Devrimci İman
“Tanrı İbrahim’i sınadı ve ona dedi ki; şimdi çok sevdiğin biricik oğlun İshak’ı al ve onu Moriah diyarına getir ve oradaki dağlardan sana göstereceğimin üstünde onu yakılmış kurban olarak sun.”
Devamı malum.
Abraham ismi Süryanice’dir ve “şefkatli baba” anlamına gelir. Müslümanlar arasında Zebihullah (Allah’a kurban edilen) sıfatlı oğulun İshak mı yoksa İsmail mi olduğu konusunda ihtilaf bulunsa da Süleyman Ateş tefsirini takip ederek İshak’ı kullanalım; alıntıladığım İsmail’leri de böyle okuyabilirsiniz. Baba çocuğunu nasıl çağırırsa çağırsın, kendi adının taşıdığı anlamla tanrısal talebin dehşeti arasındaki uçurum kıssanın temel paradoksudur.
Kirkegaard’ın “Korku ve Titreme” izleği aklımda. Fakat oraya gelinceye kadar geçen birkaç bin yıl boyunca ağızdan ağıza aktarılmaktan üzerinde dilin değmediği kuru yer bulmak imkansız göründüğünden, bu çarpıcı hikâye hakkında yeni bir şey söyleme iddiasında değilim. Hâlâ konuşabileceğimiz konu imandır ve her kuşağın bambaşka vesilelerle yeniden düşünmeye mecbur kaldığı belirsizlik bizim de önümüzde duruyor: İmkânsız ne demektir? Bir ad verebildiğimize göre onu düşünebiliyoruz. İmkânsız, sadece aklın değil bilgi ve deneyimle şekillenen becerinin de yadsıdığı ihtimaldir. Yani hayal edilebilir, tasarlanabilir hatta denenebilir olsa bile gerçekleşmeyecektir.
Ona ancak iman edilebilir fakat acaba imanın dünya yaşamına aşkın olması şart mıdır? İlgimi çeken yer burası. Mesela “gerçekleşinceye kadar her devrimin imkânsız olduğu” veya “gerçekçi olmanın ancak imkânsızı istemekle mümkün olduğu” ifadeleri, tanrısal bir aşkınlığa ihtiyaç duymadan imandan söz ediyor gibidir.
İbrahim kıssasının, inayetini sadece ağır sınav koşullarının dramatik seyirliğinde sunabilen kaprisli bir Tanrı’ya dair olduğu fikrinden bugün özenle uzaklaşılmaya çalışılmasına hak verebiliriz. Bu çaba teodiseden ibaret değildir. Yahudi /Hristiyan /Müslüman Tanrı kavrayışı, kıssanın şekillendiği çağın kıskanç, talepkâr, öfkeli kabile tanrısına söyletilen; “Senden istediğimde en kıymetli şeyini derhal, koşulsuz feda edebilecek kadar hep benimle dolu olmalısın” atfına ihtiyaç duymayacak kadar soyuttur bugün. Tanrı’nın sözü, geniş cemaati üzerinde dalgalanmaya devam etse de artık bizden “şahsen” ve açıkça talepte bulunmayı bırakmıştır. Devrimci durum sona ermiş diye düşünün.
Teoloji buna rağmen kıssanın ilkel anlamında ısrar ederse, bu talebi iman, itaat, merhamet ilişkisi yerine gözdağı yahut keyfi sınırlarına zorlanmış bir sınav olarak görecek modern insan tarafından ya iyimser ve denkleştirici mizahla ya da teşhir edici kötümserlikle protesto edilecektir. Her iki tepki de yaşam arzusuyla dolup taşar.
Bir oğul öldürmek zordur. İlkinin örneği “Kill me a son” talebini teklifsiz bir şaşkınlıkla karşılayan Bob Dylan’ın Abraham’ı “Abe”dir: “Man, you must be puttin’ me on!?” der Tanrı’ya, dostum, benimle kafa mı buluyorsun yahu? Şarkının devamında, cevabın hak ettiği bedelin 61. Karayolu’nda bir kovalamacayla ödetileceği belirtilir.
Ve oğullar öldürmek kolaydır. Karamsar jest, Wilfred Owen’ın “Yaşlı ve Genç Adamlar Meseli” şiirinin finalindedir:
“…sonra birden bir melek seslendi cennetten
Dedi ki elini surme oğlana
Ne de bir şey yap ona, Bak;
Bir koç çalılıkta yakalanmış boynuzlarından
Bu kibir koçunu kurban et oğlunun yerine
Fakat yaşlı adam dinlemedi bunu ve doğradı oğlunu.”
