İnayet

Bölüm 7: Diyafram Ayarı

Gece uyumadım.

Uyuyamadım diyemem çünkü denemedim. İhtiyaç duymadım. Olur bazen bende, evde sadece, farkındayım evde olmadığımın. Hatta artık evim bile olmadığının belli belirsiz farkındaysam da bilincime çıkarmamaya gayret ediyorum.

Geceyi dosya okuyarak ve Kanada’yı düşünmeye çalışarak sandalyenin tepesinde geçirdim. Terslik çok belirgin. Evde olmayışım değil; okumaya çalışıp başaramamam ve Kanada’yı düşünmem normaldi, tersi oldu. Gayet rahat okudum gece boyu ama gözümün önüne getiremedim Kanada filan. Oysa bir senedir başka bir şey düşündüğüm yok. En son Roza’yla gitmiştik, dört yıl olmuştur. Hatırlamayı sevdiğim yerleri düşünmeye çalıştım. Geyik parkını, sandalye yerine sıraları olan küçük kütüphaneyi, çam dallarındaki karı. Yok hiçbiri. Müzelerle pansiyonun terası bile yarım yamalak. Soğuğu ne kadar sevdiğimi hatırladım fakat onun Kanada’yla bir ilgisi yok, burada da seviyorum üşümeyi. Bitse şu uzatmalı yaz. Nehre bakan alçak terasın manzarasını gözümde canlandırmaya uğraşırken artık yüksek terasları daha güzel bulduğumu fark ettim. Çatı katını bırakıp gitmek sıkıyor biraz canımı ama bırakıp gidemeyecek kadar değil. Zaten şimdi artık başka bir kente gidiyorum, daha büyük, bulunur bakarsın yüksek bir yerler. Sor onu da Roza’ya. Büyük kentler genellikle daha yüksektir veya daha derin. Anahtar kelime büyük olabilir. Çok büyük bir Ocak bu mesela, o yüzden derin. Yükseklik, derinlik, büyüklük. Önümde Montreal değil de bu durduğundan aklım karışık olabilir; sadece geleceğim değil çocukluğum da küçülmüş gibi biraz. Ebat olarak değil, uzaklaştığı için küçük görünmek anlamında yani. Ebatın küçülmesine hafızam izin vermez, geçmiş söz konusu olunca.

Bu büyüklükteki bir somutluk karşısında, kendime ait zaman ve mekân bulanıklaşmış gibi. Tekinsiz bir his. Özellikle de benim kadar kişisel tarihinizle dolu, kendi mekânlarınızla sınırlıysanız. Ev’le…

Başka bir tatsızlık Xebat. Onu da düşünüyorum çünkü yanımda rahatlığını kaybetti artık iyice. Benim yüzümden oldu. İlgisini fark ettiğimi belli ettim. Tanıdık kalıp aslında, klişe hatta; özeni arttı, kelimeleri seçerek konuşuyor. Vardı hepsinin altyapısı çocukta, merakla keskinleşti şimdi. Çok soru soruyor. Yok tabii açık seçik bir şey. Gülümseme doğal hâlâ neyse ki, genlerine işlemiş bence zaten yapmacık gülme ihtimali yok.

Az cevap veriyorum. Görünüşlere, gülüşlere, bakışlara, kokulara karşı hissettiğim heyecan genellikle bu aşamada eşiğe dayanmış olur. Xebat’la ilgili değil. Birkaç yıldır takılıp kalıyorum o eşikte çünkü bundan sonrası meşakkatli. Zor demeyeyim de burada durmazsan artık ümit vermiş olursun. Gözüme saygısızlık gibi görünüyor giderayak. Öyle hararet eksiğinden sızlanmalarım falan hep yalancıktan, öğrenilmiş cümleler onlar, Roza taklidi. Benliğinin yansımasından mutlu olduğu için kendini doğrulanmış hissetsin diye onun yanında yaparken alışıyorum. İhtiyacı olduğundan değil de duygusal sorumluluk projesi diye düşünün, seviyorum kızı sonuçta. Yoksa her türlü yangından uzak durulmuş iki seneden sonra, o bile vazgeçti sayılır durumu değiştirmeye çalışmaktan.

