteğe yapışmış çocukları da kadraja almaya çalıştığını fark ediyorum. Çocuk her zaman acıklı seyirliktir; gözü tesadüfen takılan bile bekler sonuna kadar kanalı değiştirmeden acaba ne yapacak diye. Evde beslediklerimizle kıyaslayıp rahatlamaya da bir türlü sahip olunamayanı hayal edip kıskanmaya da elverişlidir çocuk seyretmek. Gerçi bazen kamerayı bile çalıştırmadan çekiyormuş gibi yaptıklarını biliyorum. Özellikle gergin çıkılmış duruşma aralarında. “Siz ne bakıyorsunuz!? Hani hiç haber yapmıyorsunuz?” diye öfkenin kendilerine yönelmesinden korkuyorlar. Korktukları da başlarına geliyor sık sık. Bu sefer açık. Kameranın kırmızı ışığı yanıp sönüyor. Kadının gözleri avukat arıyor bahçede, hemen uzaklaşıyorum. Bıyık oradaysa kadınlar ona sesleniyor genellikle: “Avukatım anlatsın!” Medyatik Bıyık hiç reddetmiyor. Başka dava sözcüleri, avukat gruplarının temsilcileri, baro başkanları filan da oluyor buralarda. Herkes basını seviyor. Eleştirmiyorum. Gösteremediğinizi yapmamış sayıldığınız bir çağdayız. Kendilerinden çok davayı görünür kılmaya çalıştıklarını umuyorum. Çoğunun en azından…
Geldi tekrar minyatür bahçe fırtınası. “…rüzgar esti, elindeki dua kitabını alıp götüren, flütleri üfleyen, kadınların eteklerini kaldıran çılgın bir rüzgar…” Galeano? Belki. Rüzgârın, günahların, duaların ve eteklerin hüznüne rağmen kitabın başından kalkıp insan içine çıkmak iyi geldi. Hafta boyunca duruşma var. Bir hafta götürecek temiz çamaşıra sahibim tezi üçüncü günde çöktü. Çamaşırhane bulmalı ya da alışveriş yapmalıyım. Melike’ye sordum, güldü üstüme. Kadınlar aralarında konuşurken öğreniyorum böyle hoş kalıpları:
“Abla sen de su şişesi fırlattın, çıkarırlar tabii salondan…”
“Üstüme güldü!”
“Arkası dönüktü kız sana adamın, hakimle konuşuyordu?!…”
“Ben bilmez miyim üstüme gülündüğünü, hak etti de tutturamadım geriden.’’
Beşyüz kişilik salonda yargıçla konuşan sanığın gülümsemesini -en arka sıradan görüp- üstüne alınabilmeye taraf olmak denir. Davanın tarafları gibi kuru bir laf, gözümün önünde ete kemiğe bürünüyor. Taraf olmak yasanın tanıdığı haktan, tarif ettiği usûlden ibaret değil, daha derinden geliyor. Acıdan muhtemelen. İyi bir sebep belki acı ama istisnaları olmalı. Avukatları ne yapacağız mesela? Şişeler havada uçuşmaya başladığında mahkeme başkanı bize doğru bakıyor ellerini açıp; avukatlar kalkıp seyirci tarafına geçiyorlar bariyerdeki kapıdan. Ne yapmaya? Gidip ağlayanlara, kriz geçirenlere sarılıyorlar. Ciddi söylüyorum. Duruşmadayız yani, devam ediyor duruşma! Tam anlatamıyorum görmeniz lazım orada olanı. Sarılmak için gidiyorlar sadece. Belki onlar da bu ihtiyaçla bırakıyorlar kendilerini acıya, öfkeye, birisi gelsin sarılsın diye bana yani. Gerçek, yoğun, derin bir acının gölgesi geçiyor salondan. Kaybın acısı. Hiç mi azalmaz? Hayır, azalmıyor galiba. Yoksa kim ister durduk yerde Bıyık’ın gelip kendine sarılmasını!? Düşman başına tabii öyle bir çaresizlik. İlginç.
