İnayet

Bölüm 6: Mühendisin Kitabı

İkinci bir defter açtım, sözlük yapıyorum kendime. Ne arıyoruz? Emin değilim. Ne bulunacaksa dille bulunacak sonuçta. Biraz bilinçsizce başladığımı kabul ediyorum, çok yeniyim bu işte henüz. Peter Laugesen’in yavru sinekleri tadındayım:

“Yeni doğmuş sinekler

bilinçsizdirler.

sineklik,

püskürteç

ve yapışkan kâğıt

üzerine bilgileri yoktur.

bilmezler

bok ve şeker

aradıklarını bile.”

 

Onlar da dilleriyle arar ama gerçek dil, organ olan. Çirkin olabilir, realist bence; seviyorum İskandinav şiirini. Polisiyesini ve soğuğunu da severim. “Yavru” meselesine sürekli takılmaktan hoşnut değilim sadece.

Kitap önümde. Yeni bölüm: “Madenlerde Havalandırma Düzeni”. Elle “Aptal Bunlar!” yazmış en üste -ünlemi ben ekledim-. Çok teşekkür ederim. Genç yaşta göçüp gittiğin şu yalan dünyada seni savunmak üzere kollarını sıvamış son insanla ilişkilenmek için ne güzel bir başlangıç. Bıyık’a denmiş kabul ediyorum; kitap ona geldi sonuçta.

Aptalın ne anlama geldiğini üç aşağı beş yukarı kestirebildiğimden, terimler sözlüğüme almadım. Liste kısalmış olmuyor: “…tüvenan, rödovans, tasman, martopikör, şilt, konveyör, kulikar, desandre, santrifüj, pano, TH, küldösak, kurve, marn, graben, zon, pasa, posta, tambur…” Dur! Postayı biliyoruz. Ama bu bildiğimiz anlamda değil gibi, yan anlamdır belki bakılacak. Tamburun ne işi var burada? Bilmiyoruz.

Onlar için sade bir versiyon yazabilir miymişim? Ne demek, lafı mı olur? Posta: “Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emanetlerin tümü…” Tambur: “Klasik Türk müziğinde başlıca çalgılardan biri olan, yayla ve tezeneyle…” Oldu mu? Postanın niye aktığıyla tamburun nasıl kızıştığını siz bulursunuz artık bu versiyondan!

Sinirlendim.

Dursun şimdi sözlük. Biz en iyisi bildiğimiz sorudan başlayalım: Aptal nedir? Madenlerde Havalandırma Düzeni. Okuduk. Pekâlâ, neden aptalmışız acaba? El yazmasına geçiyoruz, sıralamış alt alta:

“Mevcut vantilatörün 2400 m³/dk. kapasitesi olduğu ve Havalandırma Defteri’ne göre ocaktan 1900-2000 m³/dk. hava geçtiği görülmektedir. Bilgisayar programıyla yapılan analiz ortada. Ocağa giren -en az- 1800 m³/dk. havanın 882 m³/dk. kadarının A ve H panolarına ve 918 m³/dk. kadarının S panolarına ayrıldığı açık…”

Hmm. Ortada ve Açık.

Yeraltında kömür olabilir ama hava yok elbette. Vantilatör kullanarak hava gönderiyoruz. Üflediğimiz havayı ölçüp kaydediyoruz. Yani? Havalandırma Defteri diye çok havalı bir isme sahip kayıtlarımızın bulunduğunu, şu çok sık tekrarlanan m³/dk. ibaresinin aşağıda bir noktadan bir dakikada kaç metreküp hava geçtiğini gösterdiğini anlıyoruz. Metreküpün kenarları birer metre uzunluğunda hayali bir küp olduğunu ve dakikanın altmış saniye sürdüğünü zaten biliyoruz. Ee, aptal değiliz işte; devam o zaman.

Alta geçmiş.