“Sen bu kafayla sonunda evleneceksin korkarım yalnız kalmamak için” diyor. Evlenmem. Okuyorum daha. Mesela Çehov okuyorum: “Gerçekten yalnız kalmak istiyorsanız evlenin” demiş. Haklıdır belki ama yok öyle bir niyetim. Kocayla, sevgiliyle doldurulabilecek bir boşluk değil içimdeki. Boşluğu yaratan şeyi bulup tıkamıyorsan deliğe, anca yırtığı genişletirsin.

Bıyık boşver dediyse de dosya okumayı bırakamıyorum. Dosyanın çerçeveleyip öylece dondurduğu yaşamlarla duruşmalara gelip giden insanlar arasındaki ilişki rahatsız edici. Roman okumaktan farklı, gerçek bu insanlar. Bana sorsan, roman karakterleri de gerçek ama her zaman başka kentte yaşarlar, en azından karşılaşma ihtimali zayıf. Burada röntgenci gibi hissediyorsunuz. Benimkine hiç benzemeyen hayatları gizlice, izinsiz seyretmek ayıp sanki ama yapıyorum. Resmi izinle yapıyoruz diyelim. Onların bile kendi dosyalarıyla ilişkileri garip. Hatıraları son haftaya, tanık ifadesine dönüşmek isteğiyle aşırı odaklanmış durumda. Anneler, eşler, babalar, kardeşler, evlatlar ölüp gidenin son hafta söylediği anlamlı bir cümle bulup çıkarmaya çalışıyor hafızalarından: Çok sıcaktı, baskı vardı, uyardık dinlemediler, yoruluyoruz, çok yoruluyoruz… Hepsi sanki özel olarak son hafta söylenmiş gibi hatırlanıyor. Öyle değildir, hep konuşuluyordur bu tip şeyler herhalde. Şöyle olamaz mı acaba: Siz nesisiniz? Sevgilisiydim! Söyledi mi size bir şey? Seni seviyorum dedi, hep derdi. Olamıyor herhalde. Ama bu kadar zorlarlarsa kaybedilmiş yaşamların imgesi son haftaya sıkışıp kalacak, yaşamın kendisi azalacak. Azalmaz da flulaşır. Madencilik zor iş, sızlanmamak mümkün değil gibi görünüyor. Çalışmaktan çok çalışmak zorunda olmak ürpertici benim açımdan.

Maden Ocağı’na inmekten başka bir iş bulamamak, gece yarısından sabaha kadar çalışıp gündüz akşama kadar uyumak, üstüne hiç yılmadan evlenip evde yüreği tıp tıp atan kadından dört tane çocuk yapmak… Yok mu başka seçenek? Yok herhalde. Varsa da kullanmış olanlar çıkmış bizim görüş açımızdan elbette. Kalanların yok başka seçeneği.

Benim hep seçeneklerim oldu. Dosya kâğıdı üzerinde kavrayabilsem de gerçekte kabul edemiyorum çaresizliği. Nasıl yaşanır ki böyle? Yaşanıyor işte. Çocuk da yaşıyor, büyüyor hatta ya madenci oluyor ya da madenciyle evleniyor. Tanıdık bildik yoksunluk, miras gibi devredilerek pekiştiriliyor. Yoksulluk veya? Aslında geçim koşullarını anlamam daha kolay, ben de az parayla yaşıyorum sayılır. Öyle öğrendim. Kitap, kahve, sigara dışında düzenli harcamam yok. Haksızlık etmemek için birazının tercih, birazının alışkanlık olduğu söylenmeli. Bana değil onlara haksızlık etmemek için. Var elbette bir sürü sabit giderim, kiram, faturam, karşılayabiliyorum. Gayret etsem değiştirebilecek imkânım var. Karar vermek lazım gayret için; ona da sebebim yok işte yani. İyiyim böyle.

Tek gidiş -aktarmalı- Kanada biletiyle dört ay idare ederdim kalıyor olsam. Karar verebilmek için bile onun iki katı kadar süre gerekti.

Duruşmalarda çok yakınımda oturan bir kadın var. Veya bir kadın daha var diyeyim, her yerdeler çünkü. Sessiz genç kadınlarla durgun yaşlı erkeklerin gizli davası bu, dullar ve babalar. Anneler için açık her şey, onların acısı da öfkesi de elle tutulabiliyor, sessiz falan değiller. Olay çıkarılacaksa onlar çıkarıyor genellikle. Bak; dul, yetim, öksüz kalınabiliyor ama çocuğunu kaybeden için bir sıfat yok. Türkçe’de yok hiç değilse benim bildiğim, Japonca’da vardır kesin. İnsanlık hallerini ayrı ayrı isimlendirmeye meraklıdır Japonlar. Neyse bir kadın var. Çocuğu olmadığı için salonun en önüne kadar gelebiliyor. Hep aynı koltuğa oturuyor, kalksa da bez çantası oturuyor. Kazara gelmese boş kalır yani o koltuk, oturmaz kimse, o kadar onun yani. Olmuyor zaten öyle bir şey, hep geliyor.