İstisna dememin nedeni avukatların olayla ilgisinin tamamen profesyonel olması, kimseleri ölmemiş madende, meslek bu neticede. Niye üstünden geçiriyorsun bu kadar? Var aslında buraların yerlisi orta yaşlı bir kadın avukat. Yeğenini kaybetmiş. En vakur ve soğukkanlı davranan o diyeyim artık. İstanbul’da avukatlık yapıyormuş, öğretmenevinde kalıyor duruşmalarda. Bazı kahvaltılarda masamıza uğrayıp nefis keçi peynirleri ikram ettiği için biliyorum buralı olduğunu. Xebat’la yapıyoruz biz genellikle kahvaltıyı. O yapıyor ben seyrediyorum işte bazen. Yavaşsın da iyi ki yavaşsın İnayet, beş günün kaldı şurada. Uykusuz gecenin netleştirdiği ayarları aklımda tutuyorum.
Sakinleşilince devam ediliyor duruşmaya. Şimdi diyelim ki o anlarda bir esneme ortaya çıkıyor taraf olma konusunda ama Bıyık’ın mühendisin intiharını üstüne alınmasına ne demeli? “Bana bir şey söylemeye çalışıyorsa…” dedi resmen. Adam intihar etmiş yahu! Ölerek bile kurtulamayacak mı senin muhatabın olmaktan? İşte bu, kibir bence. Müstakil günah sayılmalı. Diğer yandan müntehirin annesinin bunu cenazeye çağırmasından tutun savunma avukatlarının bugün laf arasındaki dokundurmalarına kadar genel bir kabul olduğunu söylemeliyim, var yani bir “sen sebep oldun” iması ortalıkta.
Melike’ye göre sorum fazla İstanbulluymuş. Avukat Melike. Dar ekipte benim dışımdaki tek İstanbullu ama başından beri burada. Aynı yaşta olabiliriz yahut biraz genç. Benden kıdemli avukat sonuçta. Ortada bir çamaşırhane olsaydı bile avukatın götürüp çamaşır yıkamasının Akhisar’da ayıp kabul edilebileceğini söyledi. Haklı olabilir. Yüz bini aşmış nüfusuna rağmen çarşıda herkes birbirini tanıyor gibi görünüyor. Yabancıları tanıyorlar hiç değilse.
“Sen ver, ben evde yıkarım” dedi.
“Ev mi tuttunuz?”
“Yok. Verdiler bize…” diyor.
“Kim verdi?” diyemedim. Melike’yle konuşmakta bir zorluk olduğundan değil, hatta ortalamaya göre konuşkan bile sayılabilir. Sorun sadece kendi söylemek istediğiyle yetinmesi. Kim, kime verebilir yani evi, ev ne demek biliyor musun sen!? Merak ediyorsan senin sorman gerekiyor. Hep ettim, şimdi de ediyorum bu sorunun cevabını ama sormadım. Günaha takıldım ben. Kirli çamaşırları sırt çantama toplarken hatırlamaya çalışıyorum: luxuria, gula, avaritia, acedia… üç veya dört tane daha olması lazım. Evagrius’a göre dört, Saint Victor’lu Hugo’ya göre üç. Günahlar diyorum: avaritia, acedia, ira, invidia… Kaç oldu? Acedia’yı iki sefer saydım. Neyse, ilk sırada elbette şehvet! Başımızın belası. İnsanların bedenlerine duyulan arzudan çok insanların arzusuna duyulan arzu gibidir benim hissettiğim, onun da vardır herhalde bir kefareti. Sonra, oburluk, açgözlülük, umutsuzluk -ama melankoli veya miskinlik de olabilir yahut hepsi birlikte- öfke, kıskançlık ve kibir. Yedi işte. Tamam, sonuncusu superbia: Kibir! En kötüsü bu. Bıyıklı günah…