“Vardiya bazında sadece 800 işçi madene iniyor”

Elle yapılmış iki tane tablo var. “Sadece” nin altı çizilmiş. Evet, anlaşıldı. Aptalız, çünkü vantilatör kapasitesi olan 2400’ü toplam işçi sayısı olan 3367’ye bölüp madende kişi başına düşen havanın çok yetersiz olduğunu hesaplamışız. Yani biz değil de savcılığın bilirkişisi öyle hesaplamış. Elbette o işçilerin hepsi aynı anda inmiyor aşağı; vardiyalı bunlar, hatta sadece yukarıda çalışıp hiç ocağa inmeyen de var. 2400 m³/dakikayı kendi vardiyalarında inen sadece 800’er kişiye düzgünce dağıtırsak, 3 m³/dakika hava düşer işçi başına. Anlaşılan o da gani gani yetiyor. İşte budur aptallığımıza sebep suçumuz. Benim ilk suçum sayılmayacağını söyleyebilirim konu aptallık olunca. Dönüp savcılık bilirkişi raporuna baktım. Haklı görünüyor. Hesaplanırken bir akıl yürütme hatası yapılmış gerçekten. Hesabı yapan profesör ama gözden kaçırmış olabilir yani. Gözden kaçma derken, aylardır hapishanede -aferin İnayet çalışıyor perhiz- tutulmamın gerekçeleri arasında sayılıyor olsaydı ben de şimdiki kadar bağışlayıcı duygular taşımayabilirdim diyelim hesap uzmanına.

“Bunun aksini çok kolay ispatlarız” yazmış grafiğin altına. İyimser gördüm. Cioran “Bir tek iyimserler intihar eder; artık iyimser olmayan iyimserler… Diğerlerinin hiçbir yaşama nedeni olmadığına göre, niçin ölme nedenleri olsun ki?” demiş. Araştırmacıya Not: Arkadaşın iyimserliğini kaybettiği anı arıyoruz. Araştırmacıya Çok Acil Not: Kahve makinesi bulmak zorundayız! Hiç değilse filtre kahveyle French Press! Benim kadar taze solcular açısından gerektiğinde hafif bir konfor, sağ sapma sayılmaz umarım. Yeni solcu, taze kahve. Bıyık içsin hazır granül kahveyi. Mühendis odası hakkında “Konformist bunlar” demesindeki gözde eleştiri konfordan değil konformdan geliyor muhtemelen: Düzen.

Hepsi solcu sorsan ama sağa-sola dönülmez diye görünmez tabelalar var anladığım kadarıyla. Belki solcu otobanına girdiğinde görünür hâle geliyordur trafik levhaları, ben yan yolda olabilirim hâlâ. Geldiğimin üçüncü günü, duruşma molasında dışarıda sigara içerken diğer avukat ekibinden iki kadın tarafından uyarılmıştım aslında: “Biraz aşırı takıma takılıp kaldın, otele gelsene sen…” İlginç. Onlar aşırı solculuğu kastetmiş olabilir tabii ama ben o sıralar aşırı ışıltılı bir gülümsemeye takılıp kalmış olma ihtimalinin mahremiyeti nedeniyle: “Yok canım, hoş insanlar…” diye geçiştirip kaldım bunların elinde. Sonra da tayfa yazıldık zaten Ahab’a, sözleşmeyle kaldık. Her neyse. Bıyık’ın mühendis alerjisi düşünülecek olursa sadece takım elbiseli gezdikleri için bile öyle söylüyor olabilir adamcağızlara. Kendisi gayet nonkonformist yeleklerle arazi kıyafetlerine sahip sonuçta.

Kalkıp pencereyi açtım. Sokak lambaları yanmış, akşam oluyor. Ananem gündüzden bitirilememiş bir işe hayıflanırken “akşam ezanları oldu” derdi niyeyse. Oldu işte yine.