Duruşmalarda bir görevim yok. Cübbeli dolgu malzemesiyim bana sorarsan. O yüzden en arkadaki avukat sırasının ucuna ilişiyorum genellikle. İşin varsa öne gidiyorsun. Bilgisayarını açması gerekenler, dosya klasörlerinden tutanak takip edenler, dava sözcüleri önde masada oturuyorlar. Yaş ya da cinsiyet hiyerarşisi yok. Bazen Nergiz veya avukat kızlar ısrar ederse bir süre onların yanına oturup yakından izliyorum sanıkları, sonra yerime kaçıyorum tekrar. Benden sonra da izleyicilerin oturduğu bölüm başlıyor işte. Küçük çocuklu kadınlar en arkada, kapıya yakın oturup sık sık çıkıyorlar çocuklar için. Belki bırakacak kimseleri yok, belki de potansiyel madenciler ve eşlerinin eğitimine dâhil duruşma. Burada oturup yaşamın kendilerinden götüreceklerini veya kendilerine getireceklerini görsün, alışsın istiyorlardır. Bilmiyorum. Benimkinde yok çocuk. İlk hafta, parmaklarında eskiyip solmuş kına var sanmıştım sarı kızıllıktan, sonra farkettim ki sigaradan. Aralarda telaşla kalkıp sigara içmek dışında hiç kalkmaz koltuğundan. İlk o çıkıp en son girer salona. Kaç taneyi ekleyebilir uç uca? Üç. Belki dört. Yemek molası dışındaki aralar yirmi dakika civarında. Kendi sardığı sigaraları metal tabakaya dizip hazırlıyor önceden. Filtresiz içiyor, asıl kınalayan o parmakları. Sigara sararken görmedim, hep tedarikli. Dedem de pipo içmediği kısa dönemlerde filtresiz Gaouloise içerdi. Tuttu bir gün, aldım. Bu kadın yani, dedem kimseye sigara tutmaz, tutulanı da almazdı. Kendi tütün rejimine sahipti adam, sosyal değil kişisel bir işti tütün ona göre. Bu niye? Aynı sorun; bana baktığını fark ettiğimi fark ettirdim çünkü. Xebat’ın bakışını Xebat’a yansıtmam gibi bir kusur. Suratımın şeklinden kaynaklanıyor. Elmacık kemiklerimin çıkıklığından olabilir, ifade saklamaya elverişli değil bence kemik yapım. Çok yumuşak bir tütün, bizim memleketin dedi. Bitlisliymiş.

Gençlerinden sigara al, yaşlılarına sigara tut, başka sosyalleşme yöntemim yokmuş. Dedem ayıplayabilirdi. Sosyalleşmemi destekleyebilir yalnız tütünü bu amaçla kullanmamı diyorum. İçmeyen ilk kadında duvara toslayacağım muhtemelen. Korkuyorum. Sigara içmeyen meçhul kadından değil, diğer sosyalleşme yöntemlerinden korkuyorum, beceremem gibi geliyor. Yine de “Ne yapıyorsun memleketinden bu kadar uzakta?” der gibi bakmış olmalıyım ki “Evlenip geldim, buralıydı kocam” dedi. Yani adamın birisiyle evlenip evini barkını terk ederek hiç bilmediğin bir memlekete geliyorsun, üstüne bir de adam ölüyor! Kaç yıllık evliydi acaba. Yaşı tam tahmin edilemeyen kadınlardan bu, büyük benden.

“Kaldınız mı sonra?”

“Bir gün durmadım gömdükten sonra, dava için gelip gidiyorum” dedi.

Başkasında olsa sigara boğukluğu deyip geçilecek ton, cinsiyetsiz bir büyüleyicilik yaratmış sesinde. Adamı bizzat öldürüp gömmüş gibi hissettirdi bana. Otoriter bir ses rengi. Konuşacak başka bir şey gelmedi aklımıza ama selamlaşıyoruz şimdi. İyi bir konu bulup cesaretimi toplarsam, gitmeden bir kere daha duymak istiyorum sesini.