Şiir 1918 tarihli. Dünya o sırada kibirli yaşlı adamların imanları uğruna mezbahaya gönderdiği milyonlarca genç insana ağlamaktaydı. Owen’da şiirle aynı yıl, aynı nedenle ölecektir. Hümanist açıdan her iki protesto da dikkat çekicidir ama ihtiyacımızı karşılamazlar. İman konusunda ilginç yorum hâlâ Kirkegaard’dadır: İmkânsıza inanmak ve onu bu yolla mümkün kılmak. Tam tarif edelim; İbrahim sonsuz bir ahiret hayatını yahut birazdan boğazlayacağı oğluyla cennette buluşmayı umduğu için bıçak çekmez; çünkü bunlar zaten imkânsız değildir ve Tanrı’ya inanan herkes cennete de inanır. Ölümden sonrası hakkında bilgi dönüşü olmadığından basitçe bilinmeyene veya bu anlamda imana teslimiyetle yetinebiliriz. Oysa bilmemek başka, imkânsız olduğunu bilmek başkadır. İbrahim’e vaat edilen cennet değildir. İhtiyar adam en az Dylan’la Owen kadar yaşam doludur hâlâ ve bu dünyaya ait bir deneyim peşindedir: Tanrı’nın istediği gibi davranırsa oğlunun ona vereceği sayısız torun aracılığıyla insanlığın ikinci babası olacağı, soyunun sürdüğünü göreceği söylenmiştir. İman ettiği budur. Yani bıçağı vurmakla “sonunda” elde edeceği şey bu dünyadadır ve aynı zamanda elinde birazdan öldüreceği oğluyla kalakalacağı dağ başında yani bu dünyada imkânsızdır.
“Sonunda” olacak olana dair vaat “bundan sonra” olacağı içermeyerek yadsır. Kirkegaard’ın huzurunda korkup titrememizi beklediği şey kıssanın mucize finali değil imanın paradoksudur: Bákir ve artık ölü bir oğuldan gelecek torunlara inanmaya devam etmek!
O yine de inanır ve sadece bu yüzden, her ne kadar akış bir müdahaleyle kesintiye uğramış da olsa, “sonunda” gerçekleşir. Vaat, bıçak boyuna inmediğinden gerçekleşmiş görünse bile gerçekte bıçağı tutan el -o korkunç anda- havaya kalkabildiği için mucize gelmiştir.
Burada önerilen “saçmalığın inayeti” elbette gayet tehlikelidir. Bir kilise babasının “saçma olduğu için inanıyorum” demesiyle Kirkegaard’ın burjuvasının veya Gulâm Hüseyin Saedi’nin “Korku ve Titreme”sindeki yoksulların teslimiyeti farklı sonuçlar doğurur. Her türden devrimciliğin bir parça olsun varoluşçuluk taşıdığı öne sürülmüşse de devrimci kaygının cüreti tam bu ayrımda inşa edilir: Saçmayla imkânsızın farkında.
Çoğu insanın gözüne sosyalist devrimin imkânsız, devrimciliğin dehşet uyandırıcı bedellerle yüklü göründüğünün farkındayım. Pekiyi devrimciye nasıl görünür? İşte o İbrahim’e benzer. Bir yandan “yaşamın hüzünlerinden kurtulmuş bir biçimde ve sürekli olarak sonsuzluk hareketlerini yapmak…” ve diğer yandan da yaşama aşkın bir imana sahip olmadığından “faniliği hep -tekrar tekrar ele geçirmek…” göreviyle karşı karşıyadır. İman ettiği devrim tarihsel gerçek formunda bu dünyaya aittir ancak tarihsel zaman onun biyolojik ömrüyle ilişkisizdir. Yanılmamalıyız. Burada “sonsuzluk hareketi” imkânsıza inanmaktır fakat iman bıçağı tutan elin havaya kalkışını öncelemez; her ikisi tek ve aynı harekettir. İnandığı için yapmaz, yaptığı için imkânı ayırt eder ve mümküne eylemle nüfuz edebilir.
İmkânsız, olasılık hesaplarından doğmayandır çünkü olasılık hesabı kördüğümle düzene bağlanmıştır. Ali Şeriâti’nin hatırlattığı gibi kurban jesti işte bu düğümü keser: “…senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren İsmail’i…” dağa getir der Şeriâti. Kendi İsmail’ini getir. Bırak fidyeyi Allah belirlesin. Sunaktaki senin en kıymetlin değilse, adaklık kurban kesmek kasaplıktır.
Bu çelişki karşısında titreyerek de olsa konformizmi kurban etmeden devrimci olunamaz. Sosyalizmi kendisinden oy kullanmak dışında bir fedakârlık beklemeyen nihai amaç olarak gören konformistin imanında kurban eksiktir; dağa eli boş gitmiştir: Mucize gelmeyecektir. Bu aynı zamanda, nihai amaç sanılarak ucuzlatılmış imanın, aslında tersine, bir sonsuzluk hareketi hâlinde havaya kalkmış el yani tam da başlangıç eylemi olduğunu görememektir.
Doğru, her devrim gerçekleştiği ana kadar imkânsızdır ve sadece imkânsızı istemek gerçekçiliktir. Devrimci iman saçma ile imkânsızın; dogma ile doktrinin; şehit ile şahidin; seçilmiş ile seçmişin; delilik ile cüretin ve hepsini kapsayacak şekilde atalet ile eylemin ayrıştığı yerde Heraklitos’tan beri hareket hâlindedir.
Var bende.
Yıllardır her yazımı “Biz Kazanacağız!” diye bitirmemi sağlayan işte o iman.
Sizde durum nedir?