Hangisi işlendi şimdi kınalanmış beyaz saçı örten yazmayla beli lastik büzgülü pazen etek dışında ellerinde tutunulacak dal bırakılmamış bu çocuklara karşı? Açgözlülük olabilir: Avaritia. Daha çok para kazanabilmek için güvenlik tedbirlerinden kıstılar, yandı maden, öldü bunların babası? Tasarrufla açgözlülük birlikte olmadı gibi pek ama Çepni Alevisi yaşlı kadının Dominiken günah listelerini takip etmesi gerekmiyor tabii torunlarının başına geleni kastetmek için. Hem belki Müslümanlarda hepsi tek günahtır zaten. Dedem olsa bilirdi. Ben nereden biliyorum kadının Alevi olduğunu? Çünkü anlattılar. Kaza’dan sonra, katliamdan yani, başsağlığı dilemek ve vekâlet alabilmek için aileleri ziyaret ederken garip bir direnişle karşılaşmışlar. Daha çok ova tarafındaki Sünni köylerde Bıyık’ı -tam da bıyıklarından ötürü- Alevi sandıkları için vekâlet vermemiş köylüler. Çepni köylerinde ise Sünni olduğunu anladıkları için. Onların bıyıktan daha sağlam testleri vardır herhalde kimin ne olduğunu tespit etmek üzere? İndirdim eşyaları. Bilmiyorum nasıl bir test olabileceğini. Sonra iki taraftan da yüzlercesi getirip vermiş vekâlet. Para meselesi desen, avukatlık ücreti istemedikleri gibi tazminat davalarına da hiç bulaşmamışlar. Hatta özel olarak bakmayı reddediyorlar hâlâ. Bu gönüllü çabanın işin başında böyle bir direnişle karşılaşmasını garip buldukları için akıllarında tutmuşlar. Anlattılar, tuttum ben de işte. Kırılma anını bulmak lazım. Yoksullara özgü bir cevher var belki bizim kavrayamadığımız. Yabancılarken ve sahiplenirken, yaşarken, ibadet ederken çalışan bir toplumsal akıl. Sağduyu bile olabilir. Büyük şehirde kolay korunabilecek erdemlerden sayılmaz. Çamaşırhanenin daha kolay bulunacağı kesin. Melike; “Sabah hazırla, salona giderken yolun üstündeyiz, bekler alırım senden” dedi.
Benden başka kimse yok gibi yine buralarda. Daha en az bir saat var duruşmanın başlamasına. Bazen erken çıkıyor herkes kahvaltıyı yolda hallediyorlar. Çarşıdan geçip istasyona doğru yürüyorum. Nihayet biraz bulutlanmış esiyor. Tanrı sıcaktan hoşnutsuz bu kulunun yakarışını duymuş olabilir. Hangi mezhepinkini daha çok dinliyorsa artık yoksulların yakarışını niye duymaz da böyle yüzlercesini helâk eder, binlercesini çaresiz bırakır aklım almıyor bazen. Sonra tövbe ediyorum içten. Bilmediğin işe burnunu sokma. Serinlesin hava, gelirse bir de yağmur yeter işte sana neyine lazım ilahiyat. “Saçmalama!” diyor Boris Vian: “Yağmur yağmayacak! Tanrı yararcı değildir. Tanrı bir bayram armağanıdır, karşılık beklemeden yapılan bir bağıştır, bir platin külçesidir, sanatsal bir benzetmedir, hafif bir şekerlemedir…” Hep uykusuzluktan oluyor bunlar, zihnimi daha zor denetleyebiliyorum. “…Tanrı fazladan vardır. Ne bir şeyden yanadır ne karşısında, artık olandır o!”
Uykusuz olmadığında bile bu kadar sinsi bir hafıza tarafından ele geçirilen her günahkâr çaresiz kalır. Yağmazsa yağmasın. Tövbe içten, dıştan. Sesli. Öğretmenevinden duruşma salonuna gidiyorum. Kalabalıkla yaylanarak yürünürse on beş dakika. Belki de sonradan Alevi mi Sünni mi olduğuna aldırmadan Tanrı’nın armağanını kabul ettiklerinden vekâlet vermişlerdir para istemeyen avukatlara. Bıyıklı platin külçesi. Poşeti var en azından, deri yeleğe sarıp göndermiş Tanrı. Tövbe. Işıklara gelmeden Melike’yi gördüm kaldırımda, el salladı. Dükkânlar daha yeni açılıyor. Saat yedi buçuğu geçmiş olmalı, şehir Eylül’ün tadını çıkarıyor. Yaz sonu rehaveti var.