Yaşadığın ev, şehir, hatta ülke değiştirilir mi bir adamla evlenmek için? Neden olmasın. Sen kendine yarattığın bahaneyle Kanada’ya gidebildiğine göre evlilik de meşru sebep sayılır.

Kanada. Uzak, güzel ama var daha. İyi gelecek bana. Burada gözümün önünde işler bayağı kötü gitmiş gerçekten, o yüzden odaklanamıyorum uzağa. Başka türlü kömür çıkarılamıyor mu yoksa bunlar mı yanlış bir iş yapmış anlamıyorum. Müntehir’in ortada bir kusur görmediği çok açık. Göçük yok, patlama yok; yıkılmamış, çökmemiş hiçbir yer. Kader deyip geçmek için fizik ve matematik bilgisi fazla geliyor muhtemelen bunun. Düşündüğünden az yazdığını varsayarsak ki az yazmamış uzun düşündüğünü sanıyorum. Her suçlama için ciddi cevapları var. Tedbirler almışlar, hatırlayıp yazıyor. Esasen olay günü çıktığı yerde değil nerede çıkmış olsaydı baş edebileceklermiş gibi söz ediyor yangından. Bir hava kavşağının ortasında aniden parlamış alev, dumanı yönetmek mümkün olmamış görünüyor. Herhangi bir yöne doğru otuz metre uzaklaş, o noktadan bir tünel aşağı in, yukarı çık, yana geç -otuz metre sadece- istediği yerde parlasın söndürebilirlermiş; o nokta dışında. Yahut “dumanı kimseye zarar vermeyecek şekilde tahliye ederdik ocaktan” diyor. Ama burada çıkmış işte. Sabotaj yapmak istesen bütün ocaktaki en uygun yer yani o kadar.

Savcının söylediği gibi geçmişten beri süren gizli bir yangın vardıysa da bu bilmiyor bence. İnsan başkasıyla konuşup, başkası için yazarken belki ama kendi kendine kitap kenarına not alırken bu kadar soğukkanlı yalan söyleyemez. Bilse saklayamazdı. Yayınlanmak için yazılan edebi günlüklerle, ani ölüm yırtıp yakmaya izin vermediği için kilitli çekmecede yakalatılmış gerçek günlükler arasındaki fark da benzerdir. İlkine yaz; personan nasıl görünsün istiyorsan. Oysa gerçek günlüğüne yalan söyleyebilenlerin elinden su içilmez yani. Bizim uzak durmamız yetmez, onu da kendi kişiliğini daha fazla örselemeden günlüğü kapatıp roman yazmaya teşvik etmek gerekir.

Bu defterle Bıyık için tuttuğum resmi defter mesela; bu benle uçar Kanada’ya. Allah izin verirse beraber ineriz piste; yok uçak erken inmeye karar verdi, o da olur, okyanusun dibinde beraber devam ederiz Beyaz Balina’yı aramaya. Özel yani bu defter, kabin içi bagajı. Öbürünü teslim edeceğim Pazar günü Ahab’a. Sözlük defterimi de götürüyorum. Bıyıklı allame biliyordur zaten hepsinin anlamını, sözlüğü ne yapacak?

Her neyse. İması bile yok gizli yangının, hatta lafı geçtiğinde öfkeleniyor. Nereden biliyorum? Yazı dalgalanıyor oralarda, altta çift çizgiler, ünlemler, tırnaklar: Yok. Yok öyle bir yangın.

Hâlbuki var belki sen fark etmemişsin işte, ama onun da beceriksizlik mi ihmal mi olduğunu nasıl anlayacağız sen söylemezsen? Egosu beceriksizliği kabul edemeyecek kadar yüksek desek, ihmale de öfkeleniyor. Ne ki zaten masumiyet, masum olduğuna şiddetle inanmaktan başka? Bıyığı inandıramaz mıydı mahkemede anlatsa bunları? Bak onu biliyoruz, hayır. İntihar ederek bile inandıramadı eğer niyeti oyduysa. Senin inanman yetmiyor sonuçta ya mağduru ya hakimi inandıracaksın. Sen hangisini tercih ederdin desen ben mağdurinkini isterdim herhalde, hapisten kurtarmayabilir ama hakim ne derse desin o saatten sonra önemi yok. Ölenin karısı, çocuğu, annesi: “Yok kardeş, yok amca, bunaltma kendini, senin bir günahın yok bu işte…” dese mesela ne yapacaksın hâkimin kararını, git yat huzurlu huzurlu. Yalnız günah ayrı bir olay oldu şimdi. Onun mahkemesi değişik olabilir haliyle. O hakime sözümüz yok. Tövbe.

