Vinyet

Küratör

Hukukun, yaşamda olup biteni anlamanın üretken yollarından birisi olduğuna inanmıyorum. Hiç inanmadım.

Bilim genellikle, estetik bazen, ideoloji -kaçılamadığı için- mecburen duyum ve duygularımızı bilgiye dönüştürebiliyor. Uçsuz bucaksız “Yorum” tartışmasına girmemek için anlamın da aynı hat üzerinde oluştuğunu kabul etmekle yetinelim şimdilik.

Hukuk ise münhasıran tahakkümle alakalıdır.

1916 yılında New York 7. Gümrük Temyiz Mahkemesinde karara bağlanan U.S. vs Olivotti davası ile onu izleyen 1928 tarihli Brancusi vs U.S. davasının kararları üzerine düşünürken, hukuk yerine estetik ve ideoloji literatürüne yaslanmamız bu ihtiyacın sonucu olabilir. Her iki dava da gümrük tarifelerine ilişkindi ve eğer dava konusu nesneler “sanat eseri” kabul edilirlerse değerlerinin %40’ı oranında ithalat gümrük vergisinden muaf tutulacaklardı.

Soru şu o zaman: Romen heykeltıraş Brancusi tarafından “Bird in Space” adı verilerek heykel kimliğiyle fiyatlandırılmış bronz obje, gümrük muhafızı tarafından “potansiyel patates ezicisi” olarak kodlanıp mutfak gereci kategorisinde vergilendirildiğinde, nihai tercihi yapması için elimizde yargıçtan daha ciddi bir seçenek var mıdır? Yahut şöyle sorulabilir: Bir objenin sanat eseri olup olmadığına kim karar verir?

İlk kez çağdaş bir sanat sergisi gördüğümde yirmi iki yaşındaydım. Belki enstalasyon denmeli; binanın birkaç katına ve koridorlarına yerleştirilmiş, bazıları tavandan sarkan, bazıları yerden biten eserlerin sahipleri arasında kuzenim de vardı. Yaşıtım sayılabilecek bu yetenekli -ve kentli- kadının aksine gayet beceriksiz ve taşralıydım. Hâlâ öyleyim ama şimdi bundan utanmayacak kadar yaşlıyım, o zaman da belli etmeyecek kadar genç ve sevimliydim. Anlamı değilse bile görünüşü, tebessüm ve kafa sallamayla idare ettim diyelim. Mutlaka bir katalog vardı, okuduysam bile hatırlamıyorum. Hatırladığım bir tür suçluluk duygusu sadece: Sergi her ne söylüyorduysa anlamamıştım.

Romalılar, kendi işlerini idare edemeyecek yurttaşlara tayin edilen kamu görevlilerine “Curator” derdi.

Onlar mülkün idaresinde himayeye muhtaçlığı kastediyordu fakat dünyayı doğru anlamak da idare etmemiz gereken özel işlerimiz arasındadır.

Yaşamda olup bitenin, ister bilimsel ister estetik açıdan anlaşılabilir olduğuna inanıyorsanız tabii. Ben inanıyorum. İdeolojim, gıdasını bu iki disiplinden alıyor. O yüzden himayeden çekiniyorum.

Kavramın etimolojik izi, on dokuzuncu yüzyılın müze koleksiyonu sorumlusuna -bir diğer kamu görevlisi- ulaşmadan önce, ruhun ve bedenin sağaltılmasına da düştüğünden (curate:rahip, curation: tedavi etmek), çekincemin gayet “sağlıklı” olduğunu düşünüyorum.

1960’ların ortasından itibaren “Küratör” yeni ve özel bir anlam kazandı: Serginin mekanla, eserin eserle, sanatçının “tüketiciyle” ve hepsinin sponsor sermayeyle ilişkisini düzenleyen organizatör. Anlam Şamanı ile satış temsilcisi arasında salınan profesyonel bir pozisyon. Yahut en azından serginin -veya eserin- ne anlama geldiğine dair manipülasyonda, bize ilk meşru metni sunan kişi diyelim. Elbette sanatçının, kendi işi üzerine -bir de- konuşmaya kalkmadığını ve devamındaki meşru metinleri eleştirinin oluşturduğunu varsayıyoruz.

