Ebru ….
Hatırlattığım üzere, tragedyada başka bir ön okuma gizlenir. Pratik aklın sancılı müzakereleri; tereddüt, kararsızlık ve ödev çatışmalarından münezzeh, dünyaya bir büyük ilkenin perspektifinden bakarak, her şeyi birlik kazanmış çelişkisiz ilkeyle değerlendirmek:
Değiştirebilirim. Bu ideolojidir. Teorik ve pratik akılların devreye girişleri aynı failde birbirini izleyebilir, çeler ve paralize eder. Başka türlü söylenirse neyin değiştirilebilir, olumsal, insan elinden çıkma olduğuna dair karar nerede verilir? Bunu görmezden geldiğinizde aklı ikiye ayırmak işe yaramaz.
Evet, değiştiremeyeceğimiz şeyler için kendimizi öldürtmeyelim, değmez. İyi ama neyin değiştirilebilir olduğuna dair irfan nerede saklıdır?
Toplumsalın mevcut halini “doğal” bulmak, onu adeta ikinci bir doğa kabul etmek egemen ideolojinin tuzağına düşmektir; bu -elbette kendisini içinde bulduğu koşullar altında bile olsa- insanın kurtuluşu için eyleyemeyeceğini, tarihini yapamayacağını kabullenmektir, reformizmin sorunu budur.
Maden işçisine ölüme karşı tevekkül önerildiğinde sinirlenen solcu; dünyanın -devrimle değiştirilemeyeceği kabul edilen- düzeniyle uzlaşma önerildiğinde bunu politikanın altın ortası sayar; oysa çok benzerler.
İsmene için, ölünün gömülmesi girişimi, toplumun, Kreon’un sert tepkisiyle, bedel ve imkânsızlıkla çevrilidir. Ödev ve tutku çarpışır, koşulları gören ve takdir edebilen bir akıl için eylem anlamsızlaşır. Tam da bu nedenle cenazeleri bir avuç insanla kaldırıyoruz. Bana göre “Ölüm Orucu” eyleminin anlamsız bulunmasının arkasındaki basiret (veya akıl) da budur. Antik İsmene Polynekes’in gömülmesinin, çağdaş kızkardeşi “ölüm orucu” eyleminin bugün burada bedel ödemek ve acıyı arttırmak dışında etkisi olmayacağının farkındadır. Antigone bunu göremez. Yahut şöyle söylenir: “Ölümlülerin felaketi, kendi deamonlarına karşı körlüklerinde yatar.” (43)
Körlüğün Antigone’de hangi yetiyi fazladan geliştirdiği konuşulmadan önce, basiretin hakkını teslim etmek gerekirse; “Hiç kimse tek başına eyleyemez, eylemek ‘birlikte eylemek’tir. Eylemin kendi amaçladığı şeyi gerçekleştirebilmesi cemaatin katılımına, tasdik ve rızasına, yani eylemin başkalarıyla birlikte yapılmasına bağlıdır.” (44)
Böylece “pratik akıl” (yahut politik basiret) sağlamasını yapar, kendi kendini onaylar. Parlamento seçimleri, mitingler, salon etkinlikleri bu onay arayışına çok benzer; haklı olarak herkesle yapmak isteriz.
Öyleyse şematik bir ayrım söz konusu: Herkes (hadi yeteri kadar insan diyelim) zulme karşı bilinçlenip, birlikte ayağa kalkmadan öne atılmak basiretsizliktir. Başka bir zamanda şöyle denebilirdi; icmanın basireti zühdü kınar. Bunun karşısından ise -kitlelerin bilinçli ve örgütlü mücadelesi ne kadar gerekliyse- öncünün varlığının da o kadar gerekli olduğu söylenebilir. İster zahidin hakikate yaklaşmak için kimsenin onayına ihtiyaç duymaması olarak okuyun, ister öncünün zaten bu onayı sonunda -bizzat bu yolla- sağlayacağını varsayarak öne atılmasını değerlendirin; merkez/aşırı-uç şematik evreninde, öncünün ödediği bedel gereksizdir ve halkın bu bedele ihtiyaç olmaksızın bilinçlenebileceği umulur.