Havalandırma hesabına dönersek, keşiften sonra yeni bir bilirkişi heyetine gidecek dosya; onlar bulur düzeltir herhalde hesap hatasını. Devam edelim biz. Yeni ders: “Ocaklardaki Sıcaklık Artışının Nedenleri”. Uzun ve sıkıcı bir konu ama okudum. Sıcaktan nefret ederim. Porselen beyazların sorunu, siz sıradan faniler gibi şık yanmak yerine lezzetli kızarıyor olmaktır. Yağın, sütün faydası olmaz; en fazla kalamar tavaya çevirir lezzeti. İşte bikini yerine mayo giymek için bir sebep daha. Karın yanığı acımasızdır; straples için bronzlaştırılmış esmer omzuna benzemez. İnanılmaz bulabilirsiniz ama El Yazmaları’na göre, şehir büyüklüğündeki maden ocağında sadece bir termometre var! Benim iki oda bir salon çatı katında -birisi mutfakta- üç termometrem olduğuna göre saçmalamışlar diyebilirim. Daha olay öncesinde sıcaklık 50°C’yi bulmuş diyenler var. Bunların ocak çıkışına taktığı tek alet de ona yakın dereceler göstermiş. Ağustos Urfa’sı gibi bir durum yani mayıs Manisa’sında. Siyah ünlem işareti yapıp içini mavi tükenmez kalemle doldurmuş. Mavi veya siyah zaten bütün el yazmaları. Z’lerde kuyruk yok, Y’lerde kuyruk kısa, köşeler keskin. Kitap harfiyle el yazısı aslında. Yazma şehvetinden yoksun bir teknisyen karakteristiği. İntihar edebilecek tutkudan iz yok sanki. Ünlemden sonra analiz geliyor:

‘’O noktada -ocak ağzını kastediyor herhalde- elli dereceyi bulması için +40 kotundakilerin çoktan sıcaktan ölmüş olması gerekirdi” yazmış. Termometresi bozuk bir mühendis için hoş bir ses tonu sayılmaz. Tonu duymazdan gelirsek şu manada söylemiş: Madenin girişi denizden 342 metre yüksekte bir yamaçta. Deniz seviyesi sıfır kabul ediliyor biliyorsunuz, +342 kot böyle hesaplanıyor yani. Soma’dayız yoksa, ortada deniz falan olduğundan değil. Yamaçtan kazarak indikleri en derin noktanın ise +40 kotunda, yani deniz seviyesinden sadece kırk metre yukarıda olduğunu anlıyoruz. Ocak girişinden galerilerin en dibine madenin yüksekliği 300 metre bu durumda. Belki de derinliği demeliyiz. Otuz metrede bir sıcaklık bir derece artıyor desen, en aşağısı mecburen 10 derece daha sıcak olacak, onu kastediyor. Ben kesin ölürüm altmış derecede ama işçiyi bilmiyorum ne olur. Asansörle mi iniliyor? Hayır. Fransızca zarif desandrenin de bütün madeni dolaşarak inen eğimli ana yolları, yani rampaları kastettiğini çözmüş olduk. Binlerce metre yol olmalı. Şimdi şu ses tonu meselesine dönebiliriz. Çiğlik bence. Tamir ettirseydin vaktinde, aleyhine kullanmazdı kimse; bu kadar basit. Bozuk termometreye rağmen iyimserliğinin sürmesinde teknik bir sebep var gibi görünüyor yine de; “MX4’lerimizin sürekli kaydı var, ispatlarız” yazmış bu sefer. MX4’ün ne olduğunu anlamasam da ocak çıkışının yakınlarına taktıkları o tek “ısıölçer”in -adı böyle oldu şimdi, herkes kafasına göre isimlendiriyor nesneleri raporlarda- arızalı olduğu kesin tespit edilmiş. Ortada başka veri yok şimdilik. Ha, veri kabul ederseniz “Ana Bilirkişi Raporu” dışında bir de “Anne Bilirkişi Raporu” var elimizde; “Benim oğlum madene inerken yanına iki tane beyaz atlet koyardım. Aşağısı çok sıcak olduğundan terleyince değiştirsin diye. Bir de yemek götürürdü, madenden çıkamadıkları için aşağıda yerlermiş. Olay’dan birkaç gün önce atletini yıkarken delikler gördüm. Sordum oğluma bunlar ne diye. Aşağıda atleti değiştikten sonra farenin atleti yediği yerler dedi. Ben de senin aldığın para ne ki atlete para mı dayanır dedim. Oğlum, bana yemek koyma artık, yemeği fareler yemesin diye aşağıda onlarla uğraşıp duruyoruz, çok fare var, bana su koy, soğuk su koy, aşağısı çok sıcak demişti…”

Mahkemede anlatmış. Xebat madenlerde sıcaklık artınca farelerin daha serin ana yollara çıkıp görünür olmaya başladıklarını söyledi. Raporlarla tutanakları ondan aldım. Bıyık dosyaya ihtiyacım olmadığı kanaatinde, sadece kitapla ilgilenirsem daha hızlı olurmuş, hatta sadece El Yazmaları’yla. Belki haklıdır.