Küratör metni meşrudur çünkü sergideki her işe zaten eli değmiştir ve ilktir, çünkü metnin nüvesi muhtemelen ortada bir sergi yokken yazılmıştır. Bienal küratörlüğünde kurumsallaşan daha da garip hal, bizzat sanat eserinin sergi için sipariş edilmiş yani küratöryel yönlendirmenin, eseri bile öncelemiş olmasının artık yadırganmamasıdır.

Her ne kadar Groys “Küratör sergi yapabilir ancak sergi vasıtasıyla sanat olmayan bir nesneyi sanata dönüştüremez. Bu güç, günümüz kültürel geleneklerine göre sadece sanatçıya aittir.” dese de küratörün, patates ezicisine vergi muafiyeti sağlayabilmek yahut kuş heykelini görmezden gelerek sanatsal dolaşımın dışına atabilmek açısından yargıçtan çok daha güçlü bir ağın tam ortasında durduğunu kabul etmek zorundayız.

Her imgenin bir görme tarzını somutladığı kabul edilecekse bile onun görme tarzının ayrıcalığı yayılmacıdır. Sanat eserinin başı üzerindeki halenin, nesnenin konumlandırıldığı yer ve zamandan, çağın kültüründen kaynaklanan kısmı üzerine Benjamin’in “aura”sını veya Bakhtin’in “kronotop”unu bir kenara bırakıyorum. Hatta Eco’nun eserde açık uçluluk meselesi de şimdi dursun. “Bu sanat eseridir!” diye küratör tarafından yakılan led lambalı haleyle ilgiliyim.

Son kanlı paylaşımın ardından istihbarat servisleri tarafından soğuk savaş aparatına dönüştürülmüş çağdaş sanat analizi sır değil. Yine, ülkelerindeki sanat piyasasını canlandırabilmek için miras ve intikal vergisi teşvikleriyle oynayıp fiyatları zıplatan Amerikalılar ve İngilizler hakkında, en muhalif avangardı hoyratça piyasa malına çevirip sırtından para kazanan sermaye hakkında sayfalarca yazıldı. Anti-emperyalizm benim de anavatanım, burası sağlam bir zemin ve bunlar haklı tespitler. Ancak ben, düşman toprakları terk etmeden bir parça daha kılıç oynatmak taraftarıyım.

Yetersiz ilgim şu basit meseleye yönelmiş durumda: Küratörün himayesinden çıkabildiğimizde, herhangi bir insan eli yapımı objeyi sanat eseri olarak algılama ihtimalimizin sınırları -duyumsal veya duygusal- nerede çiziliyor? Daha açık kişisel versiyon şöyle: Nasıl bütün bir çağdaş sanat alanı “benim” algımın (ante/post quem) dışında kalabilir?

 

Spotify’da akıp giden akustik gürültüyü müzikten, oto-boyacının perdesine sıçramış boyayı yahut yeni şap atılmış mozaik betonun yüzeyini soyut dışavurumdan, şiiri adaletten ve her ikisini -lütfen- İKSV 2003 İstanbul Bienalinden ayırmanın yolu var mıdır?

 

Birkaç güçlü cevaptan beni çeken bir tanesinin halklara işaret ettiğini söyleyebilirim. Halkın sanatla ilişkisine de denebilir ama kitle tüketimi çağında yetmez. Yarattığımız ile edindiğimiz arasındaki açı, Herzen’in “yakılmadan önce türkü neredeydi?” sorusuna veya daha iyisi Fischer’in “türküyü karşı yakadan kazlar getir-me-di!” uyarısına makul cevaplar bulmadan ölçülemez.

 

Eş zamanlı olarak çağdaş ve devrimci (veya halkçı) bir sanat varsa/olacaksa düşünmeye biçimden, virtüöziteden, dehadan, popüler himayeden ve sermaye piyasasından önce buradan yani kaynaktan başlamak gerektiğini sanıyorum.

 

İlkinin üzerinden geçen otuz yılda, dünyanın her yerinde müzeler, sergiler, bienaller gezdim; kataloglar inceledim; eleştiri ve sanat tarihi okudum. Yaş ve bilgelik birlikte gelir derler ama demek ki yaş bazen tek başına çıkıp geliyor. Çünkü hâlâ çağdaş sanattan anlamıyorum ve küratör metinlerine bayıldığım da söylenemez. Suçluluk duygusu geçti sadece, odur belki bilgelik.

 

Sizde durum nedir?