Çantayı elimden alıp önünde beklediği apartmanın kapısından girerken: “Bak burası işte, dördüncü kat, sen devam et pastanedeler ben yetişirim…” dedi. Işıklardan karşıya geçtim. “Yok, ben atarım makineye, geleyim yukarı” deseydim keşke; Ev dedi kadın yani, vermişler onlara. Çift taraflı geniş şehirler arası karayolundan sonra bir de istasyonun karşısındaki hemzemin geçit var. Tütün Oteli. Yarılamış oluyoruz yolu. Kesin vardır banyo duvarına takılan büyük saç kurutma makinelerinden. Bıyık’la pazarlık ederken gözüme kestirdiğim otel buydu. Adı güzel her şeyden önce. Bir yıl geçmiş gibi üzerinden, sadece dört gün önceydi. Madencilikten önce tütün, sarımsak, kavun, bakla falan çok yaygınmış havzada. Bakla Oteli hoş olmayabilirdi yalnız. Tütün iyi. Xebat, büyük çaplı madencilik yapabilmek için önce havzadaki alternatif köylü geçim kaynaklarını ortadan kaldırmazsan, madene işçi bulamazsın dedi. Soma ve Kınık kırsalı için öyle yapılmış olabilir. Akhisar farklı zaten, kentleşmiş, madenlerle bir ilgisi yok. İşçi yaşamı pastoral köylü yaşamına kıyasla daha modern geliyor kulağa ama şartlarının daha iyi olduğundan şüpheliyim.
Geçit her iki yönden de uzun görüş mesafesine sahip. Zaten bariyer de var, açık şimdi yayalara. Aniden ortaya çıkacak bir tren ihtimali hiç yok. İnsana nasıl tren çarpabilir böyle yerlerde ama oluyor işte. Kaza bu bence. Sorsan bunlar “Tren Cinayeti” diyebilir. Kaza terimine karşı alerji geliştirmişler, gördüm Bıyık’ı. Kafa kafaya geldik daha doğrusu. Pastanenin önündeki masadaymış. Sadece o var. Dalgınlıktan fark etmeyip geçebilirdim neyse ki burun buruna geldik. Daha iyi burun, bundaki sıradan en azından. Paskalya yumurtası gibi tokuşturmak güvenli olmayabilir o ebatta bir kafayla. Dereotlu poğaça ve çay var masada.
“Okunduğu gibi yazılacaksa puğaça” diyor.
İçinden düşün İnayet diyorum içimden. Aniden bitti karşımda ama sesimi duymuş olamaz bence, dudak okuyor olabilir. Ağız içinden söyleniyor, duymadı diye teskin ediyorum kendimi. Deneyim, dudak oynatmadan söylüyoruz: “Kaza alerjisi”, kaza alerjisi, evet. Böyle hazırlıksız yakalanınca gereksiz sertleşiyorum genellikle;
“Günaydın. İnancınız var mı sizin?” diye ağzımdan çıktı öylece. Aklın en önemli belirtisi insanın düşündüğü ile konuştuğu arasında makul bir fark bulunmasıdır. Yok işte bende o. Uykusuzluktan olabilir diye umut ediyorum akılsızlıktan olduğu netleşmesin diye.
“Poğaçaya mı?”
“Hayır, din yani. Tanrıya inanıyor musunuz?” dedim otururken.
“Kötü rüyayla mı uyandın sabah sabah, hayırdır?”
“Değil, cevap verirseniz anlatacağım” diyorum başlamışken sürdürerek. Garsona işaretler yapmakla meşgul. Orta yaş üstü erkeklere -otuz beş desek yani orta yaşa- mahsus bir sanat deneyimlerime göre. Her anlama gelebilir ama görünen hepi topu iki poğaça ve bir büyük çay daha getirtmeye çalışıyor masaya benim için. Dünyanın başka bir yerinde “Bu kadından rahatsız oldum. Lütfen masamdan kaldırır mısınız?” anlamına gelebilir, beni gösteriyor çünkü! Neyse ki buradayız.
“Anayasamız vatandaşların bu gibi sorulara cevap vermeme hakkı olduğunu düzenliyor dereotlu büyük” dedi bana bakmadan. İlk kısmı bana sadece. İçeriden garson bir eline kaşarlı bir eline dereotlu poğaça almış sallıyor hangisinden diye, anayasal bir durum yok orada, belki en geniş anlamda seçme hakkı diyebiliriz. Neyse, ona yani son bölüm. Neymiş? Anlatamamışsın demek ki o garip hareketlerle. Çağır, söyle siparişini efendi gibi böyle pandomim yapacağına. Garson çağırıp sipariş vermeyi kadınsı buluyor olabilir bu tipler. Hoplayıp zıplayınca da çok erkeksi durmadığı anlatılmalı kanaatindeyim. Bunun eğitimi bana düşmez elbette ki ayrıca çok geç kalınmış olabilir yaş itibarıyla. Yaşken eğmek yani doğrusu. Odunu diyorum. Parmakla çay karıştırma hareketine özellikle gıcığım, kahveyi de karıştırıyoruz, hangisini diyorsun acaba!? İyiydim aslında, aniden karşıma çıkınca gerildim.