Özgüven teknik eğitimden, iyimserlik masumiyetten diyelim bu arkadaşta, belki de tam tersi, bilmiyoruz. Özgüvenli iyimser mühendisin MXBilmemkaç’lar ile sağlama alınmış modern teknik dünyasından, annelerin yıkayıp ütülediği atletleri farelerin kemirdiği “Germinal” dünyasına fırlatılınca sigara molası verdim. Ananem ütülerdi iç çamaşırlarımı, kim görecekse? Yani mümkün tabii ilerisi için de ortaokulda olmaz diyorum. Ciddiye almayın, konuyu değiştirmeye çalışıyorum. Canım acıdı. Yaktım sigarayı. Kentli zarafetimi azıcık örseleyen iri kemikli ellerimle otuz dokuz numara ayakkabılarımı saymazsak, beni gerçek bir hanımefendiden ayıran temel falsom Samsun 216. Tütün içmenin hiçbir yolunun ayıp kabul edilmediği bir evde büyümenin ikramiyesi gibi. “İçeceksen tadı olan bir şey iç bari, keyif için içiliyor bu meret” diye American Blend Virginia tütünlü hafif sigaraları aşağılayan bir adamın torunuyum ne de olsa. Liseden beri içerim. İyi sigaradır 216. Ananem bile kahvenin yanında günde üç mentollü sigara içti elli yıl. Yeni bıraktı diyebilirim yahut unuttu artık, daha doğrusu. Elektrikli su ısıtıcısı da bulmak lazım kahve için; yasak olabilir odada su ısıtmak. Bakacağız artık. “Bana su koy, soğuk su koy, aşağısı çok sıcak….” Tanıyorum bunu duyan kadını. Her duruşma gelenlerden. Artık karşılanamaz bir talebi acımasızca güncelliyor hatıra. Unutulmayan ama asla tatmin edilemeyecek bir ihtiyaç çocuğun susuzluğu anne için. Yağmur umuduyla pencereye yakın oturuyorum iki gündür. Yok maalesef. Söndürdüm sigarayı, camı kapattım.

Şimdi, savcı maden sıcaktı çünkü havalandırma yetersizdi, yangın vardı demiş iddianamede. Havanın yetersiz olduğu tezinde hesap hatası yapılmış olabileceğini gördük. Yangınınsa uzun süredir gizli gizli devam ettiği düşünülüyor. Nerede? Bilen yok. Hâlâ çok bilinmeyenli bir denklem karşısındayız: Termometre bozuk, 2400/800 üç ediyor, çocuklar annelerinden soğuk su istiyor, fareler atlet yiyor; öyleyse bu madende sıcaklık kaç derecedir? Alihan’a sormak lazım. Sırt çantalı, sakallı derviş var bir de… Aydınlanmış sakal, grafiklerin sakalı, bilir bunlar işte ne varsa dosyada. Bıyık’a sorulamıyor, çünkü sen El Yazmaları’na bak dedi. Aslında gerçekten hiç benim işim gibi durmuyor. Benim işim kitap. “Sola Scriptura” derdi ilk protestanlar: “Sadece kitap!” Öbür kutsal metinlerle apokrifi bırak Katolik Kilisesi okusun. Bizi sadece Mühendis’in Kutsal Kitabı bağlar. Bıyık’ın dediği gibi “Boşver sen bunları, bu çocuk kendini niye astı? Onu bulmak lazım…” Termometre bozuktu diye intihar etmediği ortada. MX4’ü var onun. Bu nedir yahu? Bulmazsak içimiz rahat etmeyecek. Karıştırıyorum tutanakları:

“11.04.2014 tarihinde 42°C’den başlayıp 43.7°C’ye -yalnız yanlış okuyorsun, santigrat derece diye değil derece santigrat diye okunur o İnayet- 12.04.2014 tarihinde 42°C’dan başlayıp 45.1°C’a ulaştığı tespit edilmiştir…” Bozuk derken çalışmıyor değil yani, kafasına göre çalışma eğiliminde benim gibi. Olabilir. Bu da bir bozukluk. “…olayın meydana geldiği 13.05.2014, saat 15:30 itibarıyla sıcaklık 46.588°C olarak kaydedilmiştir.” Urfa değilse bile Adana denebilir. “…aynı tarihlerde Ocak içerisinde daha güvenilir sonuçlar veren seyyar MX4 sensörlerdeki -yakaladım seni- sıcaklık değerleri 18°C ile 33°C arasında olup, ortalama ocak sıcaklığı 28°C olarak tespit edilmiştir…”

Mühendislerin bellerinde taşıdıkları seyyar gaz ölçüm cihazlarının termometresi varmış anlaşıldığı kadarıyla. O işte MX4. Pekâlâ. Acılı anneyi terk edecek değilim. Bu ölçülen sıcaklık, bir de hissedilen var o zaman. Kim hissedecek? Mühendis değil, hem ölçülüp hem hissedilemez aynı anda. Öyle bir şey olsaydı istatistikçiler acı içinde kıvranarak intihar ederdi ölçtükleri yoksulluk, ölüm, keder karşısında. Bakın biyoloji laboratuvarlarına, öğleye kadar evrimin kanıtlarına çalışıp, yemek molasında Cuma namazına veya kiliseye öğlen ayinine gitmenizi kimse ayıplamaz. İşe getirme yeter Tanrı’yı. Oğlan terler, annesi su azığı yapar, mühendis ölçer ölçülecek olanı. Bilime inançsızlık gibi oldu ama kadın gözümün önünde hâlâ. Bıyık geldiğimiz gün siyaset bilimi olamayacağını iddia etmişti, ya birini ya öbürünü yapmak mümkünmüş, hem bileyim hem yapayım olmuyor ona göre. Nereden çıkarmış? Siyaset Bilimi yüksek lisansı yapmış çünkü kendisi yanılmıyorsam. Doktoraya başlamadan uyanmış meseleye anlayacağınız. “Doktoru değil hastası olmuşsun işte…” diye güldüler. Nereden geldi aklıma? Bıyık’ı tanımlarken “hasta” kavramının cazip göründüğünü reddetmemekle birlikte, komikten ziyade ilginçti bence muhabbet. Kaldı işte aklımda.

Açmazımıza dönersek, “çok soğuk su koy” diyen içi yanmış serseri oğlanları gece yarısından sonra madene gönderip evde atlet yamayan annelerin hissettiği sıcaklık, yerin üç yüz metre altında 3 metreküp/dakika taşıma havayla kazma sallayan oğlancıkların hissettiği sıcaklık, şurada oturmuş kahve yoksunluğu içinde intihar psikolojisi bilimine ilişkin verileri soğukkanlılıkla aramaktayken bilimden tiksinip annecik-oğulcuk ve farecikler gibi aşırı ısınmış İnayet’in yağmur beklerken hissettiği sıcaklık… “Sola Scriptura!” Geçiyoruz. Başka bir şey bizim aradığımız. Biz bilim insanları böyleyizdir işte, sadece bilimsel veriyle çalışırız. Bölüm Sonu: “Patlayıcı Kullanımının Maden Havalandırmasına Etkileri.”

Bu sefer altına “Cahillikte Skandal” yazmış. Doğrusu “Cehalet Skandalı!” olacak. Hay Allah müstehakını versin, beni mi deniyorsun be adam? Artık dayanamadığımdan sayfaları hızla çevirip sonuna kadar tarıyorum “Manşet”leri: “Ahmaklık”, “Yalan”, “Yanlış Hesaplanmış”, “Saçmalık”, “Utanç Verici” altlar çizili. Sonuncuyu mor kalemle yazıp daire içine almış, o derece yani! İyimserliği özgüveni aştı saldırganlaşmaya başladı. Belki Xebat’ın dediği gibi psikolojisi bozuktur bunun, hoş olmamış yanı mor daireler falan.