Bak şimdi, ne saçmaladığımı hiç hatırlayamamakla beraber bir akşam ananemin “tövbe de!” uyarısına maruz kalmıştım ettiğim laf yüzünden. Teslim olmadan önce sormuştum “dışımdan tövbe desem içimden böyle düşünmeye devam etsem olur mu?”. Benim içsel-dışsal günlük personası, ilkokulda farkındaymış yani meselenin. Ananem kahkahayı basıp “De bakalım dıştan şimdilik, için yavaş yavaş alışır…” diye sarılmıştı. Alışmıştır herhalde içim tövbe etmeye, çok ettim çünkü sonradan. Fakat üzerinde derin düşündüğüm bir konu değil bu aralar.

Ananemin standartlarında müntehire açık olabilir tövbe kapısı ancak mağdur mahkemesinde durum farklı. Bıyık’ın tespitlerini bir yana bıraksak bile her yaştan kadının gözünde şimşekler çakıyor hüküm yerine. Mağdurların ikna edilmesi pek mümkün görünmüyor. Bıyık’ın yaptığı kör gözüne parmağım sayılır yoksa; kadınların konuşmasına, parmak uzatmasına gerek yok, varlıklarının her zerresi katilsiniz diyor sanıklara. Ben bu avukatlar gibi iki tarafın tam ortasında bir sene geçirmiş olsaydım kaldıramazdım elektriği, açık söyleyeyim. İyi dayanıyorlar.

Şimdi gözümün önünde klasörlerden tüten dumanı, çakan elektriği, kargaşayı düşünecek olursanız Kanada, bütün belirsizliklerine rağmen huzur vaat ediyor. Sağaltıcı bir uzaklık. Hukuktan kurtulup edebiyatla iyileştir kendini İnayet, avun artık biraz.

Gün doğmaya başlarken doğru diyafram ayarını yapabilmeyi başardım yeniden. Xebat tamam. Güzel yaklaş çocuğa, birkaç hoş kare kalsın ikinizin de aklında. Akıl hoşluğu diyelim ona, bedenin hoşluğundansa daha uzun yaşar hafızanın netliğinde. Kıstım yani diyaframı, geniş manzarası netleşti tekrar hayatımın. Açık diyaframla önündeki dosyaya odaklanırsan anlamaya başlıyorsun bir şeyler ancak kalan her şey flu hale geliyor. Tournier; Stendhal’ı 3.5, Balzac’ı 16 ölçer diyafram açıklığı bakımından. Şimdiki ihtiyacımız Balzac diyelim. Resmin tamamına ihtiyacım var, dosyayı netleştirmeye çalışmaktan gözüm dalacak yoksa burada.

Sonra kahvaltı yerine grissini, kahve yerine maden suyu güneşle birlikte. Bir tane de elma. Yine de elimden geleni yapacağım hafta sonuna kadar. Teknik iş beni yıldıramaz, öğrenirim. Üç bin feet üstü meteorolojik hareketlerle uçuş seyir kayıtlarını -gerçek zamanlı beş yüz sayfa- karşılıklı taramışlığım var benim tek gecede. Her ne olmuşsa anlayacağım işte anlayabildiğim kadarını, gerisini kaptan Bıyık bulsun.

Bu kadar güçlü masumiyet hissinin bir karşılığı olmalı hayatta. Bu kadar sıradışı bir yerde meydana gelmiş sürpriz felaketin bir ilişkisi olmalı masumiyetle. Bulunabilir olmalı bunlar. Mühendislerin de kendi diyafram ayarları var herhalde ocağın neresine odaklandıklarında nerenin bulanıklaşacağını biliyorlardır. Ne ki öngörü? Mühendis göremiyorsa kim görecek?

Belki bu tarafın kaza lafına alerjisi azaltılmalı, belki saçımı yıkamalıyım. Belki değil kesin. Artık uyumadan güne başlamalıyım, duruşma var yarın.

Değil, bugün artık, sabah oldu kalk şu sandalyeden.