“Cevap vermek istemiyorsanız…” diyorum. Ne varsa bunda cevap verilmeyecek? Luis Bunuel her sorulduğunda “I’m still an atheist, thank God.” diye cevaplarmış mesela. Tabii o Fransızca veya İspanyolca söylüyordur belki de bana anlatan İngilizce anlattığı için böyle hatırlıyorum. Kelime kelime istenmiyorsa; “Tanrı’ya şükürler olsun ki hâlâ ona inanmıyorum” diye çevrilebilir. Bu da anayasal bir hak. Tövbe.
“Neye lâzımdı” dedi. Çok rahatsız olmuş görünmüyor, gözü garsonda ama cevap vermeye de niyeti yok. Neye lazımmış. Koleksiyon yapıyorum de senden yok. Belki ani karşılaşma yüzünden yanlış yerden girdim:
“Günahla ilgili bir şey takıldı aklıma, onu soracaktım”
“Dinliyorum soruyu”
Kısıldı gözler. Gözlük ipte. Üzeri poğaça kırıntılarıyla kaplı olduğundan kullanılamaz durumda. Tatsız bir üstünlük duygusu çöktü üstüme. Yorgun görünüyor bu sabah. İnançlıyımdır ben. İbadet öğretmediler ama çok açık, rahat bir geleneksel inanç aktarıldı diyebilirim küçükken. Kim sorsa anlatabilecek durumdayım hiç çekinmeden. Bıyık’ın esas soruyu ısrarla pas geçmeye çalışmasına şaşırdım galiba. Dur sen, geçti şaşkınlık, keyiflendim. Her konuda ukalalık edilmiyor demek ki. Din işlerinde tekliyor en azından. Şimdi bunun teklemesi bende işlerin tıkır tıkır yürüdüğü anlamına gelmiyor elbette. Var kendime göre dertlerim. Sorulduğunda cevap vermekten kaçınacak kadar kötü durumda değilim diyelim.
“Akıllı dur!” der gibi parçalı bulutları dağıtan parlak güneş ışınlarıyla cezalandırılıyorum Tanrı tarafından. Profilden izliyorum ışığın yüzünde oynamasını. Çiçek hastalığı geçirmiş olabilir çocukluğunda, değil, kolunun yanlış yerinde nal gibi duruyor çiçek aşısı izi. Ergenlik o zaman. Sert sayılabilecek bir tahribat var yüzünde. Elmacık kemiklerinin arkasından şakaklarına doğru küçük derin izler. Hoş değil. Yani suratı bebek poposu gibi erkeklerden hoşlanıyorum manasında değil de zor geçmiş olabilir ilk gençliği imaj açısından diye söylüyorum. Geldi çayla poğaça. Garsonun gitmesini bekledikten sonra tekrarladı:
“Dinliyorum soruyu?”
“Soma Katliamı’nda işlenmiş günahlar üzerine düşünüyorum. Müslümanlarla Hristiyanların günah listeleri ortak mıdır sizce?”
“Neden suçları değil günahları düşünmeye başladın?”
“Günah da suç değil mi sonuçta? Tanrıya karşı suç…”
Bizi gözetleyen bir Tanrı’ya inanıyorsan olabilir, öyle misin?” dedi hiç gülümsemeden. Gölge geri geldi cihatımı takdir etmek için. Yağar belki akşam. Burada soruları ben sorarım ve bana surat asmak hiç akıllıca sayılmaz uykusuzken.
“Onu ben sormuştum size” diyorum. Gözetleyen yerine gözeten belki daha zarif olabilir.
“İgbo’lar İnayet, sürekli yeniden paylaştırılmaksızın servet biriktirmeyi, ölüme yol açabilecek tehlikeli bir ruhani hararet yarattığı için sağlıksız bulurdu. Kimin seyrettiğinin önemi olmayabilir. İnsanın işleyebileceği tek günah mülk sahibi olmak onu da alışkanlık edinmiş işte…”
“Ne bunlar? Kızılderili falan mı?” dedim en tatsız Cizvit ses tonumla. Müslümansam da yatılı Katolik okulunda okudum ben yani, mesafeliyim ilkel dinlere.