Oysa yaşam diyalektiktir:
“Elbette hayat hiçbir zaman şu veya bu şemalandırmaya harfiyen uygun akmaz. Her soyutlama ve şemalandırma gerçeğin bir kısmını ihmal eder bir kısmını ise ister
istemez abartır” (45)
Yani yapılması gereken bu ilişkiyi sürecin birbiri içine girmiş iç halkaları olarak görmektir.
Verili toplumsal durumu; doğal (kararlı bir dengeye kavuşmuş) kabul ederek yerleşilen altın-ortadan sol siyasal eylem mümkün değildir.
Yahut, elli yılı devirmiş literatürümüzün tanıdık tespitiyle söylenirse; denge sunidir.
“Artık geri bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini -buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur” (46)
Başka bir deyişle tragedya korosu “plebisit” yoluyla karar değiştirmez. Eylemciyle aynı fikirde olduğu için değil, eylemin sonuçları üzerine fikir yürüttüğü sırada sadece akılla değil duygu ve arınmayla karar değiştirir. Tragedya’da değişim anını anlatmak daha kolaydır; çünkü Tanrı’dan haber gelir: Koro’nun Tiresias’ı dinlemesi yeterlidir. İkinci bir kez -bu sefer fiziksel anlamda- bir kör, gözü açık olanlardan fazlasını görmektedir.
Bugün gelecekten haber verecek kör bir kâhinimiz bulunmadığından, gözleri yaşama kocaman açılmış ancak ödeyeceği bedele, uzlaşmaya, -öyle isterseniz kendi deamonuna- gözü kapalı devrimci öncü koroyla konuşacaktır.
Biz konuştuğumuza inanıyoruz. Ebru’nun sözü budur.
Koro ne zaman fikir değiştirir?
Mazlum kalabalığın adalet fikrine zalimden daha fazla sahip olduğunu düşünmekte bir gariplik yok. Pekiyi zulmün bizzat kurbanı olan milyonlarca insan hareketsiz beklerken, onlardan çok, onlar için, onlar yerine, onlar adına adalet için ölmeyi göze almakta hiç mi kibir yok? Vekâleten konuşmak tamam diyelim, avukatlık yapıyoruz, vekâleten ölünebilir mi?
Olan bunların hiçbiri değildir ama Ebru taleplerini ve eylemini ilan ettiği gün başlayan ve ölümünden sonra da hiç hızını kesmeden, yüzlerce kez hepimize sorulan soru buydu.
Elbette sevgiyle soruldu: “Ebru avukat, kendisini, ailesini ona ihtiyaç duyanları düşünmesi gerekmez miydi?” Zor soru. On altı yaşında doğurduğu, gerektiğinde temizliğe giderek tek başına büyüttüğü, okuttuğu yetim kızının büyüyüp avukat olunca ona bakmasını, bir ev almasını, rahat ettirmesini hak etmemiş miydi Fatma?
Veya daha sertleri var: “Kaç kişiydik cenazede? Ebru’nun taziyesi için kaç kişi Barkın’ı ziyaret etti hapishanede? Değer miydi bu insanlar için ölmeye?”
Halk nerede? Koro ne düşünüyor, niye hala konuşmadı?
Kral Kreon ölülere ne yapmak istediğini açıkladığında koro şöyle demişti:
“KOROBAŞI: Ülkesini sevenlere ve ona ihanet edenlere her istediğini yapabilirsin Menoikheus’un oğlu. Yaşayanlara olduğu gibi, ölülere de istediğin gibi uygulayabilirsin yasaları.
Yasa, ancak bu onayı almaya devam edebildiği sürece yürürlüktedir. Egemen yürürlüğü sağlama almak için muhatabını sıkıştırdığında da cevap değişmez:
KREON: Emrime karşı gelenleri korumayın
KOROBAŞI: Kimse ölümünü isteyecek kadar deli değil.” (47)
Kimseye “ölümü göze al” denemez. Zira Kral’ın yasası aynı zamanda Kral’ın tehdididir. Önce duygular sonra da korku eğitilir egemenin sözüyle: Ebru deli miydi? Antigone? Bütün bildiğimiz eyleme geçtiklerinde tablonun henüz değişmemiş olduğu.