Sen koru soğukkanlılığını İnayet. Neymiş skandala yol açan cahilliğimiz bakalım: Tablolar, tablolar, formüller, tekrar tablolar. Tamamen bilimsel. Hukuk da bilim sayılıyor mu acaba? Kanada’ya başvururken “Sosyal bilimlerden edebiyata geçiş zor olmayacak mı sizin için?” diye sordular. “Olmaz” dedim. Niye zor olsun? Hukukla edebiyat temelde benzer kabul edilebilir her şeyden önce. Geçmişte olup bitmiş bir mesele hikâye ediliyor. İster mülkiyet, sözleşme, haksız fiil olsun; ister zafer, aşk, ihanet. Anlattırıyorsunuz taraflara sırasıyla işte. Mesele kurguysa ikisi de minyatür olay tarihçiliği sayılır. Tamam, gerçeği arayalım da ikincisi kötü yapıldığında hapis cezası veya tazminat yok en azından, satmıyor sadece. Daha güvenli. Benim gel-gitim edebiyatta kaldı. Var kendime göre sebeplerim, hapisten korktuğumdan değil. Bıyık korksun hapisten. İşi nerede yapacağınıza gelince; İstanbul, Akhisar veya Montreal fark etmez. Sizi bir şehirde tutacak bağlar gevşediyse deli cesareti geliyor insanın üstüne, uçuş kartlarını yakıyorsunuz. İstanbul’a trenle dönmeliyim belki, gitti yani gerçekten o uçak; yerim bile belliydi. Her neyse edebiyattan geldik edebiyata dönüyoruz. Roza’yı arayayım, kalacak yer konusundaki gelişmeleri öğreneyim. Bir buçuk hafta say. Ayarlar o, becerikli kızdır. Devam okumaya.

“Patar” dinamit demekmiş bu arada, öğrenmiş olduk. Ses benzeştirmesine dayanan taklit, çocuk ağzına çalıyor biraz: Patlama, patar, pat! Mesela konveyör, konve, kon! diye kuş kondurulabilir ama onun Latin dillerinden geldiği pek belli, güvenli olmaz. Küçük sözlük çalışmasına devam en iyisi yılmadan.

Nedir Skandal? Yangınla ilgili duruyor. Önemli bu. Havalandırma Başmühendisi -havalı defterin sahibi- ölçtürüp yazdıracak havanın kalitesini sürekli. Kim? Bilmiyoruz. Müntehir değil kesin, “Emniyetçi” bizimki. O ne? Bilmiyoruz. Geçelim. Hepsinde MX4 var. Öyle mi ölçüyorlar acaba havanın kalitesini?

“…olay yeri inceleme ve keşif tutanağı ve bilirkişi ön inceleme raporlarından ocak içerisinde farklı yerlerde 19 adet CO, 1 adet CO2, 19 adet CH4 ve 9 adet O olmak üzere toplam 48 adet sensör bulunduğu…”

Lise 2 element tablosu hafızamızı yardıma çağırıyoruz: Karbonmonoksit, Karbondioksit, Metan, Oksijen. Aferin İnayet. Olay anlaşılmıştır. Tablolar, madende takılı bu sabit sensörlerin otomatik kayıtları. Elektrik saati okur gibi gezmiyor yani havalı mühendisler. Sabit makineler önünden geçen havanın içindeki gazları ölçüp kaydetmesi için merkezi bir sisteme gönderiyor. Elli tane kayıt cihazı. Beldekiler ne işe yarıyor? Olağandışı durumlar yahut sabit cihaz bulunmayan kuytuluklar için olabilir.