“Nijerya köy cemaatleri” diyor.
Vazgeçmedim daha.
“Ee, izliyor mu Tanrı bizi yani?” Aferin. Tebessüm alabildik nihayet. Eli gözlüğüne gitti, hâlini görüp bıraktı.
“Evde bir tanrı olacaksa, hiç değilse konuştuğumuzda bizi duymayan bir tanesi olsun: Bir serinlik…” diyor.
Güzelmiş. Ruhani hararet yabancı bana ama serinliği severim. Şiir seviyorum galiba aslında, Bıyık’ı katlanılabilir kılıyor. Evde bir Tanrı… İki yıldır evim yok. Kalıyorum bir yerde tabii de evin anlamı farklı. Bir zamanlar sahip olduğum, bir daha sahip olamayacağımdan korktuğum; her neyse, evdeki yaramaz işime diyorum. Daha kamusal bir Tanrı’ya ihtiyacım var. Nedir yani şimdi “Bize ev verdiler!”. Nasıl verilebiliyor? Nasıl alınabilir ki verilebildiğinde bile? Sırf kaynak gösterme alışkanlığı kazansın diye -yok bu adamda çünkü intihalci biraz- soruyorum ilk defa:
“Kimin?”
“Wallace Stevens”
Demek serinlik. Güzelmiş gerçekten. Ev bulunacak Tanrı’dan önce. Duymasa da dudaklarımızı okur, gözetlemez de gözetir belki bizi evde. Serinlik olur. İçimizden ettiğimiz dualar boşa gitmiş olmaz. Montreal’de hiçbirisini bulamazsan serinlik garanti İnayet, kanaatkâr ol.
İnanıyor musun sen Tanrı’ya? Onu söyleyemiyorsun işte bıyıklı belirsizlik.
“Oradalar” diye sesi geliyor Melike’nin, kalabalıklar. Fırın poşetleri var ellerinde, gül böreği almışlar, bahçede yiyecekler duruşmadan önce. Elimi uzatıp boynunda asılı gözlüğün camındaki dereotu ve hamur parçalarını silkelesem çok mu yakışıksız olur acaba? Hadi ama, yaşlı görünme bu kadar. Niye sabah sabah yorgun olduğunu merak ediyorum fakat bilemiyoruz insanların gece hayatını tabiatıyla. Busun işte sen İnayet. Adamın ısırmadığı ilk gün acımaya karar verdin hemen. Bırak, zaferinin tadını çıkar. İnanıp inanmadığını bile söyleyemiyor adam, ruhu hararet yapmış, aklı karışık. Serinlik istiyor. Onu hepimiz istiyoruz gerçi. Çözerim kendim günah işini, kalkıyoruz.
İshmael ilk set sayısını alıyor Ahab’a karşı böylece, servisten hem de. Yaa, zor işler bunlar, çalıştık biz gençliğimizde biraz; öyle yamyam tekerlemesiyle, şiirle yürümez teoloji. Yalnız, perhiz bu değil İnayet! Utanman gerekir. İki dereotlu poğaça yedin ve masum bir Nijerya Köy Cemaatine yamyam dedin sabahın köründe. Kötü duble çayı saymıyorum ateşine odun attırmamak için. Yürüyoruz artık salonu doğru. Düzgün kahve bul veya öl günahlarınla.
“Bizimki daha güzel” diye poşeti sallıyor bana doğru Melike. Almayayım. O kadar yememek ve kesinlikle öyle dememek gerekir. İçimden düzeltmiştim zaten. İçine bakar Tanrı insanın. İyi. İçinden devam et; çok güzel görünüyor mesela gül böreği.
“Fazla kilolar yakışıyor sana İnayet”
“Evet, güzelim ben çünkü”
“Güzel demedim İnayet, yakışıyor dedim, farklı bunlar…”
Al sana içinden diyalog. Yok maalesef Xebat kalabalığın arasında, erken geçmiş olabilir salona. Perhiz diyorum İnayet, Diyafram diyorum, sık diyorum dişini beş gün daha. Günah yani bu kadar dayandıktan sonra. Zaferim her türlü utancımı bastırıyor salona girerken. Aldım nihayet bir set.
Başardım.