“KREON: (…)ülkeyi yönetenlere kendi kurallarını dayatmak isteyen övgü beklemesin benden. Kent kimi başa getirdiyse, büyük küçük, haklı haksız her kararında ona itaat etmeliyiz…
KOROBAŞI: Geçen yıllar köreltmediyse aklımı bilgeceydi bütün söylediklerin” (48)
Egemeni “bilge” kabul etmek; imkânları, hayalleri, arzuları sınırlandırılmış olanların avuntusudur. Önce bu denge kırılacaktır; çünkü “imkânsız” eylem de duygulara ve akla hitap eder:
“KOROBAŞI: Ben de yasaları hiçe sayarak durduramıyorum pınarını gözyaşlarımın, görünce Antigone’nin son uykunun yatıldığı odaya doğru yürüdüğünü” (49)
Ve sonunda müdahale gelir:
“KOROBAŞI: Yeraltı zindanına giderek kızı serbest bırak, sonra da ölünün cenazesini kaldır.” (50)
Zulmün yıkılabileceğini, yasanın sadece egemenin keyfine, emrine, çıkarına değil; daha büyük taleplere ve değişkenlere göre yeniden düşünülebileceğini hayal etmek için öncüye ihtiyaç vardır. Yoksulluğun ve adaletsizliğin kader olmadığını, aleyhlerine bu dengenin hem kararsız hem de yapay olduğunu onlara gösterecek eyleme ihtiyaç vardır.
Ebru’nun bizim için kefil olduğu, şahitlik ettiği bilgi budur. Koro konuşmayı bitirdiğinde, egemenin zamanının “geçmiş” olduğunu anlarız; Kral başına gelenlere sızlanır, kendisine beddualar okur ancak geçmiş bitmiş, şimdiki zaman yürürlüğe girmiştir.
“KOROBAŞI: Bunlar geleceğin işleri! Biz şimdi ne yapacağımıza bakalım. Diğerleriyle ilgilenecek başkaları var.” (51)
Soru hala geçerliyse ben bunu başarabilmeye kibir değil cüret demeyi tercih ederim.
“Antigone’nin körlüğü, onun eylemde bulunmasını mümkün kılan şeydir aynı zamanda. İsmene’nin gördüğü ve kendisine göstermek istediği şeyi görmez veya görmek istemez Antigone…” (52)
Sayı saymayı bilmediği için düşmanın kalabalığından korkmamaya benzer görüsüzlük. Çünkü bedeli görmek korkutucudur:
“…bu görü, bu bilgi ve anlayışta İsmene’yi eylemde bulunmaktan alıkoyan, paralize edici bir şey de var… İsmene görür ve gördüğü için harekete geçemez, Antigone görmez [veya bakmaz] ve görmediği için eyleme geçer… Eylemi başarısızlığa mahkûm kılan şey, -tutsaklığa ve ölüme başarısızlık diyorsanız eğer- bu eylemi baştan beri mümkün kılan şeydir aslında…”
“İçinde gerçekleştiği dünyada anlaşılmamaya, başarısız olmaya mahkûm bir eylem. Fakat tam da bu nedenle söz konusu dünyayı sarsan ve değiştiren bir eylem…” (53)
Che’nin Bolivya’da; Mahir’in Kızıldere’de ne yaptığını değil; “gören her gözün” yapılanın ve bugündeki muhtemel karşılıklarının imkânsızlığı konusunda onlara basiret önerdiği şeyin tam karşısından nasıl yaptığını sormalıyız.
Direnmek yasayla yasaklandığında bilmeliyiz ki yasa ancak bu şekilde değişecektir; Ulysses’de söylendiği gibi: “Yasanın yazıtları, yasadışı olanın dilinde yazılır”
Ebru ile ilgili söyleyeceklerimi tamamlarken -sizin önünüzde son kez- aile meselesinden bahsederek, bağlayayım. Antigone adının etimolojisi birden fazla okumaya izin verir. Anti + Gones. ANTİ kavramının, “yakın, onun yerine” anlamını veya daha yaygın bilinen “karşı” anlamını; GONES kavramının evlat yahut aile anlamlarından birisiyle eşleştirerek basitçe iki sonuca varılabilir. Antigone, karşı olmak, karşı çıkmak için doğmuş olandır. Aynı zamanda aileye en yakın veya babasının eşiti olan da odur. Eğer solu gerçekten bir aile olarak kabul edip sevebiliyorsanız Ebru’nun gücü ve ışıltısı da budur. O hepimizin hısmı ve en yakınımızdır. Karşı çıkmak için doğmuştur.