İşçileri boğan karbonmonoksitti, otopsi raporlarına göre. Kaç olunca hava solunabilir oluyor? Bilmiyoruz. Tablolarda bolca beş yüz var, dijital kayıt için şüphe uyandırıcı bir yuvarlaklık. Aklında tut bunu, devam; “…sensörlerin ölçebildiği en yüksek CO konsantrasyonunun 500 ppm olduğu dikkate alındığında…” Aldın mı cevabını? Buluttan nem kapma İnayet, skandal peşindesin sen, cahil cahil yorumlar yapma. Diğer yandan sürekli 500 gösteren sensör zaten en yüksek 500’e kadar ölçebiliyorsa havanın ölçülebildiğinden kirli olduğu anları gözden kaçırmamak lazım. Cahilsek de saf değiliz. Şimdi esas mesele, niye böyle bol karbonmonoksitle kirleniyor bu hava? Müntehir’e göre çünkü patar atıyoruz! Patar patlayınca ortalık karbonmonoksit doluyor, sensörler de onu ölçüp kaydediyor işte. Sonra geçiyor. Çalışmaya devam. Kaçta devam, bakıyoruz, bakıyoruz: Yuh! 50 ppm’e düşmesini bekliyoruz o 500’ün! Ancak ellinin altında çalışabiliyoruz resmen. Düşüyor sonuçta iyi kötü oralara. Yahut patar falan değil skandal var: Yangın! Olay günü ortada bir yangın olduğu kesin zaten de uzun zamana yayılmış yüksek hava kirliliğinden söz ediyor bilirkişi, yangın çıktı manasında değil, yani uzun zamandır yanıyor içli içli manasında.

“…ölçülen yüksek CO değerleri, ocak içerisinde yangınla ilgili bir sorun olduğunu ancak geçici tedbirlerle sorunun çözülmeye çalışıldığını…” Arkadaşın skandal olarak kabul ettiği yangın değil bu tespit elbette. Tablo okumayı bilmiyoruz. Yani “bilmiyorlar”, öyle yazmış buraya. Yangın falan yok aslında, seri patlatılan patarlardan o karbonmonoksit yükselmesi. “Skandal”ın altına iki hızlı kısa çizgi atılmış, vurgu yetmemiş büyük ihtimalle, duyurmaya çalışıyor: “Yazıyor, Skandal!” Tabloda yazıyor ama okumasını bilmiyoruz biz. Maden profesörü bilirkişi bilmiyor, Bıyık bilmiyor, Alihan’la Derviş bilmiyor; ben zaten ilgilenmiyorum artık. Yoruldum adamın saldırgan özgüveninden. Mola alıyorum.

İyi gittim bence başlangıç için. Bırakmadan bir Z raporu çıkarttım kendime yine de, kaldığımız yer belli olsun:

Vantilatörün kapasitesi yeterli, hava az diyen dört işlem bilmiyor. En azından bölmesi zayıf.

Termometre bozuk tamam ama “çok sıcaktı, yangın vardı” iddiaları gerçek dışı. Seyyar MX4’lerin kalibrasyonu düzgün, incelenmiş, onaylanmış, raporlanmış: Ocak’ta ortalama sıcaklık 23°C. Mayıs Manisa’sı. Gizli yangın falan yok, yerin altında olağan ısı bu zaten. Anneler!? Bir şey diyemiyoruz. Bilim uğruna fare kullanmak etik değil zaten, en azından hamster beslemelisiniz herhalde atletle.

Karbonmonoksit sensörlerinin en yüksek değer olan 500 ppm’i göstermesi -pik yapmak deniyor bu arada buna- mecburen atılan dinamitlerle alakalı ve geçici; olur öyle, normal.

Kısaca, ahmaklığa, cahilliğe, skandal yaratmaya devam edecekseniz “Aksini kolay ispatlarız”. İyimseriz biz.

Cioran bu işlerde haklıysa nerede kayboldu bu iyimserlik? O bulunacak işte. Bu arada haklı bile olsa referansımızın ancak seksen dört yaşında Alzheimer ile durdurulabilmiş uzun yaşamı intihar uzmanlığı için sorun sayılabilir. Cioran’ı diyorum.

Henüz yapışkanlı kâğıt veya püskürtece yakalanmadıysak da şekeri bulduğumuz söylenemez. Dedem, “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardan çıkar” derdi. Sadece tembelleri teşvik için uydurulmuş bir aforizma değildir de buluruz umarım.