Bu aile Oidipus soyundan farklıdır. Kaderin değil İradenin yön verdiği bir eziyettir solculuk. Yaşamlarını mücadele içinde ortaya koymaktan sakınmayanların, ayaklananların, kavgada zuhur ve huruç edenlerin ailesi. Aslında bunu bilmek için öyle aman aman solcu olmak bile gerekmez:
“Hayatını riske atmak konusundaki isteksizliğin hayatı yok etme arzusundan daha kötü olması: Çünkü bu isteksizlik uğruna feda etmeyi gerektirecek kadar anlamlı hiç bir şey olmadığını ima eder.” (54) Oysa bizim sırrımız insanın kurtuluşuna inanmak ve bu kurtuluşa kadar savaşmak. Bu çapta sırlar zaten gazete makalesinde, sosyal medya hesabında, kitapta ve hatta duruşmada söylenemezdi.
“Sinede gizli olan sırdır, bir vaaz değil!
Darağacından söylersin, kürsüden değil”
Diyor Galib, Ebru da öyle yaptı.
Hukuk dışı yakalama emrini tanımadı ve bürosuyla adliye arasındaki beş yüz metrelik yolu yürümeyi aylarca reddetti.
Onun sığınağı bürosuydu:
“Faşizme teslim olmayan için
Her koru dibi
Her komşu kapısı
Her çatı arası
Sığınaktır
Bir sığınakta buldular bedenimi
Taşıyorum onu hala bir pankart gibi”
Demişti güzel şiirinde.
Artık onun taşıyamadığı bedenin fotoğrafları bizim pankartımız.
Ölmeseydi daha iyi değil miydi?
Kişisel olarak soruyorsanız keşke onun yerine ben ölebilseydim, yaşayan Ebru olsaydı dünya çok daha güzel bir yer olurdu. Evet, elbette yaşasa daha iyiydi ancak bunu sözü için değil bizim açımızdan her zaman büyük bir yaşama sevinci olan fiziksel varlığı için söylüyoruz. Sözünün akıbeti bu ölümün anlamı olacaktır. Nasıl olacak?
Onu da Mısırlı Sosyalist yazar Salâh Abdüs Sabûr’dan
“Ma s’adü’l-Hallâc” (Hallâc’ın Trajedisi) (55) dinlerseniz, başka bir koro söyler:
“Koro:
– Ve sözlerinden ambarımıza koyduklarımızı gidip
köylünün sabanının arkasından serpeceğiz
– Ve onları tüccarların mallarıyla birlikte saklayacağız
– Ve onları çölü geçen devecilerin türkü söyleyen
ağızlarına gizleyeceğiz
– Ve onları giysilerin kıvrımlarında saklanmak üzere
kâğıtlara yazacağız
– Ve onları dizelere, şiirlere dönüştüreceğiz
Hepsi Birden:
Söyle bana, şehit edilmeseydi eğer, ne olurdu akıbeti
sözlerinin…”
- (43) Berktay, s.94 Hannah Arendt’den aktarmış; [The Human Condition, Doubleday Anchor Books, 1959, s.353, dipnot 18.],
- (44) Tekin, s.116
- (45) Mahir Çayan, “BÜTÜN YAZILAR”, Boran Yayınevi 2004, s.358
- (46) Çayan, s.390
- (47) Sophokles, s.9
- (48) Sophokles, s.27
- (49) Sophokles, s.33
- (50) Sophokles, s.43
- (51) Sophokles, s.52
- (52) Tekin, s.116
- (53) Tekin, s.116
- (54) Jean Baudrillard, “PERFECT CRİME” [s.141’den aktaran] Lars Fr. H. Svendsen, “KÖTÜLÜĞÜN FELSEFESİ”, çev. Mehmet Hocaoğlu, Redingot Kitap, 1. Baskı 2018, s.263
- (55) Annemarie Schimmel, “İSLAMIN MİSTİK BOYUTLARI”, çev. Ergun Kocabıyık, Alfa Kitap, 1. Basım 2018, s.124-125